Eşyalarımı toplarken tesadüfen bulduğum, küçük bir not defterine karalanmış eski bir yazı..
10.06.12
Londra
St.James' Park.
Bir pazar sabahı, Londra'nın muhteşem bulutlarıyla kaplı bir gökyüzü, hava biraz serin.
Aslıhan, Charles ve minik Anto ile kahvaltıdan sonra, şehrin merkezinde gezmek istediğim bir yerlere henüz geçmeden, yürümeye başlamadan, insan seline karışmadan önce, bana huzur veren bu parkta oturmak istiyorum biraz. Durmak. Karışık kafamdan, endişelerimden, koşturmacadan uzak, durmak. Önümden kuğular, ördekler, ismini bilmediğim rengarenk değişik kuşlar geçiyor yüzerek. Sessiz, dingin. Tam olarak ihtiyacım olan şey de bu. İstanbul'da tam da bulamadığım şey bu.
Burası Buckingham Sarayı'nın dibinde, şehrin en civcivli yerlerine, Piccadilly Circus'a, Trafalgar Square'e 5 dakika mesafede sessiz bir vaha. Sincaplar, pelikanlar var. Şehrin onlarca parkının arasında küçük bile sayılabilir; ama benim en hoşuma gideni sanırım.
İstanbul'u düşünüyorum, Türkiye'yi.
Ve şimdi burada olmak, şehrin içindeki bu yeşilin, huzurun içinde olmak mutlu ediyor beni. Kendimi düşünüyorum. Seneler önce Londra'ya geldiğimde yaptıklarımı, o zaman ilgimi çeken şeyleri, kendimi. Değiştim. Artık farklı şeyler arıyorum. Farklı şeyler gözlüyorum çevremde. Trafik-telefon-saat kıskacı yerine doğanın içinde olmayı istediğim bir noktadayım. Bundan on yıl sonra buraya tekrar gelsem neler düşünüyor olurum kimbilir.
Ve şimdi burada olmak, şehrin içindeki bu yeşilin, huzurun içinde olmak mutlu ediyor beni. Kendimi düşünüyorum. Seneler önce Londra'ya geldiğimde yaptıklarımı, o zaman ilgimi çeken şeyleri, kendimi. Değiştim. Artık farklı şeyler arıyorum. Farklı şeyler gözlüyorum çevremde. Trafik-telefon-saat kıskacı yerine doğanın içinde olmayı istediğim bir noktadayım. Bundan on yıl sonra buraya tekrar gelsem neler düşünüyor olurum kimbilir.
Burayı, bu heybetli ağaçların altını, bu gümüş rengi parlayan suların içinde süzülen parlak renkli kuşları, şimdi burada düşündüklerimi, nadiren kendimi içinde bulduğum bu huzurlu halimi beynime kazımak, ihtiyacım olduğunda hafızamdan çıkarıp hatırlamak istiyorum.
Eskiden çıldırmış gibi, koşturarak, hiçbir şey kaçırmamak istercesine iştahla gezdiğim Londra'yı farklı bir gözle geziyorum şimdi. Kaldırımlarda yürüyen, hepsi bambaşka diller konuşan, bambaşka giyinmiş insanlara bakarak.. Parklarda kaybolarak.. Ara sokaklardaki minik dükkanların vitrinlerine, renklere bakarak. Sakin sakin. Galiba insan en iyi aynı yere tekrar geldiğinde anlıyor değiştiğini. Mekan ve zaman el ele, bir zaman tüneli gibi.
(...)
Son zamanlarda giderek daha çarpıcı bir şekilde hissetiğim şey, kendimi yurtdışında daha huzurlu hissettiğim. Acı ama gerçek.
Yarın ne olacak kaygısı, ülkeme, bana ne olacak kaygısı, bu akşam trafik olacak mı, yetişebilecek miyim kaygısı. Arı gibi koşturan, hep benzer şeylerden konuşan, yorgun, yüzeysel, tahammülsüz insanlar. Bir dolusu var çevremde. Ben de onlardan birine dönüşüyorum, şehir bizi kendine benzetiyor, dönüştürüyor garip bir şekilde. İlk önceleri deli gibi bir iştahla oradan oraya koşturduğum, garip bir şekilde bağlandığım, mutlu olduğum İstanbul artık yok. Eski İstanbul'um yok. Ülkem de öyle. Gitme fikrinin sinsi sinsi yayıldığı kafamda karmakarışık düşünceler dolaşıyor ördekler yüzerken, kaygısız. Scooterlarının üzerinde minik çocuklar, sincapları besleyen yırtık pardesülü yaşlı adamlar, soğuk havaya aldırmadan çimlere uzanıp gökyüzünü izleyen çiftler. Onlar sanki hiç düşünmüyor bütün bunları.
Bu noktayı, şu anı unutmamak için bir resim çekiyorum. Bakıyorum da, hiçbir şeye benzemiyor. Oysa özelliksiz gibi duran bu nokta, benim için ne kadar değerli. O resmi siliyorum; ama bu noktayı hiç unutmayacağım ki ben.
Burası hayattan, hızdan, Londra'dan çıkıp öylesine durduğum yer. Sadece, öylesine, durduğum.