23.03.2010

Kuzey Hindistan – Katmandu gezisi

17-28 Şubat 2010

Hindistan ile ilgili karmaşık duygular içindeyim. Önceki seyahatlerimden sonra hiç başıma gelmemiş bir durum bu: yaşadıklarımı, gördüklerimi ve izlenimlerimi tarif edemiyorum.. Bunu ilk önce daha oradayken, kafamda Hindistan’la ilgili düşüncelerimi kendi kendime tanımlamaya çalışırken fark ettim; döndükten sonra da ayaküstü bana “Hindistan nasıldı, nasıldı?” diye merakla soran ve eninde sonunda bir kategorileştirme bekleyenlerin karşısında kısa cümlelerin yetersiz kaldığını anladığımda daha yoğun olarak hissettim. Fotoğraflara bakıyorum şimdi, sanki onlar da gördüklerimi o denli yansıtmıyor. Klişe bir söz bu; ama Hindistan’ı görmemiş birine orayı anlatmak bence gerçekten mümkün değil.

İnsanın bir iki hafta içinde anlayabileceği, özümseyebileceği bir yer değil Hindistan. Ahkam kesmeye kaçmadan anlatmak kolay değil. Seyahat öncesinde ülkenin tarihi, inançları ve yaşam biçimleri üzerine okuduklarımla kafam karışmaya başladı; oraya gittikten sonra da gördüklerime kimi zaman hayran olurken kimi zaman da hayretler içinde kaldım, allak bullak oldum. Çoğu kişide de benzer tepkiler gözlemledim; Hindistan ilk kez göreni kesinlikle çarpıyor! Tam bir kültür bombardımanı ve kültür şoku. Dünya üzerinde bende bu kadar garip etkiler bırakacak, her açıdan bu kadar farklı ve rengarenk başka bir yer var mıdır diye düşünüyorum şimdi; hiç emin değilim..

Gittiğim yerleri ve sırasıyla yaptıklarımı detaylı olarak anlatmaktansa, daha çok izlenimlerimi içeren bir yazı yazmaya karar verdim bu sefer. Zaten gezi boyunca nereye gideceğimiz ve ne yapacağımız konusunda en ufak bir kaygımız, düşüncemiz olmadı bile; zira çaçamız Faruk Pekin bu işin piri; o nereye götürse düşünmeden peşinden gidilir, ne anlatsa dinlenir! Her şeyden önce bunu vurgulamakta fayda var. Benim için bu gezinin unutulmaz oluşunda Hindistan’ın kendisi kadar Faruk Pekin’in de çok büyük etkisi var. Hindistan’ı ilk kez onun bakış açısıyla görmek, kimi önyargılarımı aşmam – veya dürüstçe söylemek gerekirse bazen de aşamayıp sadece önyargılı olduğumu fark etmem açısından büyük bir şanstı. (Aslında bu gezide fiziksel ve duyusal algılamaların yanı sıra düşünsel bir boyut da vardı. Gezi boyunca pek çok kez kendimi sorgulayıp durdum; düşündüklerimin ne kadarının objektif, ne kadarının ise yaşam biçimim ve birtakım kalıplaşmış düşüncelerle perdelenmiş olduğunu çözmeye çalıştım. Her açıdan yoğun bir geziydi..) Tüm bilgi birikiminin ve müthiş rehberliğinin de ötesinde, Faruk Pekin Hindistan’ı seviyor ve bunu size her an hissettiriyor. Şundan eminim ki, başka bir turla, başka bir rehberle, başka bir şekilde Hindistan’a gitseydim bu kadar dolu dolu gezemez ve buna karşılık da bu kadar etkilenmezdim.
nereden çıktı bu hindistan işi?

Hindistan'la doğal bir bağım var bir kere benim: alnımın ortasındaki benim :)



Delhi'de sari denerken
Daha küçükken (belki de seyahat etme isteğimin kökenindeki) Seksen Günde Devr-i Alem romanının Hintli Mrs. Aouda karakteri iz bırakmış bende bir yerlerde. Ta o günlerden bugünlere Hindistan'ı merak eder dururdum; ama özellikle hijyen kaygıları, şu bu derken Hindistan’a seyahat etmek için ciddi anlamda bir girişimde bulunmamıştım. Derken tesadüfler bir araya geldi ve bu fırsat bir daha hayatta ele geçmez diyerek, bir anda kendimi annem, Selmin ve Ömer ile birlikte Fest Travel’ın Hindistan gezisi hazırlıkları içinde buldum!

Gezi öncesindeki birkaç hafta, çeşitli okumalar ve yanımda götüreceğim pratik yiyecek ve ilaç araştırmaları ile geçti. (Ancak gezi için yanımda götürdüğüm mini eczanenin(!) içinden sivrisineksavar ve immuneks dışında pek bir şey kullanmadan geri döndüğümü de belirteyim!)

Passage To India romanı, Muson düğünü ve Ben Kinsley’in oynadığı harika Gandhi filmleri de Hindistan atmosferine alışmak için iyi seçimlerdi..

nerelere gittik?

Bu gezideki rotamız özetle Delhi-Jaipur-Fatehpur Sikri-Agra-Orça-Khajuraho-Varanasi-Katmandu/Nepal (Katmandu, Bhaktapur, Patan, Dhulikel) şeklindeydi, ki Faruk Pekin bu rotanın Hindistan kısmını ilk kez görecekler için “Hindistan 101” dersi olarak tanımlıyor.

Bu saydığım yerlerin hepsini bir film şeridi gibi gözlerimin önüne getiriyorum şimdi.. Hepsinin ayrı bir karakteri var. Elbette bu her şehir için söylenebilir, her şehir eninde sonunda birbirinden farklıdır; ama burada farklılıklar çok daha çarpıcı geliyor.. Örneğin Yeni Delhi ve Eski Delhi arasında keskin bir uçurum var. Yeni Delhi, sanki minik bir Londra: geniş bulvarlar, parklar, modern binalar, yemyeşil ve Avrupa’dan o kadar da uzak görünmeyen bir şehir. Eski Delhi, özellikle de buradaki Chandni Chowk çarşısı, ise belki de gerçek Hindistan’la ilk karşılaşmamız, ve tam bir şok!


Chandni Chowk-Wedding market
Bir kere, insanın beyninde çınlayan o korna sesleri! Hindistan’da sizi ilk çarpan şeylerden biri. Herkes, her saniye, herşey için korna çalıyor! (Zaten araçların arkasında “Horn please” yazıları standartlaşmış). Bir keşmekeş ki tarifi mümkün değil. Kimi motorlu, kimi bisikletle çekilen rickshaw denen tuktuklar, sanki 1930-1940’ların filmlerinden fırlamış gibi duran, hepsi birbirinden garip araçlar, daracık sokaklar, bin türlü değişik insan, satıcılar, dilenciler, sokakların üstünü çardak gibi saran eski püskü kablo yumakları, tepelerden atlayıp duran maymunlar.. Resimlerini Engin’e gösterip heyecanla bunları anlatıyorum; o anlattığım curcunayı fotoğraflarda göremediğini söylüyor bana. Sanırım haklı; bu duyguyu tuktuka binip çığlık çığlıya o daracık sokaklarda dolaşmadıktan sonra tarif etmek olanaksız..

Jaipur, ayrı bir alem. Gördüğümüz binalar, mukavvadan yapılmış bir tiyatro dekorunu andırıyor. Bu karakteristik pembe binalar, üzerlerine sanki beyaz kalemle çizilmiş gibi duran panjur ve kapılar, rajaların stilinde bağlanmış türbanlı adamlar, süslü filler, görkemli mücevherler..
Hawa Mahal ve Amber Kalesi Ganesh kapısı, Jaipur
Fatehpur Sikri, kırmızı kumtaşından yapılmış bir maket şehir gibi.. Agra denince akla tabii ki Tac Mahal geliyor, bu şehir makrena mermeri ve mermer üzerine işlemeleriyle ünlü.. Gitmeden önce “Nedir bu Tac Mahal Tac Mahal diye tutturdukları, bu kadar büyütülecek ne var ki?” diyenlerdendim; ama o kapıdan geçtikten sonra yansımaların da etkisiyle insan hakikaten kendini ayrı bir boyuttaymış gibi hissediyor, büyüleniyor. Çok estetik, hülyalı bir yapı. Mimari stil olarak Tac Mahal’e öncülük eden İtimat-ül Devle türbesi de son derece zarif ve etkileyiciydi. İslami mimariyle hiç ilgisi olmayan biri olduğumu özellikle vurgulayayım- orayı da çok beğendim.

Süper lüks (!) bir ekspresle ulaştığımız Orça karanlık ve kasvetli; ama bir yandan da görkemli, acayip bir yer, bir hayalet şehir. Derken Khajuraho.. Ben buradaki tapınakları hayatım boyunca unutamayacağım. Bin yıl öncesinden kaldıklarını düşününce daha gerçeküstü geliyor insana, o denli etkileyici.. O heybetli yapılar, üzerlerindeki binlerce kabartma, ayrıntılar, ayrıntılar, o müthiş medeniyetin izleri, kimi erotik, kimi çok esprili heykeller.. (Bu arada, meraklısına: buradaki heykelleri doğru olarak anlamlandırmak için anahtar sözcük: tantrizm)

Khajuraho kolaj
Ve hepsinden garibi, gitmeden önce rüyalarımıza giren, pek çok inancın kutsal şehri Varanasi.. Ganga’da sabah güneşin doğuşunu izlemek, mumlar yakıp nehre bırakmak, bir yandan güneşin doğuşunu kendi kendine alkışlayarak ve gülerek kutlayan gariban bir adama şaşırmak, onun yanında sırasıyla banyo yapan, otel havlularını yıkayan, ayin yapan ve tabii ki ölülerini yakan farklı insanlardan oluşan mahşeri kalabalığı karmakarışık duygular içinde uzaktan izleyip durmak..

Kısacası, bu gezide hiç bitmeyen tek bir duygu varsa, o da şaşkınlıktı..

Varanasi
insanlara dair gözlemler..


Fatehpur Sikri Camii
Bir kere müthiş renkli giyiniyorlar. Öyle böyle değil, o sariler her renkte, her tonda.. Fosforlu pembeler, yeşiller, sarılar.. Bir eşarp veya bluz bakarken satıcıların bize gösterdiği renklere “Yok artık daha neler” havasında bir tepki verdiğimizde, samimi olarak “Ama ama.. bu renk tam size göre madam!” diyerek hem şaşırıyor, hem de giymeye mahkum göründüğümüz soluk renklere bakıp içten içe bize acıyorlar sanki.

Hint kadınları genel olarak çok güzeller; yüz hatları ince, gözleri anlamlı. Hindistan’dan sonra Nepal’le karşılaştırınca bu farkı görmemek mümkün değil. Genellikle çok süslü giyiniyorlar, renk renk elbiselerin yanı sıra imitasyon da olsa bol bol takıp takıştırıyorlar. Kınalar, eşarplar, her şey rengarenk. Çocukların bile gözlerine sürme sürüyorlar.

İnsanların halinde tavrında ise genel bir eziklik var. Müşteri – satıcı/garson/otel görevlisi vs. ilişkisinden öte, farklı bir şey bu bahsettiğim. Hallerinde bir gülümseyen bir naiflik, iyi niyet; ama bazen az bazen çok hissedilen bir eziklik hissettim ve bunu hissetmek bana acı geldi.

şu açık ten meselesi

Galiba onlar için neredeyse kutsallık mertebesinde bir şey açık tenli olmak. Televizyonlarda tüm başrol oyuncuları esmer ama sanki ciltlerini açtırmışlar gibi.. Sanırım bir yandan kendilerine benzetip bir yandan da açık tenli buldukları için bize büyük ilgi gösterdiler!

Gazeteler her Pazar bizdeki seri ilanlar gazetesi gibi yaklaşık on sayfalık bir evlilik eki veriyor. Burada eş arayan insanların verdiği ilanlara bakınca insan şaşırıyor; çoğunda açık tenli olmak ana kriter. Bu ilanlara bakmak, toplumun yapısı hakkında insana az da olsa fikir veriyor.. Kastlar anayasada kaldırılmış olsa da bu ilanlarda hala çok önemli bir yer tutuyor..

inanılmaz sokaklar, yollar..

Turist otobüsünün içinde sokaklardan geçtikçe kendimi ayrıkotu gibi hissediyorum. Sanki bir zaman tünelinde ya da bilgisayar oyunundayım. Çevreme, yola, sokağa bakıyorum; sanki hem oradayım hem de oranın çok dışındayım.. Bir cam fanus içinde, hayatımda benzerini görmediğim bir yerde, sadece bir izleyici gibi, sürekli şaşırarak yol alıyorum. Gördüklerime hayret ediyorum, inanamıyorum, anlamlandıramıyorum. Bu insanlar niye böyle yaşıyorlar? Bu soruyu sürekli sorup duruyorum.

Sokak, yaşam demek. Her şey sokakta: çocuklar oynuyor, insanlar dişini fırçalıyor, saçını kestiriyor, tuvaletini yapıyor!!! İnekler yatıyor (bu arada buradaki inekler hörgüçlü), her an bir motosiklet ya da rickshaw sağdan soldan fırlayıveriyor.. Hatta Agra şehir merkezinde yoldan bir manda sürüsünün geçişine bile tanık olduk! İnsanlar hayvanlarla iç içe yaşıyorlar; sokaklarda tropik kuşlara, ineklere, keçilere, minik kuyruklu sincaplara rastlamak hiç de sıradışı bir olay değil.. Yalnız, o kadar hayvanın içinde, dikkat çekici bir şekilde, sokaklarda tek bir kedi bile yok (Moda’da yaşayan biri olarak en garipsediğim şeylerden biri!). Onların yerini sanki maymunlar almış gibi..

Şehirlerarası karayolu yolculuğu anlatılmaz bir deneyim. Delhi-Jaipur arasındaki 200 küsür kilometrelik yolu 6,5 saatte (ama ne 6,5 saat- ve otobüsün en ön sırasından!) alışımızı hiç unutmayacağım. Bir bilgisayar oyununda sağdan soldan çıkan türlü engel ve yaratıklara çarpmadan turu tamamlamaya çalışıyorduk adeta! Yol boyunca defalarca tekrarlanan bir sahne: acı kornalar eşliğinde bir şeylere son anda teğet geçiyoruz; biz annemle çığlık atmaya hazır, gerilmiş, tükenmiş bir halde birbirimize bakarken, şoförümüz ve diğer araçlardaki insanlar ayrı bir alemde, sinirleri alınmış gibi tepkisiz ve sakinler! Burada ne olursa olsun insanlar istifini fazla bozmuyor. Neler neler oluyor, ne manzaralar yaşanıyor; ama hayat o karambollü sükunet içinde aynen devam ediyor. Bunların milyonda biri İstanbul’da trafikte yaşansa her an toplu katliam olabilir, o derece! Bu farkta Hintlilerin inanışlarından gelen tolerans ve kanıksama kültürü çok etkili sanırım.

Sokaklardaki bir diğer ilginç manzara da sadular.. Belli bir yaştan sonra dünya nimetlerinden ellerini eteklerini çekip bir dilenci gibi yaşayan ermişler.. Hindistan ezber bozan bir yer; burada dilenen zavallı bir adam, bir berduş, varlıklı insanlardan çok daha üstün bir kişi olarak görülüyor. Zenginlik, fakirlikten üstün değil. Evet, bir yandan ruhani bir yönü var bunun; ama bir yandan da Hinduizmin toplumdaki büyük uçurumlara rağmen bu sistemi nasıl ayakta tutabildiğini, eşitsizlikleri nasıl açıkladığını biraz olsun gösteriyor.

“pislik”

Hindistan pis mi? Buna cevaben Faruk Pekin’in sözünü anmadan geçemeyeceğim: “Pislik sizin kafanızda!” Dayanılmaz görüntülerle karşılaştığımızda, kimi zaman ironik olarak da olsa kendimize tekrarlayıp durduğumuz bu söz, aslında doğru galiba; Hintliler için neyin kutsal neyin pis olduğunu kendi bakış açımızla yorumlamak biraz zor. Onlar için çoğu şey hayatın içinden ve doğal, bu yüzden de pis değil. Buna tuvalet, hayvanlar ve ölüler dahil. Galiba bütün bunlarla iç içe yaşadıklarından ve inanışlarından ötürü neredeyse hiçbir şeyi sıradışı olarak algılamıyorlar.

Ben bu gezide kendimi bu konuda epey geliştirdiğimi düşünüyorum. Hayatta dayanamayacağımı düşündüğüm görüntülere bir süre sonra alışmaya başladığımı fark ettim; ama özellikle birkaç yerde de yanlış bir şeylere basma endişesiyle, kafamı kaldırmadan, etrafa bile bakmadan, sadece yürümekte bile zorlandım doğrusu!

alışveriş


bulunmaz Hint kumaşları!
Hindistan bir alışveriş cenneti. Mücevher, kumaş, hediyelik eşya, kına, sürme, çay, baharat, mask, tütsü.. Ne ararsanız. Hangi fiyata isterseniz. Zaten çoğu yerde elinize hesap makinesi tutuşturup “Write your price!” diyorlar..

Pazarlık diz boyu.. 30 dolarlık bir şeyin 5, hatta 1 dolara kadar düştüğünü çok gördüm. Ancak Türkler de gerçekten bu konuda Hindistan’a damgalarını vurmuş! Mesela, hiç de merkezî olmayan bir yerde, şehirlerarası yoldaki bir midway’de (bizdeki benzinciler gibi), dükkandaki bir satıcı yanımıza gelip Türkçe olarak “İndirim mindirim?” isteyip istemediğimizi sorunca şaşıp kaldık.. Demek ki cengaver Türkler buralara gelip o kadar çok indirim mindirim (ikilemeye dikkat!) yaptırmış ki literatüre geçmişler.. Benzer Türkçe ifadeleri daha turistik yerlerde çok duyduk; ama en şaşırtıcısı sanırım buydu.

Sokaklardaki satıcılar ve dilenciler, özellikle turistik yerlerde, gerçekten çok bunaltıcı olabiliyor. Otobüsten iner inmez çevrenizi bir kalabalık sarıyor, her kafadan bir ses çıkıyor, gözünüze sokulan binbir çeşit satılık objeden, uzanan kollardan, sağdan soldan peşinize takılan ve sohbet açmaya çalışan insanlardan dolayı yürümek epey zor bir hal alıyor. Tek kural var: Ne olursa olsun konuşma! Minicik bir “No!” bile onlar tarafından iletişimin başlangıcı gibi algılandığından daha sonra geri dönüşü mümkün olmuyor. Satıcıların ısrarcı, insanı rahat bırakmayan bir tarzı var. En perişan yerdeki hırpani sokak satıcısından en lüks otellerin pahalı dükkanlarındakilere kadar hiç fark etmiyor, neredeyse hepsi bizim pazarlarda alıştığımız “Geeel, geel!” havasında müşteri çekmeye çalışıyor. Herhangi bir şeye el atmanız ya da sadece bakmanız bile yeterli; anında yanınızda bitip satış işlemlerini başlatıyorlar!

Şaşıp kaldığımız bir diğer konu, turistik mekanlardaki fotoğrafçılar. Sizin haberiniz olmadan pek çok fotoğrafınızı çekiyorlar, sonra da peşinize düşüp bunları satmaya çalışıyorlar; ama burada gerçek bir çaba ve mücadele söz konusu. Paparazziler gibi sizi her yerde takip ediyorlar, bindiğiniz araca tutunup sizinle seyahat bile ediyorlar, hatta bir gün sonra şehrin alakasız bir yerinde bir anda ortaya çıkıyorlar ve mutlaka ama mutlaka sizi buluyorlar!

diğer ayrıntılar

Her şeye Ganeş ile başlamalı. Ganeş, fil başlı, bebek vücutlu, tombik göbekli sempatik tanrı, Şiva’nın oğlu ve mağduru, aklın ve yeni başlangıçların tanrısı. Gezimize damgasını vurdu, her yerde ona rastladık, her rastlayışımızda gülümsedik!

Hint tarihinde bazı süper karakterler var. Bunlardan biri Jaipur rajalarından Sewai Jai Sing 2, nam-ı diğer “bir tam bir çeyrek”! Adamın lakabı buymuş, Ekber Şah çok akıllı bulduğundan- aklı bir tam aklı aşıyor diye- onu bu şekilde adlandırmış. Sewai’in kendine has bir tam bir çeyrek bir bayrağı bile var! Sewai, Jaipur’un şehir planlamasını yapmış, birbirini dik kesen yollar; yükseklikleri üzerinde bulundukları sokakların genişliğinin yarısını aşmayan binalar, ve türlü astronomik ölçümlerin yapılabildiği Jantar Mantar isimli gözlemevleri yaptırmış. Tam bir akıllı bıdık!

Rajaların hayatlarına dair ayrıntılar, tam bir zevk ü sefa divânı. Babürlülerin tarihi ise karışık ama hareketli. Bir yanda içkiyi uyuşturucuyu eksik etmeyen ama sonra kafası iyiyken ezanı duyunca namaz yolunda merdivenlerden yuvarlanıp ölen Hümayun, diğer yanda her dine açık, hoşgörü abidesi Ekber, sanatkar oğlu Cihangir, onun yine sanatkar ama entrikacı ve güçlü karısı Nur Cihan, meşhur Şah Cihan ve gaddar oğlu Evrengzeb.. Bu gezide Mughal (Babür) mimarisinin pek çok çarpıcı eserini görme fırsatı bulduk. Burada ilginç bir not olarak, Taj Mahal’deki cami ve sırf ona simetrik olsun diye yapılmış, işlevsiz El Cevap isimli yapıyı da anmadan geçemeyeceğim.

Üst sıra: Hümayun türbesi, Tac Mahal, İtimat-ül Devle Türbesi, Alt sıra: Tac Mahal pietra dura, Tac Mahal-El Cevap, Tac Mahal giriş kapısı

Lakşmi Narayan Tapınağı, Delhi
Hindistan, adeta bir dinler karması. Çok farklı inanışlardan insanlar yanyana yaşıyor: Hindular, Müslümanlar, Sikhler, Parsiler, Budistler, Hristiyanlar, daha önce adlarını duymadığım Caynacılar.. Hal böyle olunca Hindistan efsaneler, mitler, renkli hikayeler ve onların izleriyle dopdolu.. İçimiz dışımız tanrılar, taşıyıcılar, avatarlar ve onların hikayeleri oldu.. Bana ilginç gelen bir nokta da, Hinduizm’in yaşayan bir yönü olması; Hinduizm, tarih içinde çeşitli şekillerde evrilmesi, kılıktan kılığa girerek hep değişmesi ve insanların yaşamlarının her aşamasında rol oynaması açısından diğer dinlerden farklılaşıyor.

Yine ilginç bir not; bildiğimiz bazı sembollerin aslında çok eski Hint medeniyetlerine ait olduğunu öğrendik. Bunların içinde eril-dişil enerjilerin birlikteliğini simgeleyen altı köşeli yıldız ve sonradan adı kötüye çıkmış ama aslında bir uğur simgesi olan gamalı haç-svastika da var..

Hindistan’da delilik boyutlarına varan bir olay da kriket. Bizde futbol neyse orada da kriket o, belki daha bile fazlası. Jaipur’da ulusal kriket takımıyla aynı otelde kalma şanssızlığını yaşadık ve bu ülkede kriket söz konusu olduğunda akan suların nasıl durduğunu bizzat gözlemledik!

Güvenlik konusunu Hintliler çok abartabiliyorlar. Mumbai saldırılarından sonra özellikle havaalanlarındaki güvenlik önlemleri bezdirici bir hale gelmiş. Aynı uçuş için tüm çantalar belki üç dört kere x-ray’den geçiriliyor, bu da yetmiyor, bir de üç dört kez elle didik didik aranıyor!
“ne yediniz siz orada? aç kaldınız herhalde!!”

Öncelikle dışarıda neredeyse hiçbir şey yemedik; dolayısıyla Hint yemekleri tecrübemiz otellerin açık büfeleriyle sınırlı kaldı. Bu yüzden muhtemelen tattıklarımız Batı damağına daha uygun, “hafifletilmiş” Hint yemekleriydi.

Hint yemeği denince akla baharat geliyor. Baharat o kadar önemli ki, yanlış bilmiyorsam ülkenin destanlardaki adının kaynağı bile baharat! (Ünlü Mahabharata destanı “Maha (büyük) + Bharata (Baharat ülkesi insanları)” kökünden geliyormuş!) Her şeye baharat koyuyorlar; ama öyle böyle değil, bazı yiyecekleri ağzınıza attığınızda sanki diliniz uyuşuyor! Baharat karışımı anlamına gelen masala kavramı Hint mutfağına damgasını vurmuş. Her türlü yemeğe özgü bir masala var; çay isimlerinde de masala çok geçiyor. (Yine not, kahwa masala, kahve değil, baharatlı bir çay karışımı)

Baharat kısmını hariç tutarsak, benim gördüğüm kadarıyla Hint mutfağı o kadar da acayip ve bize uzak bir mutfak değil. Sebzeli yemekleri (özellikle karnabahar çok kullanılıyor), pilavları, nan-chowpati vs. türlü türlü ekmek ve pideleri, özellikle Keşmir yöresinden et yemekleri (kebap, tandır vs.), yoğurt ve lassileri (baharatlı bir çeşit ayran), bizdeki sütlü tatlıları çok andıran tatlıları var. Pancar çok kullanılıyor. Meyvelerden de muz, mango, ananas ve diğer tropikler.. Ben oradayken sabah akşam küçük ve lezzetli muzlardan yiyip durdum!

biraz da nepal..

Gezimizin son iki-üç gününü Katmandu’da geçirdik. Katmandu, 68 kuşağının efsanevi şehri, benim için de Cat Stevens’ın o yumuşacık şarkısı ve gezinin çok merak ettiğim kısımlarından biriydi. Uçakla yaklaşırken Himayaları uzaktan da olsa bulutların üzerinden görebildik.

Katmandu’da ilk karşılaştığımız manzara pek de iç açıcı değildi: Paşupatinat (en kutsal tapınak)’ta nehir kıyısında ölü yakılan ghatlar. Durgun ve çok pis bir su, sürekli oradan buradan yükselen dumanlar, havada insanı altüst eden yoğun bir yanık kokusu.. Paşupatinat sokakları ise özellikle Varanasi’den sonra bana çok daha temiz geldi.

Paşupatinat'ta ölü yakma töreni
Katmandu ve çevresi, tapınak kaynıyor. Her yer küçüklü büyüklü tapınaklarla dolu, elini sallasan tapınağa çarpıyor.. Hindistan’dan farklı olarak, burada pagoda stili tapınaklar da görmeye başladık ve neredeyse her şey ahşap oymalıydı (hatta bir dükkanda ahşaptan yapılma elastik bir kravat bile gördük!!) Katmandu ve yakınındaki yerleşimlerden Bhaktapur (Katmandu çevresinde en beğendiğim yer) ile Patan’ın eski merkezleri, bu tapınakların ve oymacılığın en güzel haliyle görülebileceği yerler. Ama bu eski merkezlerden dışarıya çıktığınız anda, sanki çok tanıdık bir yerde, Türkiye’desiniz! İstanbul’da ücra bir semtte ya da bir orta Anadolu şehrinde gibi hissettim kendimi. En ufak bir yeşilliğe yer bırakılmadan yan yana dikilmiş çirkin binalar, hiç bitmeyen bir şantiye havası, toz toprak içinde yollar, kamyonlar, trafik.. Katmandu’nun estetikten yoksun bu yüzü doğrusu hiç de beklediğim gibi değildi.

Katmandu, Himalayaların eteğinde bir vadiye kurulmuş ve belki de en çok bu sebepten yoğun bir hava kirliliği var. Ancak başkentten epey dışarıya çıkınca hava ve ortam değişiyor, biraz yeşillik görmeye ve temiz hava solumaya başlıyorsunuz. Himalayalara yakın Dhulikel isimli yerleşimde ise tam bir dağ havası var, sanki yaylada gibi hissediyorsunuz. Burada akşam epey üşüdük, ama kamp ateşi yanında Nepal halk dansları izledik, hatta Yeti kostümlü bir karakterle tek tek hepimiz kucaklaştık!! Dhulikel’le ilgili olarak hatırlayacaklarımdan bazıları: bu folklor gösterisi, gösteri sonrasında naif İngilizcesiyle Faruk Pekin’e teşekkür eden resepsiyon görevlisinin konuşması, Faruk beyin gözlerinin dolu dolu oluşu, yediğimiz güzel yemek ve dayanamadığım o müthiş lezzetli Nepal tereyağı!!

Dhulikel-Nepal halk dansları
Katmandu’daki inançlar Hindistan’dakilere göre biraz farklılaşmış; tarihleri de inanışları da çok karışık. Budizm, çıkış noktası olan Hindistan’dan bugün neredeyse tamamen silinmişken, Nepal’de güçlü olarak karşımıza çıkıyor. Oymalı kapıları, kral sarayları, her yerleşimdeki Durbar (Saray) meydanları, Kumarileri (yaşayan tanrıça) ile Nepal, Hindistan’dan çok farklı bir görüntü sunuyor bize. Ancak gezinin sonlarına doğru, yorgunluğun da etkisiyle artık çoğu ayrıntıyı takip etmekte zorlanıyoruz.

Üst sıra: Patan, Bodnat. Alt sıra: Bhaktapur, Katmandu-Kumari'nin evi
sonuç?

Daha anlatacak çok şey var; ama sanırım bu kadarı yeterli.

Sonuç?
Hindistan beni etkiledi.
Nokta.
“Beğendim-Beğenmedim”, “Pisti-Yok, o kadar da pis değildi” ikilemelerini artık siliyorum kafamdan; bu kısacık sözler Hindistan’ı anlatmıyor bana.
Hindistan kendine özgüydü, farklıydı.
Hindistan’ı görmek müthiş bir deneyimdi.

Zaman tünelinden çıktım artık.
Geriye döndüğümde bütün algılarım yerinden oynamış gibiydi, neye baksam bana çok farklı geliyordu. Sadece on gün sürse de bu yoğun yolculuktan sonra gerek fiziksel gerek düşünsel olarak dinlenmem, kendime gelmem çok uzun sürdü. Alt üst oldum, yavaş yavaş alışıyorum.

Bir süre daha, Engin’in hiç hoşlanmadığı Hint ve Nepal müziklerimi dinleyip fotoğraflarıma tekrar tekrar bakmaya devam edeceğim sanırım.
Ve Ganeş’in bana yeni başlangıçlar getirmesini bekleyeceğim..


Varanasi'de okul servisi