21.11.2017

Kanada’da ilk altı ayımız

“Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”
Şems-i Tebrizi


Bu bir gezi yazısı değil; ama hayatımdaki önemi itibariyle bir notu hak ediyor.

Bugün itibariyle Kanada’da altıncı ayımızı tamamladık- zaman nasıl da hızlı akıyor! Hayatımda böyle bazı milat noktaları var, sadece mekanların değil, ona paralel olarak daha bir çok şeyin tepeden tırnağa değiştiği. Mesela Ankara’dan İstanbul’a gelişim, şehir değişikliğinin ötesinde hem evimden, hem ikinci yuvam olan ODTÜ’den ve akademik hayattan ayrılış, hem de İstanbul’a, özel sektöre, kendi başıma bir evi çekip çevirme işlerine ve evliliğe geçiş demekti benim için. Şimdi ise Kanada- yeni ülke, yeni ev, yeni hayat, her şey ama her şey yepyeni. Bir arkadaşım demişti ki göçmen olmak biraz bebek olmaya benziyor. Çevreni keşfetmen, yürümeyi, konuşmayı, kuralları, her şeyi ama her şeyi sıfırdan öğrenmen gerekiyor. Konfor alanından çıkınca insan eskiden otomatiğe bağlayıp yaptığı çoğu şeyde önce bir zorlanıyor; sürekli bir keşif hali içinde, algılarını hep açık tutarak ve sürekli yeni bir şeyler fark ederek bir öğrenme sürecinden geçiyor.

19.11.2017

Montreal'de 3 gun...

(6-9 Ekim 2017)

Adeta Leyla Fonten!
Bu kosusturmacanin icinde, yeni ulke, is, ev, cocuk derken eskiden oldugu gibi uzun blog yazilari yazamayacagimi biliyorum. Ama yine de kisacik da olsa Montreal'i buraya not dusmek istedim.

Thanksgiving haftasonunu ilave bir gun izinle birlestirip eski Montrealli arkadaslarimiz Ceren, Arcan ve minik Uzay'la kucuk bir Montreal gezisi yaptik gecen hafta. Ne guzel de oldu, tadi damagimda kaldi. Montreal'i cok merak ediyordum, icten ice orayi cok sevecegimi biliyordum ve yanilmadim. Yer yer saganak yagmurla bize zor zamanlar yasatan havaya ragmen harika bir 2.5 gun gecirdik, daha yapacak bir suru sey, gidilecek bir suru lokanta kaldi tabii ve dertlendigimi goren Engin gezinin sonunda endiseli endiseli "Ayse sen yavas yavas buraya yerlesmeye planlari yapmaya basladin galiba?" diye sormaya basladi :)

21.05.2017

yol ikiye ayrılırken..


Ve işte, uzun zamandır taslak olarak bekleyen o yazı. Şunlar, bunlar, çeşitli ertemeler falan derken sonunda günü geldi çattı. Artık yazmalıyım. Son zamanlarda aklımı meşgul eden her şeyden, eşyaların hükümranlığından, vedaların ağırlığından, son günlerimin içine yangından mal kaçırırcasına tıkıştırmaya çalıştığım tüm o son anlardan, yemeklerden, fotoğraflardan sonra.. Yorgunum. Ne olup bittiğinin sanki pek de farkında değilim. Kimbilir, belki böylesi daha iyi, daha kolay..

On küsur sene önce, yine bir yol ayrımındayken yazdıklarımdan:

"Hayatını kutulara tıkıp yola çıkıyorsun. Belki de neler olup bittiğinin tam olarak farkına varamadan, haldur huldur, uyumadan, geceni gündüzüne katıp, heyecanlı, veya şaşkın, veya olayların ciddiyetine olması gerektiği kadar aldırmadan.. Öyle ya da böyle, bir gün bir de bakıyorsun ki bambaşka bir yerdesin. Geriye artık sadece bir misafir olarak dönebileceğin bir yerdesin. İkametgahın bile değişmiş; yani resmi makamların bile onayladığı kadar değişik bir yerdesin. Bir evi alıp orada kendine ait bir yaşam alanı yaratacaksın şimdi. Yanında bavullar, kitaplar, şunlar bunlar, ve yıllardır biriktirdiğin “evim olunca şunu şöyle yapacağım”lar bir dolu.. Kutular ve beklentilerden oluşan bir hayat artık seninki."

* * *

Ve bugün, yine elimde kutular ve kafamda sorularla, seyahatlerdeki gidiş dönüşlerin yer değiştirmek üzere olduğu bir kavşak noktasındayım.  Bugün, hayatımda önemli bir gün, bir milat.

20.05.2017

st james park'ta durmak

Eşyalarımı toplarken tesadüfen bulduğum, küçük bir not defterine karalanmış eski bir yazı..

10.06.12 
Londra

St.James' Park.
Bir pazar sabahı, Londra'nın muhteşem bulutlarıyla kaplı bir gökyüzü, hava biraz serin.

Aslıhan, Charles ve minik Anto ile kahvaltıdan sonra, şehrin merkezinde gezmek istediğim bir yerlere henüz geçmeden, yürümeye başlamadan, insan seline karışmadan önce, bana huzur veren bu parkta oturmak istiyorum biraz. Durmak. Karışık kafamdan, endişelerimden, koşturmacadan uzak, durmak. Önümden kuğular, ördekler, ismini bilmediğim rengarenk değişik kuşlar geçiyor yüzerek. Sessiz, dingin. Tam olarak ihtiyacım olan şey de bu. İstanbul'da tam da bulamadığım şey bu. 

Burası Buckingham Sarayı'nın dibinde, şehrin en civcivli yerlerine, Piccadilly Circus'a, Trafalgar Square'e 5 dakika mesafede sessiz bir vaha. Sincaplar, pelikanlar var. Şehrin onlarca parkının arasında küçük bile sayılabilir; ama benim en hoşuma gideni sanırım.

İstanbul'u düşünüyorum, Türkiye'yi.

12.11.2013

Şatoda nikah var!

21 Eylül 2013, St-Maurice

İsviçre’yi sebeb-i ziyaretimiz olan Kerim ve Sophie’nin nikah töreni için 21 Eylül sabahı çok erken saatte St-Maurice şehrine doğru trenle yola çıktık. Aslında evden çıkarken küçük bir macera da yaşadık: trene yetişmek için aceleyle hazırlanırken birden elbisemin altına giyeceğim topuklu ayakkabının fiyongunun bavulun içinde kopmuş olduğunu fark ettim. Tabii ki imdadıma Ongun yetişti!! Sabahın köründe bizim için kalkıp bizi gara kadar bırakmakla kalmadı,  bir de üstüne evden çıkmadan japon yapıştırıcısı ve bunu sürmek için gerekli teçhizatı da bulup buluşturdu. Böylece Engin, ben, kopuk fiyongumuz, japon yapıştırıcı setimiz ve kocaman düğün hediye paketimizle birlikte ilginç bir grup oluşturarak yolculuğa başladık. Yolda giderken fiyongu yapıştıran Engin’in yanında kendimi Külkedisi gibi hissettim doğrusu; ama bir Cumartesi sabahı gün aydınlanırken şehirlerarası trende şık giyimli bir çift, ortalarında bir ayakkabı ve bolca japon yapıştırıcısı gören diğer yolcular ne hissetti, onu bilemem!



27.09.2013

İsviçre-Fransa arasında harika bir mola


Dağları, gölleri, ormanları, şirin kasabalarıyla her köşesi kartpostala benzeyen bir yerlerdeyiz. Buralarda başrolde huzur var.

İtiraf etmek gerekirse, daha önceleri, görmediğim büyük Avrupa şehirleriyle karşılaştırınca, fikir olarak beni çok da fazla çekmezdi bu tarz yerler. Artık yaşlandığım için mi, doğayla iç içe olma özlemini çok daha derinden hissettiğim; İstanbul’dan, işten güçten ve genel olarak Türkiye’den çok yorulduğumu hissettiğim için midir nedir, özellikle şimdi İsviçre’yi ziyaret etmek çok iyi geldi bana. Daha bu yaştan emeklilik hayalleri kurmaya başladım sanırım ve buralar bu hayaller için biçilmiş kaftan! (Bir tek standart hayallerdeki balık tutma kısmı için hakkımı saklı tutuyorum; bu aktivite için çok genç hissediyorum, hâlâ!)

Seneler önce Barış çok ısrar etse de ayarlayamamış, onu Neuchâtel’de bir türlü ziyaret edememiştik. Bu sene ise Engin’in kuzeni Kerim’in düğünü bu kısa İsviçre gezimize vesile oldu; bir de üstüne çok sevgili dostlarımız Ongun ve Ayşegül’ün nazik daveti ve gezi boyunca hiç bozmayan güzel havalar da eklenince çok güzel, dolu dolu dört gün geçirdik buralarda.

Ayşegül ve Ongun sayesinde bu gezide elimizi sıcak sudan soğuk suya sokmadık diyebilirim. Şöyle anlatayım (abartısız): Tüm gezi planlarımız önceden yapılmış, tüm tüyolar verilmiş.. Kocaman bahçeli harika bir evde kalıyoruz.. Evde olduğumuzda ördekli akşam yemekleri, sabah kruvasanlı kahvaltılar.. Engin’le yalnız gezeceğimiz günler için kapının önünde full depo bir araba, gezilecek tüm noktaların işaretlenmiş olduğu navigasyon cihazı, haritalar.. Haftasonu hep birlikte çevre şehirlere geziler, birlikte yenen güzel yemekler, sohbetler, tüm yorgunluğun üstüne akşam eve dönünce şömine yakılıyor falan.. Ayşegül dönüş günü bizi havaalanında pasaport kontrol noktasına kadar bırakarak son noktayı koydu! Böyle ev sahiplerine can kurban, nasıl teşekkür etsek azdır..

Düğün kısmına gelince, onu ayrıca anlatacağım.

9.09.2013

BiRiCiK BüRüCeK

James Bond’un son filmi Skyfall’un Türkiye’de geçen bölümünde, Kapalıçarşı’nın çatısı üzerinde motosikletle kovalamaca oynamayı tamamlayan Bond, Sirkeci’den bir trene atlar ve adrenalinden dolayı nereye doğru yol aldığının farkına varamasa da az sonra kendini çam ormanları arasındaki derin bir vadinin üzerinde uzanan, devasa ayaklı, kemerli bir köprünün üzerinde bulur. Sıradan bir izleyici için Jamesciğin tren-üstü tepetaklak aşağı düşmesinden öte bir şey ifade etmeyen bu sahnenin benim için manevi önemi büyüktür; zira hep hayal ettiğim bir şey burada gerçek olmaktadır: İstanbul’dan Bürücek’e- hem de trenle- kolaylıkla erişebilmek!

(Not: Ben kendisini bir türlü canlı göremesem de, yukarıda bahsi geçen ve başka isimleri de olan Varda Köprüsü’nün fotoğrafları için buraya bakınız.)

Filmden gerçeğe dönersek... Bürücek de nedir, neresidir derseniz, tanımlaması biraz uzun.

30.08.2013

Tire’de ziyafet

Tire Ovası
Son zamanlarda başka “gezi”lerle meşgul olduğumuzdan buradaki gezi yazılarına uzun bir ara vermiştim; artık bekleyen birkaç yazıyı arka arkaya yazacağım. İlki, aylar önce Anneler Günü için bir haftasonu ziyaret ettiğimiz Tire ve aslında bu geziye damgasını vuran Kaplan Çam Restoran.

Engin’in memleketi Tire, Ege’nin kendine özgü bir köşesi ve uzun uzun bahsedilmeyi hak ediyor; ama ben kısaca şöyle özetleyeyim: taze ve leziz meyveler, sebzeler, otlar, Salı pazarı, renkli ve cumbalı otantik evler ve unutulmaya yüz tutmuş esnaf dükkanlarını da görebileceğiniz tarihi çarşı.  Bu son gezide Tire’de çok vakit geçiremedik ama daha önceki senelerde Tire pazarında çektiğim fotoğraflardan kaç tanesini bu yazıya iliştiriyorum. Tire’nin meşhur pazarı Salı günleri, Cuma günleri de daha küçük bir Pazar kuruluyormuş. Otlar ve mevsimiyse karadut özellikle tavsiye edilir.

Tire kolaj

20.05.2013

Bir iz bırak burada (Behzat Ç’nin ardından)


Bu yazının bu blogda işi ne, diye düşünebilirsiniz. Ama Behzat Ç’nin benim için önemli bir yeri var, dahası Ankara’yla özdeşleşen bir yanı var... O yüzden bir kenara not düşmek, unutmamak istedim.

8.04.2013

Kadıköy-Moda


Eski mahalleme güzelleme

Biraz özel bir yazı olacak belki; ama geçen gün yaptığım birkaç ekspres Kadıköy-Moda turundan sonra buralar hakkında yazmak geldi içimden.

Moda, benim eski mahallem. Senelerce İstanbul’a gelme hayaliyle yaşamış olan bir Ankaralı olarak üniversite yıllarımdan beri beni sarıp sarmalamış, bana İstanbul’u sevdirmiş ve ona yavaş yavaş alışmamı sağlamış ikinci evim. Tek başına yaşamayı ilk kez deneyimlediğim ve daha sonra evlendiğim yer burası.

Fahri bir Modalı olarak burada yıllar geçirdikten sonra bir sene önce yepyeni bir semte, bambaşka bir çevreye taşındım. Şimdiki evime alışsam ve yeni çevremi sevsem de, ne yalan söyleyeyim, Moda’yı bazen çok arıyorum; zaman zaman bir sebep yaratıp yine buralarda dolaşırken buluyorum kendimi. Alıştığım bazı ıvır zıvır yerler burada, tamamen kopmak kolay değil, zaten kopmak isteyen de yok! Ama bundan daha ilginci, buraya bir kere geldikten sonra hissettiklerim; sokaklarda yürümeye başladığımda ayaklarımın beni hep bir yerlere götürmeye başlaması. İşte bu uzayan, bir türlü bitmesin istediğim yürüyüşler sırasında daha derinden hissediyorum eski mahallemi ne kadar özlediğimi.

6.04.2013

Dresden: Saksonya'nın incisi

Dresden, 20.09.2012 
Berlin gezimiz sırasında bir günü günübirlik bir Dresden gezisine ayırmıştık. Dresden, Berlin'den trenle iki saat civarında ulaşılabilecek, mimari özellikleriyle öne çıkan güzel, kompakt bir şehir ve biz zaman ayırıp gördüğümüze çok memnun olduk. 

Dresden, bölünmüş Almanya'nın doğu kısmında kalan bir şehir; Elbe Nehri'nin kenarına kurulmuş ve Saksonya eyaletinin başkenti. En çok öne çıkan özelliği mimarisi ve 2.Dünya savaşı sırasında başına gelenler. Şehir savaş sırasında gerçek anlamda, tamamen yerle bir olmuşken, taş taş üstünde kalmamışken günümüzde binalara baktığınızda bu yıkım dolu tarihi hiç mi hiç hissetmiyorsunuz; çünkü tüm şehir eskisine uygun olarak baştan sona restore edilmiş. Şehrin savaş yıllarındaki fotoğraflarına baktığınızda inanamıyorsunuz; temellerine kadar bombalanmış önemli yapılar bugün baştan yapılmış olarak dimdik ayaktalar (örneğin Dresdner Frauenkirche). Dresden bombalamaları, 2.Dünya Savaşı'nın sonunda, 1945 yılında yapılmış ve tarihte tartışmalı bir yerleri varmış; çünkü Müttefiklerin zaten teslim olmaya çok yaklaşmış Nazilere ceza olarak burayı gereğinden yoğun şekilde bombaladıkları, şehri haritan silmeyi hedefledikleri ve çok büyük bir sivil nüfusun da bu bombalamalar sırasında öldürüldüğü söyleniyor. 

14.10.2012

Berlin

uzun zaman sonra yeni bir yazı..

Alexanderplatz ve televizyon kulesi
Çok uzun zamandır elimi sürmediğim blogumla tekrar ilgilenme vakti geldi artık. Mütevazı blogum bu süre içinde televizyona bile çıktı, kendi çapında meşhur oldu (!), yazmazsam artık biraz ayıp olur. Zaten yazacak çok seyahat birikmişti; ama dönem dönem insanın içinden yazmak gelmiyor nedense. Neyse, bir çizgi çekeyim ve yeniden yazmaya koyulayım şimdi.

İlk sırada Berlin var.. Almanya bir transit seyahat dışında daha önce hiç ziyaret etmediğim bir ülkeydi ve açıkçası tatil denince ilk aklıma gelecek adaylardan biri değildi kesinlikle. Ama kuzenim Barış’ın bir süre burada bulunacak olması kafamızda bir Berlin seyahati fikrini tetikledi ve bir ilki gerçekleştirerek Almanya’ya turist olarak ilk adımımızı attık, kendimizi bir haftalığına Barış’ın misafiri olarak bulduk!

İlk izlenimler: Kabuğundan sıyrılmaya çalışan Berlin

Berlin farklı bir şehir; Avrupa’da gördüğünüz o klasik, soğuk, düzgün ve biraz sıkıcı şehirlerden ayrılan bir yanı var. Yerleşim dağınık; tek ve düzgün bir merkezi yok. Bunda hem savaşların, bombalamaların, hem de duvardan ötürü şehrin kendine özgü gelişiminin rolü var. Estetik olarak çok güzel bir şehir değil; ama farklı bir enerjisi var.

Berlin - 2


Neresi buranın merkezi?

Berlin’in birden çok merkezi var, aslında bu açıdan biraz İstanbul’a benziyor diyebiliriz belki.

Berliner Dom
Bir, tarihi merkez, adı üstünde merkez olan Mitte ki buradaki temel ziyaret noktaları arasında birbirini kesen Friedrichstraβe ve Unter den Linden caddeleri boyunca yer alan  devlet binaları, Brandenburg kapısı, Reichstag, Berlin katedrali ve beş büyük müzenin yer aldığı müzeler adası (Museumsinsel) sayılabilir. Bu bölge haliyle şehrin en tarihi ve turistik kısmı. İlginç bir detay: Berlin’de yer alan devlet sarayı, yani Almanya’nın Topkapı Sarayı diyebileceğimiz ana saray 2.Dünya Savaşı sonrasında hasar görüyor ve bu gerekçeyle DDR yönetimi tarafından toptan yıkılıyor. Bu olay Batı Almanya’da bu büyük tepki topluyor. Şimdiyse Humbolt Üniversitesi’nin çalışmalarıyla aslına uygun olarak sarayın tekrar inşası gündemde ve bunun için hummalı bir faaliyet devam ediyor..

Berlin - 3


Gezdiklerimiz, gördüklerimiz

Berlin’i panoramik olarak görmek isterseniz bence çok güzel bir seçenek Bundestag’ın cam kubbesine çıkmak. Sadece online randevu alınarak gezilebilen Bundestag (Reichstag), Almanya’nın parlamento binası. Birleşmenin ardından yenilenen bu tarihi bina, çok modern kubbesiyle birlikte akıllanmış! Kubbeyi gezmek için biri yukarı çıkan diğeri aşağı inen grupların ilerlediği iki yol var, Escher’in tabloları gibi birbiri içinden geçiyor gibi dursalar da birbirleriyle kesişmiyorlar. Meclisin ana oturum salonunun tam üzerinde yer alan kubbenin orta kısmı ise tamamen açık! Kubbeyi gezerken size eşlik eden audioguide hem binanın ve kubbenin bu ilginç özelliklerini anlatıyor, hem de kıvrıla kıvrıla kubbenin içinde tırmanırken dışarıda gördüklerinizle ilgili kısa kısa bilgiler de veriyor. Çok hoş ve ilginç bir şehir turu diyebiliriz, kesinlikle öneririm!
Bundestag kolaj

Berlin - 4


Hohenschönhausen: Bir hapishaneye girmek için bu kadar çabalayan başka biri var mıdır?!

DDR dönemine ait eski bir Stasi hapishanesi olan Hohenschönhausen’e gidişimiz gerçek anlamda bir macera oldu. Almanca bilmiyorsanız, cep telefonunuzda internet bağlantısı yoksa ve genelde çok şanslı biri değilseniz- ki bu üç faktör de bizde ne yazık ki mevcut değildi- buraya ulaşmanız ve içeri girmeniz gerçek anlamda bir çaba gerektiriyor!

Hapishaneyi sadece turla gezebiliyorsunuz ve gitmeden önce websitesinden baktığımızda her gün saat 14:30’da İngilizce turların olduğu yazıyordu, ama genel olarak Alman müzelerinin websiteleri bana çok güven arz etmediğinden ve hapishane şehrin ücra bir yerinde olduğundan, turun yapılacağını bir de maille teyit ettirdik. Vakitlice yola çıkıp Lindenberg civarındaki hapishaneye gitmek üzere M5 nolu tramvaya atladık. Az gittik uz gittik, Berlin düz olduğu için dümdüz gittik, bir de baktık ki geldiğimiz durağın adı “Hohenschönhausen birşeybirşey”. Biz de normal olarak geldiğimizi, ya da en kötüsü bir iki durak yakınlıkta bir yerlerde olacağımızı düşünerek tramvaydan indik. İşte maceramız böyle başladı.

Berlin - 5


Almancayla bir türlü barışmayan yıldızım

Bir dil düşünün ki pardon demek için “Entschuldigung” diye bir kelime seçmişler. Mesela garson çağıracaksınız, bu garip kelimeyi hatırlayana ve söyleyene kadar garson geçip gidiyor! Normalde diğer dillerdeki “pardon” benzeri kelimeler en azından insana aşina gelir ve bir dikkat/alarm durumu yaratır; ama entschuldigung ve benim aramda öncesinden böyle bir ilişki bulunmadığından, çevremde “Entschuldigung, Entschuldigung!” diye dolaşan insanların sesleri bana uzunca bir süre uzaktan ninni gibi geldi, onları hiç kaale almadım, dönüp bakmadım, kimselere yol vermedim. Kelimenin anlamını öğrenene kadar sakin ve umursamaz tavırlarımla bir sürü Almanı çıldırtmış olabilirim!

13.10.2012

27.08.2011

vogue: manzaraya karşı şık bir akşam yemeği..

Yaz akşamları güzel manzaralı bir yerde şık bir yemek için küçük bir tavsiye..

Vogue, Doors grubunun BJK Plaza'nın çatısında işlettiği ve özel gecelerde gidilebilecek şık bir lokanta. Özellikle yaz geceleri terasın ilk sırasındaki masalarına oturursanız ayaklarınızın altında uzanan ışıl ışıl İstanbul'u hülyalı bir seyre dalıyor, kendinizi şehrin hakimi gibi hissediyorsunuz. Dolmabahçe Sarayı, eski yarımada, Boğaz köprüsü.. hemen aşağıdaysa ışıl ışıl bir gerdanlık gibi kıvrılmış Akaretler..

Terasın çevresi camla kaplı. Bu durum manzarayı biraz kısıtlıyor gibi görünse de çok rüzgarlı gecelerde gerçek bir kurtarıcıya dönüşüyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde ışıklar kırmızıya dönerek farklı bir ambiyans ortaya çıkıyor (efendim, kimileri beğenmese de bence çok güzel!!)

Yemekler elbette pahalı. Burada güzel bir kadeh şarap ve sushi bence yapılabilecek en iyi seçim. Üzerine de hepsi birbirinden lezzetli tatlılardan biri. Benim favorim ise ılık kestaneli kek, yanında hindistancevizli dondurma..


17.08.2011

şirinlerin köyü gibi bir yer: macahel..

- Haftaya tatile çıkıyoruz.
- Aa nereye? Bodrum-Çeşme?
- Artvin’e.
- (kısa duraksama, sonra mantıklı açıklama bulunur) Oralısınız herhalde?
- Yoo, alakası yok. Gezmeye gidiyoruz. Yaylaya.
- Hmm, ne güzel. Rize, Trabzon da var mı? Sümela, Uzungöl?
- Yoo, sadece Artvin’e gidiyoruz. Macahel’e.
- Macahel?
- Evet, seviyoruz biz Karadeniz’i.
- Hmm, ne güzel. (?! Anlaşıldı, başka konu açma zamanı gelmiştir!)

Bu yaz tatile çıkarken kaç kişiyle bu muhabbeti yaptım hatırlamıyorum. Herkesin beni Artvinli sanması komiğime gitti, o yüzden bu yazıya böyle başlamalıyım sanırım. (not: Handecim, senden daha fazla Artvinli sayılırım artık, ne dersin??)

İtalya’dan sonra araya kırk bin tane şey girdi, işler çok yoğundu, falan filan.. Yazamadım, şimdilik bir kenara koydum İtalya’yı. Neyse sonra tatil zamanı geldi, kafa boşaltmaya çok ihtiyaç duyduğum bir dönemde Karadeniz’e attık kendimizi.

“8 tane HES yapılacak, bozulmadan görülmesi gereken bölge..” diye etraftan duya duya Macahel’e gitmeyi geçen sene kafaya koymuştum ben aslında. Macahel, UNESCO’nun 2005 yılında Dünya Biyosfer Rezerv alanı olarak tanımladığı Türkiye’deki ilk ve bildiğim kadarıyla tek bölge. Burası dağlarla çevrili, kapalı, özel bir bölge; Türkiye ve Gürcistan sınırında, yağmur ormanlarına benzeyen yemyeşil, bozulmamış bir vadi. 18 köyden oluşuyor, bunların 12’si Gürcistan, 6’sı Türkiye’de (Camili-Düzenli-Efeler-Kayalar-Maral-Uğur). Bu ayrım, 1920lerdeki bir referandumdan sonra yapılmış, referandumla hangi köylerin Türkiye hangi köylerin Gürcistan tarafında kalacağı belirlenmiş ve bundan sonra da bir nüfus mübadelesi yaşanmış. Ama komşu kültürlerin hepsinde olduğu gibi sonradan yapılma siyasi sınırları unutursak, Macahel'in bu iki kısmında yemeğinden müziğine, dansından diline her şey ortak.

Kayboldum yeşillerin arasında

Macahel’i özel yapan en temel özellik, ulaşımın zor olması. Burası kışın 6 ay kar altında ve bağlı olduğu Borçka’yla her türlü ilişkisi kesiliyor. Yaşam zor, ulaşım zor, işte belki de bu yüzden insanları neşeli ve hayata karşı sabırlı, doğası da bozulmamış. Burada Kafkas arısı denen özel bir arı türü yaşıyor; kapalı bir bölge oluşundan dolayı bu saf bir ırk ve ürettiği bal, Macahel’in en önemli gelir kaynaklarından biri. Buraya yol gelmesi durumunda etkilerinin nasıl olacağını tahmin etmek çok zor değil. Bizim seyahat ettiğimiz dönemde Danıştay birkaç HES projesinin yürütmesini durdurmuştu; ama ileride ne olacağı bilinmez tabii. Bu yüzden biz Macahel toz toprak içindeki bir şantiyeyi andıran Borçka’ya dönüşmeden önce dünya gözüyle görmek istedik.

Engin'den sanatsal bir çalışma

Macahel, gerçekten yemyeşil bir yer. Geçen sene gittiğimiz çoğu yüksek ama çıplak yayladan sonra burada bizi çok yoğun bir orman dokusu karşıladı. İçinde her tür ağaç, mantarlar, çiçekler, kelebekler, kertenkeleler.. Ama mevsim olarak yaz bence buralara pek uygun değil, çok nemli, çok sinekli-böcekli bir mevsim olduğunu söyleyebilirim. Ekim'in çok daha uygun olduğunu söyledi herkes bize. Buradaki dağ meyveleri Rize'ye göre 1-2 hafta geç olgunlaşıyormuş, geçen sene Rize'de bol bol yediğimiz yabanmersinleri burada henüz yemyeşildi..

Buraların sakinleri sağlıklı, uzun yaşayan, neşeli görünen insanlar. Yörenin zor doğasından olsa gerek, bir topluluk olarak da gerçek bir dayanışma içindeler. Hayat Bilgisi dersinde bize anlatılan imece kavramı burada hayatın içindeymiş, bize anlatılanlara göre. Koro şeklinde söyledikleri şarkılarını (Macahela yaşlılar korosu çok sevimli) ve Kafkas danslarını andıran bol sarsıntılı (!) ve eğlenceli danslarını ben çok sevdim. Yemeklere gelince, genelde sebze yemekleri, tabii ki bol bol karalahana, fasülye ve mısır. Neredeyse hiç et yemiyorlar. Bir de sevdiğim bir spesiyalite: Gürcü mantısı silor..

Muhteşem manzara

Macahel'le ilgili biraz daha fazla bilgi almak isterseniz iki video: 30 dakikalık mini bir Macahel belgeseli ve Macahela yaşlılar korosundan yerel danslar eşliğinde bir şarkı.

Engin ve keçisi

Bizim gezimize dönersek, adresimiz yine Bukla. Galiba Bukla müdavimleri onu bir tur şirketi olarak algılamıyor; bu gezide hem kendimde hem de çevremdekilerde bunu fark ettim. Müşteri-rehber ilişkisinden çok, birlikte gezmeye çıkmış aile üyeleri/tanıdıklar gibi bir ortam var. Bunu en çok Trabzon havaalanındaki karşılamada hissettim ben. “Aa Alp”, “Necip abi, naber?”, “Oberjde havalar nasıl?”, “Koray nerede, Koray?!” muhabbetleriyle süslenen, resmen büyük bir aile buluşması gibi sahneler yaşanıyor.

Fiko

Bizim bu seferki rehberlerimiz Artvinli Osman (ki kendisiyle tabu veya sinema oyunu oynanması tavsiye edilmez, size "10 dakika sonra oradayız" derse asla ve asla inanmayın ve çalıların arkasından fırlayıp sizi orada burada korkutmaya çalışması konusunda da dikkatli olun!!), ve Semih idi – ki kendisini özellikle derelerdeki kurtarıcımız olarak tanıtabilirim. Bir de dillere destan Fiko var, ki kendisi şoförlüğünün yanı sıra, elleri üzerinde yürümesi, dans gecelerinde parende atması, canı sıkıldığında ağaçların tepelerine tırmanıp budama yapmasıyla ünlü..

Bir de grubumuzdan bahsetmeliyim tabii.. Ben uzun zamandır bu kadar eğlenceli ve uyumlu bir tur grubu görmedim; gruptaki herkesi ayrı ayrı sevdim, ilk günden son güne kadar grup içinde en ufak bir gerginlik olmadı, kimse kimseyle dalaşmadı, huysuzluk yapmadı. Dere tepe yürüdük (kelimenin tam anlamıyla), doya doya gezdik ve birlikte çok eğlendik. Derelerde yaptığımız yüzme denemeleri sırasında beni akıntıya kapılıp Karadeniz’e doğru sürüklenmekten her seferinde kurtaran hoşsohbet Nursen hanım, o zorlu Maçahel inişinden sonra diz ağrılarımızı dindirmek için yaptığımız geri geri yürüyüşlere (!) önderlik ederek yörede yeni bir akım başlatan Nuri bey, olaylı kız kaçırma dansındaki kader ortaklarım: kelimenin tam anlamıyla uçan kuştan korkan Burcu ve kaçırılma esnasında kafa kafaya verdiğimiz (!!) Banu, güleryüzlü eski uzunyol kaptanımız Ömer bey, acayip bir özveriyle sürekli fotoğraf çeken ve hepimizle paylaşan Ercan, yürüyüşlerde genelde başı çeken, rahat ve sportif Tülay, tüm yürüyüşlere katılmasalar da her daim güleryüzlü ve pozitif olan İzmirli ikilimiz Elvan ve Derya (özellikle tabu sırasında Osman'ın çileden çıkardığı Semih'i sakinleştirme çabalarını unutamıyorum) ile bol fotoğraflı, bol anılı bir hafta geçirdik birlikte.. Alttaki güzel fotoğraf Ercan'a ait.


Kısaca gezi planımıza gelince:

- Borçka, Şavşat merkez (geceleme: Laşet Pansiyon)
- Şavşat Karagöl, Şavşat köyleri, Tibet kilisesi, İndazvinda, Nahorav yaylası- Geri dönüşte çok zorlu bir iniş yaptık, çünkü patika kaybolmuştu (geceleme: Lekoban yaylası- bir yayla evinde Fiko'nun abisinin yanında kalıp sabah taze sağılmış inek sütü içeren köy kahvaltısı!!)
- Fındık yaylası, Cugat vadisi, Macahel'e iniş, Macahel (geceleme: Deda Ena pansiyon)
- Maral Şelalesi, eski cami, dereler
- Gorgit yaylası
- Macahel vadisinde dere kenarında mangal ve yüzme molası!
- Borçka Karagöl (bu geziyle birlikte buraya üçüncü gidişim bu, burası yakında Türkiye’de en sık gittiğim yerler arasına girecek neredeyse!!) ve dönüş yolunda Fırtına deresinde rafting

Macahel kolaj: Şavşat Karagöl, Deda Ena Pansiyon'dan manzara, Gorgit yaylası, Fındık yaylası

Maral Şelalesi

Bu geziye eşlik eden bazı önemli kareler: Z harfi gibi dimdik tırmanan dağ yollarında, uçurum kenarlarında Fiko'nun minibüsü son derece rahat bir şekilde geri geri sürmesi, önceleri çığlık çığlığa izlesek de bir yerden sonra geri geri gitmenin bize düz gitmekten daha doğal gelmeye başlaması, Macahellilerin bu zor yollarda "Merhaba canum benum" diyerek birbirlerine yol verip durması, 60-70 yaşlarında olmasına rağmen dinçliğiyle bizi tüm patikalarda sollayan dağ keçisi benzeri o şemsiyeli amca, Şavşat'ta peşimize takılan ve önünden koşarak kaçmaya çalışırken düşmeme sebep olan o siyah keçi, Gorgit yaylasında kat kat giyinmemize rağmen bizi delik deşik eden canavar sivrisinekler, herkesin bize ballandıra ballandıra anlattığı ama hiç karşımıza çıkmayan ayılar!.. Sonra.. Sabahları horoz sesiyle uyanmak!.. Sonra.. Engin’in Maral şelalesinde yüzerken alyansını düşürüp daha sonra onu kayaların üstünde “Where is my preciousss?” diye inleyen Gollum gibi arayıp durması ve tabii bulamaması.. İlk gece Şavşat’ta yaptığımız gece yürüyüşü sırasında beni çarpan o muhteşem yıldız denizi ve hayatımda ilk kez gördüğüm ateş böcekleri..

Ayağımda çamurlu botlar, elimde binbir çeşmeden, dereden akan sularla doldurup durduğum şişe, kafamda puşi, kollarımda bacaklarımda yaralar, çizikler, ve böcek ısırıkları.. Ben halimden memnunum, burada herşeyden uzakta sakin ve huzurluyum.. Karadeniz'de yeniden yenilendim.. Ve hepsinin sonunda, Fiko’yu taklit ederek söylemeye çalıştığımız o şenlikli nidadaki gibi hissediyorum: “Yihuuu!”

ekip.. (Tülay İdil'in objektifinden)

16.06.2011

Cinisello Balsamo’da beş hafta!

İlk önce “Cinisello Balsamo da ne ola?” diye bir soru aklınıza gelebilir.. Kendinizi kötü hissetmeyin, bunu sormak çok doğal. Bu acayip isimli yer, ne Hırvatistan’da yeni moda bir koy, ne Hint Okyanusu’nda çok bilinmeyen bir ada, ne de çölde bir vaha.. Ne yazık ki durum biraz acıklı.

Milano'daki komik tabelalardan biri

Harita üzerinden tarif etmek gerekirse, İtalya’yı açıyorsunuz (Roma, Floransa, Venedik, Napoli? Hayır, hayır, bunlar değil), Milano’yu buluyorsunuz (Duomo, moda, Como? Hayır tam olarak bu da değil), Milano’nun kırmızı metro hattını bulup kuzeye doğru gidiyorsunuz (hala gelmedik), son durakta inip Sesto San Giovanni diye bir yere geliyorsunuz (buralar zamanında Romalıların şehir dışındaki bölgeleri bölmek için kullandıkları bir sisteme göre 6.bölge gibi bir şey oluyor anladığım kadarıyla), buradan da çıkıp otoyolların kenarından köşesinden ilerliyor ve Milano ismini yalnızca şehirlerarası tabelalarda görmeye başlıyorsunuz ki işte karşınızda çok sevgili Cinisello Balsamo! İsmi nereden geliyor bilmiyorum; ama ne yazık ki balzamik sirkeyle falan hiçbir ilgisi yok. Burası zaten hiçbir şeyiyle meşhur değil; varsa yoksa bolca şirket, fabrika, otoyol, inşaat.. Daha fazla uzatmadan tasvirimi tek kelimeyle şöyle özetleyeyim: Gebze.

Burası insanların sadece iş amaçlı uğradıkları bir yer. Burada yaşayanlar da var tabii ama Kadıköy’e Körler Ülkesi diyenler Cinisello Balsamo’da yaşayan İtalyanları görse ne derlerdi pek bilemiyorum (bunu düşününce benim mahalleme tarihi bir haksızlık yapılmış gibi geliyor!) Cinsello B.’da ulaşım çok rahat değil, arabasız bir yerden bir yere gitmek çok zor, iş saatleri bazen çok yoğun trafik oluyor, iş dışında ise terk edilmiş gibi. Özellikle gece belli bir saatten sonra otobüsler çok seyrekleşiyor, yürümek için de sevimsiz. Taksi deseniz yağmurlu havalarda bulması bir kabus. Bazı otellerin taksileri akşam sekiz buçuk oldu mu bu semtten koşar adım uzaklaşıyorlar..

Oteller de çok acayip, haftasonları fiyatlar ucuzluyor; çünkü hiç kimse haftasonunu burada geçirmiyor. (Cuma günleri Milano’nun Malpensa havaalanı tam bir kabus, kalabalıktan boğulabilir, saatlerce kuyrukta beklerken bayılabilir, alışveriş manyaklarının aldıklarını gördükten sonra hayat boyu alışverişe tövbe edebilirsiniz..) Benim gibi Pazar günü öğleden sonra yorgun argın buraya vardıysanız ve otelinize yerleşip hafif bir şeyler yedikten sonra dinlenmeyi düşünüyorsanız, haberler yine kötü. Buradaki otellerin restoranları ve oda servisleri haftasonu çalışmıyor. Peki dışarı çıkayım, yakın bir restorana gideyim derseniz, zaten normal zamanda çok az olan seçenekler neredeyse sıfıra iniyor; çünkü yakındaki restoranların çoğu kapalı! Ya uzağa gideceksiniz ya çevrede açık bir pizzacı bulup otele pizza getirtmeye çalışacaksınız, ya da uslu uslu Türk Hava Yolları’nın verdiği ve ne olur ne olmaz diyerek çantanıza attığınız mini Etiform ve fındığa talim edeceksiniz.. Buradaki İtalyanların geçen hafta konakladığım Holiday Inn oteliyle ilgili yaptıkları espri şu: otel o kadar zor bir yerde ve arabasız bir yere gitmek, dışarıya çıkmak o kadar zor ki, bu otelde kalmak gerçek bir “holiday in(!)” oluyor!

Allora.. Durum genel olarak bu minvalde. Üzerinde hiçbir şey yazılamayacak bu yer, benim yaklaşık beş haftalık durağım. Yine iş için buradayım, Cinisello’yla sürekli dalga geçip dursam da genel olarak halimden memnunum. Çoğu birer neşeli şirine benzeyen İtalyanlarla vakit geçirerek, tanıdık tanımadık herkese günde ortalama yirmi milyon kere “Ciao!” diyerek, takside, restoranda, markette - önüme çıkan her fırsatta çat pat İtalyanca konuşmaya çalışarak, kah çalışıp kah az buçuk gezerek, bol bol kahve içip sürekli yemek yiyerek geçiyor günler.. Bu ikinci haftam, daha hiçbir yeri keşfetmedim, her şeyi ağırdan alıyor ve esas olarak Engin’in teşrifini bekliyorum. Kıyafet alışverişiyle arası pek hoş olmayan biri olarak Milano’dan çok beklentim yok, daha çok çevreyi gezmek cazip geliyor şimdilik. Çok huyum olmasa da, bu gezide rahat ve plansız olmak ön planda. Rehberimiz Engin olacak, bakalım ne çıkacak bahtımıza..

Cinisello'daki acayip ananaslar!

28.05.2011

Prag: Acayip bir şehir..

Prag acayip bir şehir. İnsana garip şeyler hissettiren, kendine has bir şehir. Bir yandan zarif, masalsı, büyüleyici; bir yandan da garip bir şekilde korkutucu, karanlık, kasvetli. Acayip..

O yüzden acayip bir yazı gerek şimdi. Aradan neredeyse altı aya yakın zaman geçtikten sonra fotoğraflarıma tekrar bakıp Prag ile ilgili aklımda kalanları geç de olsa yazmaya karar verdim; ama aklıma geldiği gibi, karışık, sırasız.

Prag’da çok acayip bir gece yaşadım, sanırım bu yazıya da o geceyle başlamak en doğrusu: hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri.

Charles Köprüsü'nden manzara..


Prag’da unutulmaz gece – Bölüm I

Prag gezimizin benim için en unutulmaz yanlarından biri, belki de en unutulmazı Karlin Müzikal Tiyatrosu’nda izlediğimiz Jesus Christ Superstar (JCS) müzikaliydi. Ee ne var bunda demeyin; bu benim için çok önemli bir olay; hiç unutmayacağım, kişisel tarihime damga vuran bir olay. Bu sebeple, burada gezi yazısı çerçevesinden biraz uzaklaşacağım; ama JCS mutlaka kayıtlara geçmeli- hiç değilse kendim için yazmalıyım!

JCS, bence Lloyd Weber’in en güzel eseri. Yıllar önce Gethsemane şarkısıyla tesadüfen keşfettiğim, sonra dinlediğim her şarkısıyla giderek daha çok, daha çok sevdiğim, Everything’s Alright’ı eşliğinde kaç kere uyuduğumu hatırlamadığım bu rock-opera benim için dinlemekten hiç bıkmayacağım biricik bir hazine. (Müzikallere burun kıvıranlar bence bir JCS’yi bir de Hair’i hakkını vererek dinlemeli, sonra tekrar düşünmeli!) Not: JCS’yi ilk kez dinleyeceklere önerim kesinlikle 1970 Ian Gillan’ın İsa yorumu, ki olağanüstüdür, üzerine hiçbir şey tanımıyorum.

Neyse, JCS ile ilgili kısa kişisel tarihimden sonra, tekrar Prag’a döneyim.. Prag öncesi internetten etkinliklere bakarken Engin’in “burada ne bulduğuma inanmayacaksın!” sözlerinin ardından bir anda JCS reklamlarını ekranda gördüğümde hakikaten gözlerime inanamadım: Yıllardır canlı izleme hayalini kurduğum o müzikal karşımdaydı! Üstelik, büyük bir şans eseri Prag’da olacağımız tarihleri kapsayan ve sadece bir aylık kısa bir süre için sergilenecekti. Önce gösterinin Çekçe ve sadece konser versiyonu olacağı düşüncesiyle boynumu bükerek bir kenara bıraktım; ama bir yandan da içim içimi yemeye devam etti. Ertesi gün, ne olursa olsun bu gösteriye gitmem gerektiğine karar verdim. Uzunca bir ikna çalışmasının ardından zavallı Engin’i yarım ağızla da olsa Çekçe JCS’ye gitmeye razı etmeyi başardım ve yemeyip içmeyip hemen biletleri aldım. İnternet sayfalarından açıklayıcı pek bir bilgi alamadığımız için gösteri gününe kadar başımıza gelecekleri ben heyecan içinde, Engin ise “artık ne çıkarsa bahtımıza” teslimiyetçiliği ile beklemeye koyulduk.

Prag’da büyük gün gelip çattığında ve Karlin tiyatrosuna vardığımızda itiraf etmem gerek ki beklentim çok düşüktü. Şehir merkezinden uzakta, adı şehrin önemli gösteri salonları içinde pek geçmeyen, yıllar önce çok büyük bir selde neredeyse tamamen zarar görmüş bir tiyatroda, Çekçe bir gösteri.. Öyle etrafta çok fazla reklamı da yok; yani yer yerinden oynamıyor. Muhtemelen sadece basit bir konser olacak, ya da kötü bir müsamere havasında geçecekti. “O kadar büyük bir orkestra da yoktur herhalde, ya arkadan müzik verirler, ya da küçültülmüş bir orkestra olur. Üstüne bir de aktörlerin sesleri kötüyse.. Yine de neyse, en azından şarkıları biliyoruz” düşünceleri içinde yerimizi aldık. Oysa orada bizi bir sürprizin beklediğini ve bu sürprizin her geçen an daha da güzelleşeceğini o sırada henüz bilmiyorduk!

Bir kere tiyatro muhteşemdi: kocaman bir salon, balkonlar, localar, devasa bir avize.. ve sahnede dekorlar! Müzik başladıktan sonra bunun uyduruk bir konser olmadığını, tam tersine hayatımda Broadway ve West End de dahil olmak üzere izlediğim en harika prodüksiyonlardan biri olacağını yavaş yavaş anladım! Dekorlar, bazen havada uçan, bazen yerin dibine geçen oyuncular, bir belirip bir kaybolan kuleler, merdivenler.. Özellikle çarmıh sahnesi çok özenli ve etkileyiciydi. Bir de danslar.. Karlin deyip geçmemeli, özel ekrandan tüm müzikalin İngilizce altyazı-daha doğrusu üstyazısını verdiler. Ezbere bildiğim müzikali Çekçe dinlemek bana özellikle çok değişik ve etkileyici geldi; böylece sözleri bir kenara bırakıp sadece müziğin ne kadar güzel olduğunu fark ettim.

Başrolde oynayan Kamil Střihavka, Çeklerin ünlü bir rock/metal solistiymiş, uzun sarı saçlarıyla karizmatik bir İsa olmuştu, özellikle arkada tek bir elektrogitarın sesi eşliğinde salona ilk girişi çok etkileyiciydi. Tüm oyuncuların sesi güzeldi; ama özellikle Judas Iscariot rolündeki Václav Noid Bárta‘nın performansına hayran olduk. Özel müzikal sahnesinin iç kısmına yerleşmiş ve gösteri sonunda kalkan iç perdeyle beliren orkestrayı da mutlaka anmalı. Klasikten rock’a, gospel’dan baladlara her biri birbirinden farklı karakterli parçalardan oluşan bu kadar renkli bir müziği standart orkestraya ilaveten bateri, elektrogitar, keyboard ve saksafonu da içeren böylesine geniş bir enstrüman topluluğundan canlı olarak dinlemek sanırım bu hayatta çok fazla yaşayamayacağım bir deneyimdi. Kelimenin tam anlamıyla mest oldum. Kana kana su içercesine müziği dinledikten sonra dakikalarca, ellerim sızlayana kadar nasıl alkışladığımı hatırlamıyorum..
Orada fark ettim ki, çok bilinçli olmasa da, eski bir demir perde ülkesi olmalarından ötürü Çeklere karşı içimde hafif bir burun kıvırma duygusu varmış. Sanki böyle bir prodüksiyon sadece New York ya da Londra’da olabilirmiş de, Prag’da olmazmış gibi. Ama gerek o akşam JCS’nin o unutulmaz performansını izledikten, gerekse de Black Light’tan kukla tiyatrosuna, operaya kadar ne kadar çeşitli etkinliklerinin ve ne kadar çok salonlarının olduğu öğrendikten sonra Çeklere karşı içimdeki bu belli belirsiz önyargılardan utandım ve sahne sanatlarında bu denli ileride olan bu ülkeye büyük bir saygı ve hayranlık duydum. Ve tabii Avrupa’ya gidince sıklıkla yaptığım gibi İstanbul’u düşündüm.. Hani şu 2010 Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul. İki yıldır karanlıklar içinde bir hayalet gibi bekleyen AKM’siyle ve Süreyya hariç hiçbiri gerçek anlamda konser/opera salonu niteliğinde olmayan birkaç küçük mekanıyla avunan kocaman İstanbul.

Her şeyi geçtim, Haydarpaşa’sına bile sahip çıkamayan talihsiz İstanbul.

Prag’da unutulmaz gece – Bölüm II

Bu gecenin anlatımına devam etmeden önce Prag’da kaldığımız otel Černá Liška hakkında bazı ön bilgiler vereyim. Černá Liška Çekçe’de Siyah Tilki anlamına geliyormuş. Lisede İngilizce edebiyat derslerinde tanıştığım foreshadow diye bir kavram vardı; öne düşen gölge, olayların ön habercisi gibi. Şimdi Siyah Tilki adını düşündükçe aklıma bu foreshadow kavramı gelip duruyor; meğer önümüzde işaretler varmış da biz olayları yaşarken onları görememişiz!!

Olay öncesine dönelim. Oteli internetten araştırıp bulmuştuk. Hakkındaki yorumlar süperdi, gezi rehber kitaplarında ondan çok merkezi, butik karakterli ama çok hesaplı bir otel, saklı bir hazine olarak bahsediliyordu. Gezimizin ilk günü odamıza girdiğimiz an zaten vurulmuştuk: Karşımızda tabak gibi Tyn kilisesi dikiliyordu. Oda desek, çok geniş, iç içe birkaç kısımdan oluşuyor, girişte ayrı bir vestiyer var, tavanlar rustik desenlerle süslü ve ahşap, odanın geniş üç camı da Prag’ın tam kalbine, eski şehir meydanına bakıyor ve insan bu pencerelerden görünen Tyn kilisesinden bir türlü gözlerini alamıyor. Çok acayip, karanlık, müthiş etkileyici, başka bir zamandan fırlayıp oraya kondurulmuş gibi duran garip bir yapı. Herhalde, diyorum, burası hayatımda görüp göreceğim en güzel manzaralı otel. Odadan dışarı çıkmak istemiyoruz, akşam ışıkları kapayınca yattığımız yerden ışıklandırılmış Tyn kiliesine bakarak uyuyakalıyoruz, o derece. O kadar etkileyici, o kadar büyülü. Bu güzel oteli tercih ettiğimiz için sabah akşam birbirimizi tebrik ediyoruz..

Otelin bulunduğu yerden manzara!

Derken.. Bu hava içinde hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri olan JCS gecesi gelip çatıyor. Hazırlanıp akşam saatlerinde otelden çıkıyoruz. Daha önce anlattığım o muhteşem gösterinin çıkışında JCS sarhoşluğu içinde kendimizi Prag sokaklarına atıyoruz. Soğuğu bile çok fark etmeden, sokaklarda mutlu mesut yürüyüp biraz oyalanıyor, Cafe Louvre’da geç bir atıştırma seansından sonra geceyarısına doğru otele dönüp yatmaya karar veriyoruz. Yolda sürekli “Bu geceyi asla unutmayacağım, unutmayacağım” diye papağan gibi tekrarlıyorum. (Meğer bunun bambaşka bir hikmeti de varmış-bunu gecenin sonunda fark edeceğim!)

Odaya vardığımızda anahtarla kapıyı açmaya davranıyorum ama kapı aralık! İlk aklıma gelen odadan çıkarken Engin’in kapıyı çekmeyi unuttuğu oluyor, o düşünceyle tedbirsiz davranarak odanın içine adım atıyorum. O an yerlerde kırık ahşap parçaları olduğunu fark ediyorum; ahşap kapı çerçevesi kanırtılarak kırılmış, çerçevedeki parçalar etrafa saçılmış..

Korkuyla odaya dalıyorum (hata, içeride biri olabilirdi!): odanın altı üstüne getirilmiş. Kapının kırık parçalarından biri de yatağın yanına fırlatılmış- muhtemelen odada olsak kafamıza indirilmek üzere getirilmiş buraya! Hemen pasaportlarımızın ve paraların durduğu kasayı kontrol ediyoruz; neyse ki her şey yerinde. Şans eseri hırsız kilitli bıraktığım bavulumu kesmeyi de akıl etmemiş veya ihtiyaç duymamış. Onun yerine masanın üzerinde bıraktığım ve dışarıdan deri bir cüzdana benzetilebilecek birkaç makyaj setini alıp gitmiş (hayrını görsün!). İlk şok anlarından sonra canhıraş bir halde resepsiyona inerek orada durmakta olan dünyadan bihaber kişiliğe böyle bir olayın nasıl meydana gelebileceğini soruyor ve hemen polis çağırmasını istiyoruz.

Bostan korkuluğu (sanırım kendisi böyle adlandırılmayı hak ediyor), bize ertesi sabahki kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa gittiğini, hırsızın muhtemelen o ara oteli ziyaret edip odamızı şereflendirmiş olabileceğini belirtiyor. (İş bölümü konusunda çok başarılı olan bu otelde bazen de aşçıbaşı resepsiyonda görevli oluyormuş, bostan korkuluğu bunu bize “halinize şükredin ki bu gece o değil ben görevliyim” dercesine anlatıyor!) Bu sebeplerden dolayı kaçınılmaz olarak otelin en sadık ziyaretçisi olduğunu sandığım bu hırsız, muhtemelen meydanda dolaşıp boş gördüğü otellere dalan bir çingeneymiş. Tüm söylenenlerden, bu tip olayların daha önce de yaşandığını ve artık otel tarafından normal kabul edildiğini anlıyoruz. Bize sakin sakin bunları anlatıp duran bostan korkuluğuna hayretler içinde bakakalıyoruz, kızsak mı gülsek mi kararsızız..

Neyse, derken daha önce Prag’a gidip çeşitli yankesicilik/hırsızlık vs. vakalarını deneyimlemiş tanıdıkların anlattıklarından duyduğumuz meşhur Prag polisi olay yerine intikal ediyor. İki kişiler; biri izbandut gibi bir adam, bir köşede sessiz sessiz duruyor ve bizimle pek muhatap olmuyor- zaten hiç İngilizce konuşmuyor; diğeri ise ufak tefek biri, komik İngilizcesiyle bizimle anlaşmaya çalışıyor. Asterix ve Obelix gibiler. Asterix sevimli bir adam, bir yandan soru sorup not alıyor, bir yandan da aradaki garip yorumlarıyla tüm gerginliğimize rağmen bizi güldürüyor, ki belli etmemek için bayağı çaba sarf ediyoruz. Olayın nasıl oluştuğuna dair ifademizi alıp imzalatıyor. Ardından birkaç uzman daha gelerek odada parmak izi alıyorlar. Sanırım benzer vakaların çokluğundan dolayı işlerini o kadar kanıksamışlar ki robot gibiler. İşleri epey uzun sürüyor. Son olarak Asterix bizden adresimizi istiyor. O niye diye sorduğumuzda çalınmış eşyaları bulup adresimize teslim edeceklerini söylüyor ki bu sefer açıktan gülümsüyoruz yüzüne.

Herkes çekildiğinde tarumar haldeki odamıza girip o gece içinde kaç kişinin ellediğini bilemediğimiz eşyaları hızlıca bavullara tıkıştırıyor ve bir an önce oteli terk etmeye bakıyoruz. Check-out yapmak için resepsiyona indiğimizde bostan korkuluğu neden gittiğimizi soruyor bu sefer. Şaka yapmıyor, ciddi ciddi merak ediyor. Kendimizi güvende hissetmediğimizi söyleyince “Neden?” diye soruyor. Zaten saat geceyarısını çoktan geçmiş, bizde hal kalmamış; o yüzden bu anlamsız diyaloğa daha fazla devam etmeyerek sadece kendisine hışımla bakıyor ve Prag’da bildiğimiz tek büyük otele, Hilton’a gitmeye karar veriyoruz. Pahalı mahalı, merkezden uzak muzak; Prag’daki son iki gecemizi tedirginlikten, çingenelerden, polislerden ve bostan korkuluklarından uzak geçirmekten başka bir şey düşünmüyoruz o sırada.

Bence bu macerayı çok ucuz atlatıyoruz. Erken yatmayı planladığımız o gece ancak sabaha karşı uyuyabiliyoruz, üzerimizden tır geçmiş gibi. Bu uzun gece, hakikaten hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri!

Not. O gece Prag polisine güldük ama birkaç ay sonra hakikaten söz verdikleri gibi bize bir mektup yolladılar. İçinden makyaj çantam çıkmasa da (!) posta kutumuzda Prag polisinden gelen Çekçe bir mektup bulmak gözlerimizi yaşarttı. Daha sonra Engin’in çabalarıyla çevirdiğimiz mektubu okuyup yine bol bol gülümsedik. Otomatik tercüme programlarının henüz Tarzanca’yı pek geçemeyen düzeyde yaptığı çevirilerden çat pat anladığımız kadarıyla, Çek polisinin tüm çalışmalarına, incelemelerine, kamera kayıtlarının izlenmesine vs. rağmen herhangi bir bulguya ulaşılamadığından konu kapatılmış, şikayetimiz düşmüştü. Prag’da bir yerlerde meçhul hırsızlar bostan korkuluklarını izleyip rahat rahat işlerini yapmaya devam ediyorlardı..


27.05.2011

Prag denince ilk aklıma gelenler – mini sözlük

Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde kullandığı sözlük metoduna gönderme yapan bir mini sözlük denemesi..

kafkaesk:Prag denince akla gelenlerden ilki Kafka ve şehirle özdeşleşmiş o güzel sıfat: kafkaesk.. Ne demek bu derseniz bence kelimelere dökmesi biraz zor.. Kafka’nın eserlerini okurken insanın hissettiği şey denebilir: karanlık, gizemli, sanki arkasında çok daha derin bir şeylerin olduğu duygusunu veren.. diyebilirim belki; ama sanırım kafkaesk sıfatının ne demek olduğunu anlamak için yapılabilecek en güzel şey Prag’a gidip şehrin kalabalıklardan uzak sokaklarında biraz yürümek ve havayı koklamak. İnsan o an kafkaeskin ne demek olabileceğini hissediyor..

O yüzden bence Prag’a gitmeden önce biraz Kafka okumalı, o havaya girmeli. (Özellikle Dava’yı tavsiye ederim, sanki günümüz Türkiyesi için yazılmış gibi!!) Prag öncesi okuduğum Kafka kitaplarının etkisine o kadar girdim ki evde süpürgeliklerimizi kemirip duran ve tahta kurdu olduğu söylenen meçhul sese de Gregor adını takarak kendisini ailemizin bir ferdi olarak bağrıma bastım!

soğuk:
Bu sözcük Prag’da tekrar tanımlanıyor. Hayatınızda şu ana kadar soğuk olarak adlandırdığınız zamanları düşünün. Ve şimdi onların hepsini unutun; çünkü onlar soğuk değildi. Kışın Prag’a gidin ve gerçek soğuğu yaşayın! Biraz abartıyorum tabii; ama her şeye rağmen düşünüyorum da –belki şimdi sıcak evimde olmamın da etkisiyle- Prag’a yine de yazın gitmezdim ben. Sanki buraya biraz kasvet lazım, öyle güneşli çiçekli bir havadansa insanı çok hırpalamayan bir serinlik ve hafif kapalı bir hava burası için ideal. Ama keşke bizim gezimiz sırasında hava bu kadar da soğuk ve yağmurlu olmasaydı- ben Prag’ı biraz da palto-eldiven-bere ve çift atkılarımla hatırlayacağım doğrusu!

Vlatava:
Prag’ın içinden akan meşhur nehir. Nazım Hikmet’in şiirlerinde adı geçiyor. Ben Vlatava kıyısında yürümekten çok zevk aldım. Tavsiyem, Prag’a gitmişken mutlaka nehir boyunca yürümek, mesela konser salonu Rudolfinum’dan başlayıp Dancing House’a kadar boydan boya yürümek. Karşı kıyıdaki Prag kalesinin görüntüsü eşliğinde romantik bir yürüyüş bu. Bu güzergah boyunca yanından geçtiğiniz noktalardan bazıları: özellikle uzaktan ve yine özellikle geceleri harika görünen Ulusal Tiyatro binası (adeta başına bir taç kondurulmuş gibi duruyor), köprüler, parklar, Zofin adacığı ve harika Dancing House binası!

Ulusal Tiyatro Binası (Národní divadlo)

Charles:
Roma imparatoru IV.Charles Prag’ı Prag yapan kişi. Pek çok ünlü bina onun zamanında yapılmış, Prag Avrupa’nın çok önemli bir şehri haline gelmiş. Şimdi ise Charles denince ilk akla gelen o harikulade köprü elbette. Charles Bridge bence kesinlikle ya sabah erken, ya da akşam geç, ya da en iyisi her ikisinde de ziyaret edilmesi gereken bir yer. Hangi saat olursa olsun fotoğraf çeken Japonlardan kaçmak imkansız olsa da, en azından o yıldırıcı kalabalıklardan uzak kalmak; köprünün iki yanına dizilmiş kocaman heykeller sizi sessiz sessiz süzerken, şehrin iki yakasında üst üste bindirilmiş gibi duran birbirinden etkileyici yapıları ve Vlatava nehrini seyretmek ve Prag’ı hissetmek için kesinlikle sakin bir saat tercih edilmeli!

Prašná brána ve Obecní dům

mimari:
Prag bence mimarisiyle insanı çarpan bir şehir. Kendine has ilginç bir Gotik tarzı var, sanırım buna Çek Gotiği deniyor. Ama bunun yanında çok farklı stildeki binaları yan yana bulmak mümkün. Bence Prag sanat tarihi okuyan birinin çok farklı stilleri dar bir alanda sıkıştırılmış şekilde bir arada bulabileceği ender yerlerden biri. Bunun en güzel örneği, bir fotoğraf karesi: Bir yanda Prag’da en sevdiğim yapı olan Gotik Powder Tower (Prašná brána) o karanlık, kasvetli, heybetli duruşuyla yükselirken yanında Art Nouveau’nun canlı bir örneği olan Belediye Binası (Obecní dům): sapsarı, renkli, altın yaldızlı, çiçekli, işlemeli.. Prag evleri- özellikle nehrin karşı yakasındakiler- de çok sevimli.

Bu arada not, çok sevdiğim bir link buldum, burada Prag’daki önemli yapılar tarzlarına göre anlatılıyor. Hem Prag’ı tanımak hem de sanat tarihi akımlarıyla ilgili bilgi almak için biçilmez kaftan: Prague Architecture.

Pilsener:
Biz Türkiye’de bu ismi yasaklamaya çalışıp duralım, o Çeklerin gurur kaynağı. Pilsen, aslında Çek Cumhuriyeti’ndeki bir şehir, burada üretilen biralar bu dünyaca ünlü bira çeşidine ismini vermiş. Prag’da her yerde bu hafif ve içimi kolay bira içiliyor zaten, bunların da en meşhuru Pilsener Urquell.

Black Light Theatre:
Bir Prag klasiği. Karanlık, simsiyah bir sahnede özel aydınlatılmış fosforlu kostüm ve objelerle, kuklalarla sergilenen sahne gösterileri. Bir yerden sonra kendini tekrar etmeye başlıyor ama bence mutlaka bir tane izlemek gerekli. Biz Jiří Srnec tiyatrosunun bir gösterisine gittik ve beğendik.

marionette:
Tahtadan yapılmış özel kuklalar. Prag’da pek çok marionette tiyatrosu var. Ucuz hediyelik eşya dükkanlarında pek çok kukla var ama ben hayalimdeki gibi ince işlenmiş bir kukla bulamadım, satılanlar bana çok uyduruk ve turist işi gibi geldi..

Golem:
Buraların Gulyabanisi. Ya da daha doğru bir benzetmeyle Frankenstein’ı. Yahudi kültüründeki efsanevi yaratık. Çeşitli versiyonları olan efsanelere göre Golem hala Prag’da bir yerlerde uyuyormuş! Prag’da her şeyden çok efsaneler ve ilginç hikayeler var zaten, gezerken bunları okumak eğlenceli olabiliyor..

becherovka:
Meşhur bir Çek içkisi. Baharatlı, yakıcı bir çeşit likör. Ben çok sevmedim ama her derde deva olduğu söyleniyor, özellikle sindirim sistemine iyi geliyormuş dediklerine göre. Özellikle yakındaki Karlovy Vary (Carlsbad)’de üretiliyormuş. Çok beğendiğim zarif, kırmızı Bohemya kristalinden yapılma likör kadehleri ve küçük bir şişe becherovka buralardan getirilebilecek güzel bir hediyelik olabilir..

Kapılar & semboller:
Özellikle Malastrana’da harika örneklerini görebileceğiniz, tamamen Prag’a özgü bir şey bu. O yan yana dizilmiş küçük ve şirin evlerin kapıları üzerine o evi tarif eden küçük ahşap semboller asılıyor. Eskiden evlerin adresleri numaralarla değil bu sembollerle verilir, postacılar bu sisteme göre çalışırmış. Binaların, restoranların, otellerin genelde bu tarihi geleneğe gönderme yapan çok şenlikli isimleri var: Černá liška (Siyah tilki - bizim belalı otelimiz!), U Tří housliček (Üç Keman), U tří pštrosů (Üç devekuşu), U bílé labutě (Beyaz kuğu) vs.vs. Hep görsel imgeler kullanılmış, çoğunluk hayvan isimleri ya da objeler. Bu sembolleri anlatan güzel bir kitap da aldık.