25 Temmuz-1 Ağustos 2010
Bu yaz tatili, diğerlerine hiç benzemiyor. Evet, bu sefer deniz yok; ama onun yerine neler var neler.. Yemyeşil, vahşi bir doğa, dağlar, dereler, şelaleler, muhteşem manzaralar, bulutlar, bulutlar.. Bayıldığım yemekler, hepsini ezberlemek istediğim türküler, şen şakrak, matrak, candan insanlar..
hazırlıklar – trekking yapacaklara öneriler
Hayatında daha önce gerçek anlamda trekking yapmamış bizler için bu gezi yeni bir dünyaya ilk adım ve pek çok hazırlık gerektiriyor. Önce “Hmm, kot pantalon ve spor ayakkabıyla olmuyor muymuş ya, niye ki?” cümlesiyle başlayan, sonra www.bukla.com’un gerekli malzemeler sayfasındaki listeyi incelemekle devam eden ve illa ki Karaköy’deki doğa malzemeleri satan dükkanları arşınlamakla son bulan bir evrim süreci bu.
Özeti şu: Yaylalarda trekking yapacaksanız aslında hayati bir tek şey var: trekking botu. Bot kötüyse, her şey bir kabusa dönebilir. İyi bir trekking botunun en önemli özellikleri, bileği koruması, su geçirmemesi, hafif olması ve tabii ki özel tabanı (reklamları bitiriyorum). Bu güzide botlar bayağı pahalı ve numaraları normal giydiğiniz ayakkabı numarasından farklı olduğundan deneme sürecinde bocalayabilirsiniz; özellikle de benim gibi kararsız biriyseniz! Ama bir kere kendinize uygun bir trekking botu buldunuz mu, onu bağrınıza basıyor ve parasını çıkarmak için dere tepe düz gitmek, sürekli trekking yapmak istiyorsunuz!
Listeden devam edelim, hafif ve kolay kuruyan pantalonlar, tercihen şort olabilenlerden. Sırt çantası hafif ve arkası fileli olursa hem hava alıyor hem de terlediğinizde sırtı rüzgardan koruyor. Trekkinge özel sırt çantalarının kendi yağmurlukları var. Bir de kendinize yağmurluk gerek tabii, panço olursa daha iyi ama biz tüm İstanbul’u aramamıza rağmen panço bulamadığımız için İKSV’nin açık hava konserlerinde dağıttığı yağmurluklarla idare ettik.
Bir diğer güzel ve faydalı arkadaşımızı unutmayalım: tozluk! Benim gözbebeğim, engin’in ise gitmeden önce “ne işe yarayacak bu” diye sürekli dalga geçtiği; ama yağmur ve dolu altında sucuk gibi ıslanıp botlarının içi su dolunca bin pişman olup ayder’de köşe bucak aramasına rağmen bulamadığı o ayrıntı, evet, tozluk. Tozluk, bacağı bilekten dize kadar sarıyor, böylece botun bilek kısmından su girmesini engelleyerek kuru ve mutlu kalmanızı sağlıyor, bir de size havalı bir jokey görüntüsü veriyor.
Kısacası, her şeyin su geçirmeyen, kolay kuruyan ve hafif olanı, Karadeniz için biçilmiş kaftan denebilir.
Burada aynı gün içinde havanın bir anda değişmesi çok olağan (biz de bizzat şahit olduk; sıcak bir günde bir anda sağanak yağmura sonra da çok sert bir doluya tutulduk!). O yüzden çantada pek çok malzeme taşımak gerekiyor: yedek tshirt, yedek çorap, polar, yağmurluk, su matarası, mutlaka güneş kremi vs. Bunların birini unutmak, ya da “Amaaan bugün hava güneşli, poları kim taşıyacak ki” cümlesi, ilerde acı acı gülümseyerek hatırlayacağınız bir anı olabilir.
Her şeyi giyinip yedekleri de sırt çantasına koyunca tam teçhizatlı turistlere dönüşüyorsunuz. Bir de kafanıza Rize’ye özgü puşilerden ya da her şekle giren Buff’lardan bağladınız mı, artık yola çıkmaya hazırsınız!
bukla ile doğu karadeniz yaylaları
“Cezdurici”mize gelince.. Bukla’nın sitesinde herkesin kendisine methiyeler yazdığı rehberimiz Alp, hepsini hak ediyor. Alp, bence bir dağ keçisine benziyor (tip olarak değil tabii!) Kendisi Hopalı halis bir Laz; deli dolu, içten, yardımsever, hiçbir şey yememesine rağmen etrafına durmadan enerji saçan, hoplayıp zıplayan, “ben şuradaki tepede bi zirve yapıp geliyorum, bekleyin”(!) şeklinde ilginç cümleler kuran, gündüzleri fıkra anlatıp türkü söyleyen, trilyon tane fotoğrafımızı çeken, akşamları da horon başı olarak karşımıza çıkan acayip bir karakter. O olmasa gezimiz asla böyle keyifli geçmezdi. Bukla’nın sırrı, bence bu. Tüm rehberler bizzat yöreliler; anlattıkları şeyler kendi hayatları, kendi kültürleri, gezdirdikleri yerler de kendi memleketleri.. Böyle olunca, onların samimiyeti size de yansıyor, gruplar kaynaşıyor, hatta trans-grup kaynaşmaları bile yaşanıyor!..
dağlar dağlar
Zor parkurlarda belli bir tempo içinde, nefeslere dikkat ederek ve çok uzun olmayan molalar vererek uzun mesafeler yürüdük. (Bu arada bence, inişler çıkışlardan daha zor, daha çok dikkat istiyor.) Geçtiğimiz yollarda derelere, şelalelere (şelale altında serinlemek çok diriltici bir hismiş!), kır çiçeklerine, harika görünüşlü mantarlara rastladık. Yükseldikçe, manzaralar enfes hale geliyor, hele bir de hava açık ama bulutlar aşağılara çökmüşse! Burası öyle acayip bir yer ki en alakasız kişi bile profesyonel bir fotoğrafçıya dönüşebilir. Renkler, yansımalar müthiş; insan durup seyretmeye de, fotoğraf çekmeye de doyamıyor.
Bölgedeki en yüksek dağ, 3937m ile Kaçkar zirvesi. Alp her çıktığımız yaylada efsanevi bir varlıktan bahseder gibi Kaçkar’ı işaret ediyor bize. Bizim bu turda çıktığımız en yüksek nokta ise, 3000 m. ile Kavrun yaylası. Kendimle ilgili bir şey keşfediyorum, 2000 metreyi geçince parmaklarım hızla, dolma gibi şişiyor, çok matrak!
Ve bir milat: Ben ki her yerde, her daim üşürüm, 3000 m.de, karlı bir dağın eteğinde, sisler içinde, kayaların arasından buzzz gibi bir göle girdim! Adı Kavrun Büyük Deniz Gölü’ymüş, lütfen kayıtlara geçsin, kütüğüme işlensin! Hayatımda yüzdüğüm en soğuk su kütlesiydi; her yerim uyuşmadan önce sadece birkaç kulaç atmaktan ve sonra geri dönmekten ibaret olan bu cesaret denemesine yüzmek denirse tabii..
Ayder ve Pokut dışında gittiğimiz yaylaların hiçbirini önceden duymamıştım: Bölgedeki tek Laz yaylası olan Avusor, orman içinden çıkılan zor parkur Huser, ayrıca anlatılmayı hak eden Pokut ve Sal, sisli bir havada çıktığımız, patikası beş balkondan oluşan ve tepede sizi pek çok gölle karşılayan Kavrun.. Bu arada bölgedeki isimler beni cezbetti, mesela Hazindak (Hazindağ), Çaymakçur, Ernetap, Palovit, Naletleme Boğazı(!) vs.
Yaylalar, genellikle ağaç sınırının üzerinde yer alıyor, 2000 m. üzerinde. Ama istisnalar da var; mesela Ayder ve Pokut ağaçlık yaylalar. Yüksek yaylalarda su bulma sıkıntısı olmuyor, biz de tüm yürüyüşlerimiz boyunca patikalardaki puar denen noktalarda pınardan mataralarımızı doldurarak çok lezzetli, yumuşacık ve doğal sularla serinledik.
pokut pokut pokut
Bu bölümde iyice çenem düşecek, uyarıyorum; ama her şey bir yana, o gün, Pokut’a gittiğimiz o gün bir yana!
Öncelikle şöyle başlayayım. Karadeniz’de her köyün belli bir yaylası var, yani her isteyen istediği yaylaya çıkamıyor, ev yapamıyor, ev alamıyormuş. (Biz Pokut’a yerleşebilir miyiz diye biraz araştırdık da; ne yazık ki bunun mümkün olmadığını söyleyeyim, o köyden biriyle evlenmezseniz tabii!!) Çamlıhemşin’e bağlı Ortan köyünün, ki uzaktan bakınca heybetli ve koyu yeşil dağların arasına sanki raptiyeyle tutturulmuş birkaç tahta ev gibi görünüyor bu köy- ahalisinin yazları çıktığı yaylanın adı, Pokut. Yani kısaca dünyada bazı şanslı insanlar var, bunlar kışın Ortan Köyü’nde, yazın Pokut’ta yaşıyorlar!
Pokut’ta sadece Haziran-Ekim arası hayat var. Ulaşımı çok zor, belki Ayder gibi kalabalık ve kirlenmiş bir yayla olmamasının temel sebebi de bu. Öyle herhangi bir araçla değil, askeri bir unimogdan modifiye edilmiş ilginç bir araçla çıkıyoruz Pokut’a. Anayoldan ayrıldıktan sonra yaklaşık 13 km.lik bir yol var; ama biz bunu ancak bir saatte çıkabiliyoruz! Yol boyunca kıvrıla kıvrıla, sarsıla sarsıla, bizi tokatlayıp duran ağaç dallarından yüzümüzü korumaya çalışarak dimdik bir yamaca tırmanıyoruz. Yıpratıcı bir yolculuk bu; ama Pokut’u görünce her şeyi unutuveriyoruz.
Not. Pokut her zaman böyle olmazmış. Kimi zaman her yer sis duman olur hiçbir şey gözükmezmiş, gördüğümüz tüm yöreliler çok şanslı olduğumuzu söyledi. Ben de bir dilek tuttum: bize sisten duvağını çıkarıp güzel yüzünü gösteren Pokut bozulmasın ve onu bir gün tekrar görebilelim..diğer geziler
Sümela manastırı, aslında gezimizin başlangıç noktasıydı. Trabzon’un Maçka ilçesinde, denizden uzak, yüksek bir tepenin kenarında, ağaçların arasında dimdik yükselen, insanın fotoğraflarına baktığında bile garip bir heybet hissettiği bir yer burası. İçeride ise freskler var; bunların insan boyuna kadar olan kısmı tamamen harap durumda, her gelen geçen ismini kazımış.. Tavanlardaki freskler ise nispeten iyi durumda ve özellikle ana şapel çok etkileyici.
Sümela ve Zilkale (ki dışarıdan gördük) dışında bu gezide başka bir tarihi eser görmedik; bu da büyük ölçüde doğadan kaynaklanıyor, yapılar bu hırçın doğaya fazla dayanmıyormuş. Buna en büyük istisna, Osmanlı döneminden kalma kemerli taş köprüler. Mostar köprüsüne benzeyen, kilit taşı mekanizmasıyla ayakta duran çok dayanıklı köprüler bunlar ve Fırtına vadisi boyunca birkaç tanesini yakından görme fırsatı bulduk.
Fırtına vadisinin kenarında bir yerde, yarım bırakılmış bir şantiye var. İş makinaları, toz toprak ve o inşaat görüntüsü, her ne kadar şimdilik durdurulmuş görünse de HES yapımına bir şekilde devam edileceğini düşündürterek insanı korkutmaya yetiyor.Fırtına vadisinde çeşitli noktalarda rafting yapılıyor. Ben hayatımda ilk kez rafting yaptım, burası zaten çok kolay bir parkurmuş. Bize fazla keyif vermedi, biraz zorlama ve heyecansız bulduk, gezinin tek gereksiz kısmıydı denilebilir.
Gezinin son gününde de ek bir gezi olarak Artvin’deki Borçka-Karagöl’e gittik. Daha önce gittiğim için yolun bozuk olmasına kendimi hazırlamıştım, yanılmamışım. Son 5 km. hala çok bozuk, hatta bir yerde köprü yıkılmıştı, minibüsten inip kalasların üzerinden karşıya geçtik, boş minibüsümüzün geçişini de çığlıklarla izledik.. Birkaç saat sonra dönerken aynı yerde şipşak yeni bir köprü inşa edilmişti bile! Karadenizliler gerçekten çok tezcanlı!
yemekler
Karadeniz yemeklerine “çok ağır” yaftası yapıştırılmış bir kere. Bir açıdan doğru, hakikaten tereyağı kullanımı inanılmaz boyutlarda; ama yediğimiz neredeyse tüm yemekler çok lezzetliydi. Bir de temiz hava, yürüyüş derken insan gerçekten çok acıkıyor; biraz da “nasıl olsa bu kadar hareket ettim, bu güzel yemekleri hak ettim” düşüncesiyle sınırı biraz kaçırıyor!
Muhlama (mıhlama değil!), Rize’ye özgü, beyaz un, bol beynir (minci peyniri denen özel bir peynir kullanıyorlar) ve tereyağından yapılıyor. Bir de bunun Trabzon versiyonu var, onun da adı “kuymak”. Kuymak ve muhlamanın farkı birinin mısır unundan, birinin beyaz undan yapılması ve muhlamada peynirin daha fazla kullanılmasıymış. Bu gezi boyunca o kadar çok kuymak ve muhlama yedik ki bir noktadan sonra bunlar bizim için peynir ekmek gibi standart bir besine dönüştü..
Aslında Karadeniz yemekleri o kadar da çeşitli değil. Yemekler çorbayla açılıyor (genellikle mısır ya da karalahana çorbası, ama adından bağımsız olarak tüm çorbaların içinde mısır ve fasulye bulunuyor.) Diğer yemekler: Kuymak ya da muhlama, karalahana sarma, kaygana (krep benzeri), Akçaabat köfte, kurufasulye, alabalık (kırmızı benekli bulmak artık imkansıza yakınmış, yenilenler genelde üretim). Yemeğin yanında mısır ekmeği ya da köy ekmeği (ki muhlamaya banarak yemesi müthiş!) Bir de çok sevdiğim, fasulyeden yapılma bir turşuları var, adı turşu kavurma. Tatlı olarak sütlaç ya da hayatta en sevdiğim tatlılardan laz böreği! İyi yapılmış bir laz böreğini ben hiçbir şeye değişmem..
Bir hayalkırıklığı, gezide bir türlü güzel bal bulamadık.. Bu sene yaylalardaki arılara bir şeyler olmuş, bala hasret kaldık!
karadenizle ilgili bilmediklerim
Genellikle Doğu Karadenizli olan ve “uyy, uşağum” vs. şeklinde konuşan herkese Laz der geçeriz, oysa alakası yokmuş. Lazlar ayrı bir etnik topluluk, Doğu Karadeniz’de Rize ve Artvin’in sadece belirli bölgelerinde köyleri var. Karadeniz şivesiyle konuşulan Türkçe ile hiçbir alakası olmayan Lazca, Gürcüce ile aynı dil ailesinden apayrı bir dil. (Kazım Koyuncu’nun Didou Nana’sını dinledikten sonra insanda öğrenme isteği doğuran dil!!) Bir de Hemşinliler var; onların da dilleri Ermenice’yle kardeşmiş.
Karadeniz’de benim ilgimi çeken bir başka ayrıntı da “hala-dayı” olayı. Genelde konuşma arasında tanımadığımız bir erkekten bahsederken, ya da ona hitap ederken “amca”yı, kadınlar için de “teyze”yi kullanırız. Karadeniz’de ise bunun tam tersi: yaylalardaki belli bir yaşın üstündeki yöreli erkeklere “dayı”, kadınlara da “hala” diyorlar. Biz de yaylalarda yürürken, sırtlarına yüklenmiş devasa bohçalarıyla “Ben şu karşıki dağa cideyrum” diyen 80 küsur yaşında güleryüzlü halalara ve tereyağının zararlı olduğu bilgisinin dış güçlerin bir komplosu olduğunu anlatan dayılara rastladık!
müzikler
Karadeniz türkülerinin hepsinde doğa bir şekilde kendini gösteriyor, yalçın doğayla mücadele şarkı sözlerine de yansıyor. Benzetmeler, tasvirler harika. Türkülerin kimisi yavaş ve yumuşacık, insanın içine dokunuyor; kimisi de coşkulu, tempolu, hareketli; ama hepsinde gömülü garip bir hüzün var.
Karadeniz müziği, bende nedense bir yolculuk hissi uyandırıyor, bu müziği dinlerken sanki hep bir yerlere doğru yol aldığımı hissediyorum; belki de bu yüzden bu müziği bu kadar seviyorum. Arabada dinlemek için de birebir. Kazım Koyuncu’yu zaten tek geçiyorum; ama bu gezi sırasında dinlediğimiz birkaç yeni grup: Karmate, Marsis, Mavi Göç.
Bir de horon var tabii ki, unutmamak lazım. Akşamları Oberj’de birkaç kez toplu horon vurduk (horon tepilmez, vurulurmuş!) Çok hareketli, çok eğlenceli bir dans. Grup başının komutları da insanı hem coşturuyor, hem de güldürüyor: “Bi sağ bi sol”, “Canli canli..”, “Şaşurma!”
dönüş: şimdi o dağlarda olmak vardı..
Sayfamın adını “Citti Cördu Yedu” diye değiştirsem mi diye düşünüyorum şimdi :)
Karadeniz’e bu tip bir gezi yapmış çoğu kişi de bana katılacaktır diye düşünüyorum: bu doğa garip bir şekilde insanı kendine çekiyor ve bağlıyor.. Karadenizlilerin memleketlerine neden çılgınca düşkün olduğunu artık anlıyorum. Dağlar, yaylalar, bulutlar ve Karadeniz kültürü sanırım alışkanlık yapıyor, insan dönüşte şehirdeki duvarların arasında daraldığını, tükendiğini hissediyor.. Orada, o dağlarda şimdi bambaşka bir güzelliğin olduğunu, bambaşka bir hayatın sürdüğünü düşünüyor.. Ve ilk fırsatta tekrar oraya dönmek için hayaller kurmaya başlıyor..
çalan şarkı: karmate – kara duman türküsü