Bu yazının bu blogda işi ne, diye düşünebilirsiniz. Ama Behzat Ç’nin benim
için önemli bir yeri var, dahası Ankara’yla özdeşleşen bir yanı var... O yüzden
bir kenara not düşmek, unutmamak istedim.
Islak
sokaklar boyu düşündüm
Solmuş
insanların yüzünden gülümseme beklerken
Tren
yolları boyu düşündüm
Sanki
yıllardır uzaktayım ben
Özlemlerim
hep sessiz, derinden
Ama
yalanlar görürüm hala, buradan bakınca şu sonsuz dünyaya
Olsun
Demek
de zor artık
Çocuk
düşlerimiz yok artık
Behzat Ç izlemeye çok geç başladım. Önceleri oradan
buradan dizi hakkında kulağıma çalınanları hayal meyal anımsıyorum. Birkaç kere
de kanallar arasında dolanırken denk gelip birkaç saniye bakmışlığım vardır; ama
edindiğim ilk izlenim dizinin kaba saba konuşan adamlar, mafya ve polis içeren yeni
bir Kurtlar Vadisi türevi olduğu idi. Küfürlüydü, bayağıydı. İzlemedim. Aradan
aylar geçti; paralelde annemlerin diziyle ilgili coşkulu anlatımları devam etti.
Onların bu kadar beğendiği bir dizi nasıl bir şey acaba diye biraz merak ettim;
ama vaktim yoktu, izlemedim. Sonra ilgimi çekmeye başladıysa da aradan neredeyse
bir sezon geçmişti, olaylar ilerlemişti; izlemedim.
Derken bir gün tesadüfen bir sahne gördüm dizinin orta yerinden, bir Pazar
akşamı (o zamanlar Pazar akşamı yayınlanıyordu). Esra, Behzat ve Şule yan yana
oturmuş, Berna’nın terastan düşüşünün videosunu izliyorlardı, Behzat ağlıyordu,
arkadan Gündüz Yüzlü Kız çalıyordu.
Hepsi çok iyi oynuyorlardı. O sahne beni çok etkiledi, merakım daha da kabardı.
Derken iş için bana İtalya yolları gözüktü. Tek başına, çok stresli bir iş
için, şehir merkezinden çok uzakta, yapılacak hiçbir şeyin olmadığı bir
yerdeydim. Beş haftalığına. Her akşam geç saatte, tükenmiş ve bezgin bir halde
otel odasına gelip kafamı boşaltacak bir şeyler ararken başladım Behzat Ç
izlemeye. Bölüm bir. Arkası geldi, sektirmeden her akşam ikişer bölüm izleye
izleye arayı kapattım. O sinir bozucu yalnız gecelerde dizi eşlik etti bana;
Behzat’ın o buhranlı halleri, evine gelip yorgun argın koltuğuna çöküp bir bira
açtığı sahneler, o çocuksu, zavallı yalnızlığı yakın geldi bana; o günlerdeki halimle
özdeşleştirdim.
Zamanla giderek yan karakterlere bayılmaya başladım; doğallıkları,
aralarındaki uyum, sanki yazılıp oynanıyor gibi değil de arkadaş arası muhabbet
sırasında gizli kamerayla çekilmiş izlenimi veren sahneler diziye daha da
bağladı beni, gülümsetti, bir alışkanlık haline getirdi.
Sonra bir Ankara hissiyatı yarattı içimde. Neredeyse hiçbir dizide,
filmde görmediğim bir şey vardı burada; olayın merkezi ilk kez Ankara’ydı. Sahne
aralarında Boğaz’dan geçen vapurlar yerine Ulus yolundaki Hitit heykeli görünüyordu;
akşam Kız Kulesi’ne değil, Anıtkabir’e düşüyordu. Karakterler Seymenler’e, Botanik
Bahçesi’ne, Gençlik Parkı’na, Esat’a gidiyorlardı. Kahvaltıyı Ankara simidiyle
yapıyor, acıkınca soluğu Aspava’da alıyorlardı. Bir de Pilli Bebek’in enfes müzikleriyle
birleşince Behzat Ç benim için çocukluğumun Ankara’sına dair silik bir hüzün,
bir özlem ifadesi oldu, içimde bir yerlere dokundu. Bu duyguyu özellikle Ankara’dan
uzak yaşayan ve diziyi izleyen başka Ankaralı arkadaşlarımda da gözlemledim
sonraları. Yıllar sonra Behzat Ç, mesafelere rağmen aramızda paylaşılan yeni
bir ortak nokta oldu.
Tabii ki dizinin en çok öne çıkan yanı sağlam senaryosuydu; üç sezon
boyunca akıllıca planlanmış detaylarla, klişelere düşmeden, sündürmeden ilgiyi
hep yüksekte tutmuş senaryosu, paralelde devam eden pek çok hikayesi. Bunların
aralarında da gündeme dair çok canlı, çok taze göndermeler; kimi zaman dalga
geçen, dokunduran, kimi zaman iç acıtırcasına derinden söyleyen tüm o halleri. Her
yeri koyu bir suskunluğun kapladığı şu günlerde bir şeyler söylemeye, bir kurgu
içinde de olsa bir şeyleri dile getirmeye bu denli cesaret edebildiği için kendini
ona yakın hissetti bu kadar çok insan; o yüzden şimdi bunca yazılan arkasından.
Aile içinde efsanemiz olmuş üstgeçit cinayetini unutmak mümkün mü, Behzat’ın
tabak aldığı konuşmasını, Esra’nın dünyanın ekseninin 12 cm kaydığına ilişkin
kuru arka sayfa haberini bu kadar romantik bir tiratla birleştirdiği o müthiş
ilan-ı aşk sahnesini, belki beş kere izlediğim Akbaba’nın evi bölümünü,
savcının kitaplarını toparlarken ve hapse girmeye az kala hala vazgeçmediği idealist
adalet aşkını.. Ercüment Çözer, Memduh Başgan gibi kendini özleten o olağanüstü
kötü adamları, “Bak” eşliğinde geçen heyecanlı kovalamaca sahnelerini, gün
sonunda genelde Doktor’un Yeri’nde biten hüzünlü demlenmeleri... Bazı bölümler,
diyaloglar o kadar enfesti ki, beklentiyi ve çıtayı o kadar yükseltti ki, kimi
zaman tempo düştüğünde herkes dudak büktü, ortalamayı beğenmez oldu. Oyuncular
o kadar iyi oynuyorlardı ki bölüm cinayetlerinde rol alan figüranlar onların
yanında çok sırıttı. Behzat bir bölüm oynamadı, olay oldu. Yer yer detaylar,
kişiler çok karıştı, düşündürdü, kafa patlattı, notlar aldırttı. Anımsatmak ve
paylaşmak için almanaklar, testler hazırlattı. Pilli Bebek hayranı yaptı. Yıllar
sonra Aspava’ya götürdü.
Menemen eşliğinde beklediğimiz final bölümü ise bana beklediğim kadar etkileyici
gelmedi; aniden gelen bir ölüm gibiydi, zamansızdı, bir şeyler yerli yerinde
değildi sanki.
Öyle ya da böyle Behzat Ç, çok da ihtiyaç duyulan bir dönemde Türkiye’den
bir rüzgar gibi geçti gitti, söyleyeceğini söyledi, arkasında bir sızı ve güzel
bir iz bıraktı. Son sahnede kırmızı Vosvosa bakarken eyvallah dedirtti.
“O çocuk var ya o sendin sanki ve deliydi
Uyusaydı büyürdü belki, ve deliydi
Derdi ki yarın bitermiş her şey ve bitti
Uyusaydı büyürdü belki, ve deliydi
Derdi ki yarın bitermiş her şey ve bitti
Ver, ver ateşe ver bizi
Bir iz bırak burada
İz bırakanlar unutulmaz.“
Bir iz bırak burada
İz bırakanlar unutulmaz.“