30 Ağustos’ta iki günlüğüne Bozcaada’yız… ama sanırım bizimle birlikte herkes de burada!! Bu nasıl bezdirici bir kalabalıktır, anlatamam. Zaten arabası olanlar muhtemelen tüm günlerini feribot iskelesinde sıra bekleyerek geçirmiştir; biz yayalar bir nebze daha şanslı olsak da gerek plajlar, gerek dolmuş sıraları, gerek akşam yemekleri derken her yerde bu kalabalığın sıkıntısını çektik. En standart lokantaların bile akşam yemeği için günler veya haftalar öncesinden yapılan rezervasyonlarla dolmasına bir rezervasyon uzmanı olan ben bile isyan ettim! O yüzden tavsiye: Bozcaada’yı kesinlikle görmek lazım; ama resmi tatiller dışında, hatta mümkünse hafta içi!
Bir kere, bu kalabalık, bu koşturmaca bence adanın doğasına aykırı. Bozcaada, öyle çok yoğun bir aktivitesi olmayan, yavaş yaşanan, sakin, huzurlu, keyifli bir yer-miş.. Burada zamanı unutmak lazım aslında. Şöyle eski bir Rum evinden bozma küçük bir otelde kalıp gündüz bomboş sahillerde yüzmek, bağlara gidip şarap tatmak, Arnavut kaldırımlı sokaklarda gezip rengarenk, şirin evleri seyretmek, akşam da keyifli bir yemek yiyip şehirden uzaklaşmak lazım burada. Biz de bunları yaptık elbette; ama aklımızın bir köşesinde de hep o kalabalıklardan uzak, sakin ve huzurlu Bozcaada’nın hayali vardı..
Bozcaada’ya Geyikli’den feribotla geçiliyor. Ada, limana yaklaşırken çok kurak, adı gibi boz gözüküyor insana. Adanın özellikle doğu tarafında neredeyse hiç yeşillik yok. Vapur iskelesinin yanında kocaman bir kale karşılıyor sizi. Merkezde iki mahalle var; Türk mahallesi ve Rum mahallesi. Rum mahallesindeki evler çok güzel, bembeyaz evler, pencereleri ve kapıları rengarenk. Buradaki restoran ve otellerde de genellikle adanın karakterini yansıtan dekorasyon öğeleri kullanılmış; boyanmış ahşap sandalyeler, güzel örtüler, duvarlara asılmış süsler, rengarenk çiçekler.. Sokaklarda yürümek ve etraftaki evleri izlemek insana mutluluk veriyor.
Kaldığımız otel, Bozcaada’nın ünlü butik otellerinden Kaikias. Mimar Handan Hanım ve eşinin işlettikleri otel, deniz kenarında eski bir Rum evi. Resepsiyon kısmında devasa bir asmanın cam tavanı kapattığı, zevkli döşenmiş odaları ve nezih kahvaltısıyla kaliteli, çok fazla janjanı olmayan, sade ve güzel bir otel. Ama bizim tatilimiz o kadar hızlı geçti ki otelde şöyle yan gelip yatmaya da çok fazla zaman geçirmeye de fırsat bulamadık doğrusu.
Kahvaltı, adanın en önemli ritüellerinden. Bazı pansiyonlarda ortaya kocaman masalar kuruluyor, herkes o masanın çevresinde toplu kahvaltı ediyor, aynen evdeymiş gibi. Örneğin Rengigül pansiyonun kahvaltısı böyle. Reçeller adanın reçeli, peynir Ezine peyniri, domates de Çanakkale domatesi olunca zaten başka söze gerek kalmıyor ama kahvaltılarda daha pek çok şey de var. Reçeller envai çeşit. Adanın spesiyalitesi domates ve gelincik reçelleri zaten standart, onun dışında da beyaz üzüm, incir, kayısı, turunçtan tutun patlıcan ve yeşil bibere kadar yaklaşık 20-25 tane reçel çeşidi gördüm burada.. Böyle olunca reçel yemek, arılara karşı çetin bir savaşa da dönüyor tabii ki.
Buraya gelmeden önce, denizin çok soğuk olacağına kendimi alıştırmıştım. Ama hem mevsimden hem de genelde öğle saatlerinde denize girmemizden olacak, beklediğim kadar dondurucu gelmedi. Serin ve berrak bir deniz. Adanın çevresinde irili ufaklı pek çok plaj var. Biz arabamız olmadığı için sadece minibüsle gidilenlere girebildik. Ayazma plajı iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı, onun yanında denizi benzer olan Sulubahçe ve Habbele'ye ve bir sonraki gün de Akvaryum koyuna gittik. Bunlar içinde benim en çok hoşuma giden Habbele oldu, sanırım nispeten en sakini olduğundan. Habbele koyunda Mitos isimli bir de beach var, kaliteli müzikler çalıyor ve bir şeyler de yemek mümkün burada.
Ve tabii ki şaraplar.. Bozcaada tam anlamıyla bir şarap cenneti. Adada çeşitli yerel markaların bağ evleri ve satış mağazaları var, restoranlarda da bu şaraplar bulunuyor. En meşhurları, tabii ki Corvus, Çamlıbağ ve Talay. Biz kırmızı olarak genelde Cabernet Sauvignon içtik, adaya has üzümlerden Karalahna ve Kuntra’yı sek olarak biraz acımsı bulduk. Adanın beyaz üzümleriyse Vasilaki ve Çavuş. Bu üzümlerden bazılarını sokaklarda yemek için de satıyorlar, ama kiloyla değil kasayla!
Gün batımı için adanın batı ucundaki Polente Fenerine gidip rüzgar türbinlerine karşı şarap içmek gerekiyormuş ama biz mahşeri kalabalığın adanın tüm dolmuşlarını tüketmesinden dolayı bunu da başaramadık! Onun yerine, tekneyle denize açılıp rüzgar türbinlerine uzaktan bakarak güneşi denizin içine batırdık. Böylesi de güzeldi ama bayağı rüzgarlıydı!
Dönüşte çok uzun ve yorucu bir otobüs yolculuğu yaptık. Bunun tek güzel kısmı şirin Geyikli kasabasından geçip Ezine’de biraz duraklamaktı. Otobüs Ezine otogarda beklerken biz de biraz yürüdük, peynir, zeytin alıp sonra da mahalle pazarına daldık. Güzelim domateslere, şeftalilere ve bu meyve sebze cennetindeki imrenilesi etiket fiyatlarına bakakaldık, sonra da Çanakkale hatırası olarak biraz domates ve çakıldak (bilmeyenler için İzmircede börülce anlamına geliyor!!) aldık. Bundan sonrası ise Eceabat için uzun uzun feribot sırası beklemekle, her yol sapağında yolcu indirip bindirmekle ve kalabalık dönüş trafiğinin içinde yol almakla geçti.
Ve tabii ki şaraplar.. Bozcaada tam anlamıyla bir şarap cenneti. Adada çeşitli yerel markaların bağ evleri ve satış mağazaları var, restoranlarda da bu şaraplar bulunuyor. En meşhurları, tabii ki Corvus, Çamlıbağ ve Talay. Biz kırmızı olarak genelde Cabernet Sauvignon içtik, adaya has üzümlerden Karalahna ve Kuntra’yı sek olarak biraz acımsı bulduk. Adanın beyaz üzümleriyse Vasilaki ve Çavuş. Bu üzümlerden bazılarını sokaklarda yemek için de satıyorlar, ama kiloyla değil kasayla!
Gün batımı için adanın batı ucundaki Polente Fenerine gidip rüzgar türbinlerine karşı şarap içmek gerekiyormuş ama biz mahşeri kalabalığın adanın tüm dolmuşlarını tüketmesinden dolayı bunu da başaramadık! Onun yerine, tekneyle denize açılıp rüzgar türbinlerine uzaktan bakarak güneşi denizin içine batırdık. Böylesi de güzeldi ama bayağı rüzgarlıydı!
Dönüşte çok uzun ve yorucu bir otobüs yolculuğu yaptık. Bunun tek güzel kısmı şirin Geyikli kasabasından geçip Ezine’de biraz duraklamaktı. Otobüs Ezine otogarda beklerken biz de biraz yürüdük, peynir, zeytin alıp sonra da mahalle pazarına daldık. Güzelim domateslere, şeftalilere ve bu meyve sebze cennetindeki imrenilesi etiket fiyatlarına bakakaldık, sonra da Çanakkale hatırası olarak biraz domates ve çakıldak (bilmeyenler için İzmircede börülce anlamına geliyor!!) aldık. Bundan sonrası ise Eceabat için uzun uzun feribot sırası beklemekle, her yol sapağında yolcu indirip bindirmekle ve kalabalık dönüş trafiğinin içinde yol almakla geçti.
Özetle, evet, bir dahaki sefere tekrar Bozcaada, ama kimsecikler yokken, gizlice! (nasıl olacaksa!)