Ve hepsinden garibi, gitmeden önce rüyalarımıza giren, pek çok inancın kutsal şehri Varanasi.. Ganga’da sabah güneşin doğuşunu izlemek, mumlar yakıp nehre bırakmak, bir yandan güneşin doğuşunu kendi kendine alkışlayarak ve gülerek kutlayan gariban bir adama şaşırmak, onun yanında sırasıyla banyo yapan, otel havlularını yıkayan, ayin yapan ve tabii ki ölülerini yakan farklı insanlardan oluşan mahşeri kalabalığı karmakarışık duygular içinde uzaktan izleyip durmak..
Kısacası, bu gezide hiç bitmeyen tek bir duygu varsa, o da şaşkınlıktı..
Varanasi
insanlara dair gözlemler..
Fatehpur Sikri Camii
Bir kere müthiş renkli giyiniyorlar. Öyle böyle değil, o sariler her renkte, her tonda.. Fosforlu pembeler, yeşiller, sarılar.. Bir eşarp veya bluz bakarken satıcıların bize gösterdiği renklere “Yok artık daha neler” havasında bir tepki verdiğimizde, samimi olarak “Ama ama.. bu renk tam size göre madam!” diyerek hem şaşırıyor, hem de giymeye mahkum göründüğümüz soluk renklere bakıp içten içe bize acıyorlar sanki.
Hint kadınları genel olarak çok güzeller; yüz hatları ince, gözleri anlamlı. Hindistan’dan sonra Nepal’le karşılaştırınca bu farkı görmemek mümkün değil. Genellikle çok süslü giyiniyorlar, renk renk elbiselerin yanı sıra imitasyon da olsa bol bol takıp takıştırıyorlar. Kınalar, eşarplar, her şey rengarenk. Çocukların bile gözlerine sürme sürüyorlar.
İnsanların halinde tavrında ise genel bir eziklik var. Müşteri – satıcı/garson/otel görevlisi vs. ilişkisinden öte, farklı bir şey bu bahsettiğim. Hallerinde bir gülümseyen bir naiflik, iyi niyet; ama bazen az bazen çok hissedilen bir eziklik hissettim ve bunu hissetmek bana acı geldi.
şu açık ten meselesi
Galiba onlar için neredeyse kutsallık mertebesinde bir şey açık tenli olmak. Televizyonlarda tüm başrol oyuncuları esmer ama sanki ciltlerini açtırmışlar gibi.. Sanırım bir yandan kendilerine benzetip bir yandan da açık tenli buldukları için bize büyük ilgi gösterdiler!
Gazeteler her Pazar bizdeki seri ilanlar gazetesi gibi yaklaşık on sayfalık bir evlilik eki veriyor. Burada eş arayan insanların verdiği ilanlara bakınca insan şaşırıyor; çoğunda açık tenli olmak ana kriter. Bu ilanlara bakmak, toplumun yapısı hakkında insana az da olsa fikir veriyor.. Kastlar anayasada kaldırılmış olsa da bu ilanlarda hala çok önemli bir yer tutuyor..
inanılmaz sokaklar, yollar..
Turist otobüsünün içinde sokaklardan geçtikçe kendimi ayrıkotu gibi hissediyorum. Sanki bir zaman tünelinde ya da bilgisayar oyunundayım. Çevreme, yola, sokağa bakıyorum; sanki hem oradayım hem de oranın çok dışındayım.. Bir cam fanus içinde, hayatımda benzerini görmediğim bir yerde, sadece bir izleyici gibi, sürekli şaşırarak yol alıyorum. Gördüklerime hayret ediyorum, inanamıyorum, anlamlandıramıyorum. Bu insanlar niye böyle yaşıyorlar? Bu soruyu sürekli sorup duruyorum.
Sokak, yaşam demek. Her şey sokakta: çocuklar oynuyor, insanlar dişini fırçalıyor, saçını kestiriyor, tuvaletini yapıyor!!! İnekler yatıyor (bu arada buradaki inekler hörgüçlü), her an bir motosiklet ya da rickshaw sağdan soldan fırlayıveriyor.. Hatta Agra şehir merkezinde yoldan bir manda sürüsünün geçişine bile tanık olduk! İnsanlar hayvanlarla iç içe yaşıyorlar; sokaklarda tropik kuşlara, ineklere, keçilere, minik kuyruklu sincaplara rastlamak hiç de sıradışı bir olay değil.. Yalnız, o kadar hayvanın içinde, dikkat çekici bir şekilde, sokaklarda tek bir kedi bile yok (Moda’da yaşayan biri olarak en garipsediğim şeylerden biri!). Onların yerini sanki maymunlar almış gibi..
Şehirlerarası karayolu yolculuğu anlatılmaz bir deneyim. Delhi-Jaipur arasındaki 200 küsür kilometrelik yolu 6,5 saatte (ama ne 6,5 saat- ve otobüsün en ön sırasından!) alışımızı hiç unutmayacağım. Bir bilgisayar oyununda sağdan soldan çıkan türlü engel ve yaratıklara çarpmadan turu tamamlamaya çalışıyorduk adeta! Yol boyunca defalarca tekrarlanan bir sahne: acı kornalar eşliğinde bir şeylere son anda teğet geçiyoruz; biz annemle çığlık atmaya hazır, gerilmiş, tükenmiş bir halde birbirimize bakarken, şoförümüz ve diğer araçlardaki insanlar ayrı bir alemde, sinirleri alınmış gibi tepkisiz ve sakinler! Burada ne olursa olsun insanlar istifini fazla bozmuyor. Neler neler oluyor, ne manzaralar yaşanıyor; ama hayat o karambollü sükunet içinde aynen devam ediyor. Bunların milyonda biri İstanbul’da trafikte yaşansa her an toplu katliam olabilir, o derece! Bu farkta Hintlilerin inanışlarından gelen tolerans ve kanıksama kültürü çok etkili sanırım.
Sokaklardaki bir diğer ilginç manzara da sadular.. Belli bir yaştan sonra dünya nimetlerinden ellerini eteklerini çekip bir dilenci gibi yaşayan ermişler.. Hindistan ezber bozan bir yer; burada dilenen zavallı bir adam, bir berduş, varlıklı insanlardan çok daha üstün bir kişi olarak görülüyor. Zenginlik, fakirlikten üstün değil. Evet, bir yandan ruhani bir yönü var bunun; ama bir yandan da Hinduizmin toplumdaki büyük uçurumlara rağmen bu sistemi nasıl ayakta tutabildiğini, eşitsizlikleri nasıl açıkladığını biraz olsun gösteriyor.
“pislik”
Hindistan pis mi? Buna cevaben Faruk Pekin’in sözünü anmadan geçemeyeceğim: “Pislik sizin kafanızda!” Dayanılmaz görüntülerle karşılaştığımızda, kimi zaman ironik olarak da olsa kendimize tekrarlayıp durduğumuz bu söz, aslında doğru galiba; Hintliler için neyin kutsal neyin pis olduğunu kendi bakış açımızla yorumlamak biraz zor. Onlar için çoğu şey hayatın içinden ve doğal, bu yüzden de pis değil. Buna tuvalet, hayvanlar ve ölüler dahil. Galiba bütün bunlarla iç içe yaşadıklarından ve inanışlarından ötürü neredeyse hiçbir şeyi sıradışı olarak algılamıyorlar.
Ben bu gezide kendimi bu konuda epey geliştirdiğimi düşünüyorum. Hayatta dayanamayacağımı düşündüğüm görüntülere bir süre sonra alışmaya başladığımı fark ettim; ama özellikle birkaç yerde de yanlış bir şeylere basma endişesiyle, kafamı kaldırmadan, etrafa bile bakmadan, sadece yürümekte bile zorlandım doğrusu!
alışveriş
bulunmaz Hint kumaşları!
Hindistan bir alışveriş cenneti. Mücevher, kumaş, hediyelik eşya, kına, sürme, çay, baharat, mask, tütsü.. Ne ararsanız. Hangi fiyata isterseniz. Zaten çoğu yerde elinize hesap makinesi tutuşturup “Write your price!” diyorlar..
Pazarlık diz boyu.. 30 dolarlık bir şeyin 5, hatta 1 dolara kadar düştüğünü çok gördüm. Ancak Türkler de gerçekten bu konuda Hindistan’a damgalarını vurmuş! Mesela, hiç de merkezî olmayan bir yerde, şehirlerarası yoldaki bir midway’de (bizdeki benzinciler gibi), dükkandaki bir satıcı yanımıza gelip Türkçe olarak “İndirim mindirim?” isteyip istemediğimizi sorunca şaşıp kaldık.. Demek ki cengaver Türkler buralara gelip o kadar çok indirim mindirim (ikilemeye dikkat!) yaptırmış ki literatüre geçmişler.. Benzer Türkçe ifadeleri daha turistik yerlerde çok duyduk; ama en şaşırtıcısı sanırım buydu.
Sokaklardaki satıcılar ve dilenciler, özellikle turistik yerlerde, gerçekten çok bunaltıcı olabiliyor. Otobüsten iner inmez çevrenizi bir kalabalık sarıyor, her kafadan bir ses çıkıyor, gözünüze sokulan binbir çeşit satılık objeden, uzanan kollardan, sağdan soldan peşinize takılan ve sohbet açmaya çalışan insanlardan dolayı yürümek epey zor bir hal alıyor. Tek kural var: Ne olursa olsun konuşma! Minicik bir “No!” bile onlar tarafından iletişimin başlangıcı gibi algılandığından daha sonra geri dönüşü mümkün olmuyor. Satıcıların ısrarcı, insanı rahat bırakmayan bir tarzı var. En perişan yerdeki hırpani sokak satıcısından en lüks otellerin pahalı dükkanlarındakilere kadar hiç fark etmiyor, neredeyse hepsi bizim pazarlarda alıştığımız “Geeel, geel!” havasında müşteri çekmeye çalışıyor. Herhangi bir şeye el atmanız ya da sadece bakmanız bile yeterli; anında yanınızda bitip satış işlemlerini başlatıyorlar!
Şaşıp kaldığımız bir diğer konu, turistik mekanlardaki fotoğrafçılar. Sizin haberiniz olmadan pek çok fotoğrafınızı çekiyorlar, sonra da peşinize düşüp bunları satmaya çalışıyorlar; ama burada gerçek bir çaba ve mücadele söz konusu. Paparazziler gibi sizi her yerde takip ediyorlar, bindiğiniz araca tutunup sizinle seyahat bile ediyorlar, hatta bir gün sonra şehrin alakasız bir yerinde bir anda ortaya çıkıyorlar ve mutlaka ama mutlaka sizi buluyorlar!
diğer ayrıntılar
Her şeye Ganeş ile başlamalı. Ganeş, fil başlı, bebek vücutlu, tombik göbekli sempatik tanrı, Şiva’nın oğlu ve mağduru, aklın ve yeni başlangıçların tanrısı. Gezimize damgasını vurdu, her yerde ona rastladık, her rastlayışımızda gülümsedik!
Hint tarihinde bazı süper karakterler var. Bunlardan biri Jaipur rajalarından Sewai Jai Sing 2, nam-ı diğer “bir tam bir çeyrek”! Adamın lakabı buymuş, Ekber Şah çok akıllı bulduğundan- aklı bir tam aklı aşıyor diye- onu bu şekilde adlandırmış. Sewai’in kendine has bir tam bir çeyrek bir bayrağı bile var! Sewai, Jaipur’un şehir planlamasını yapmış, birbirini dik kesen yollar; yükseklikleri üzerinde bulundukları sokakların genişliğinin yarısını aşmayan binalar, ve türlü astronomik ölçümlerin yapılabildiği Jantar Mantar isimli gözlemevleri yaptırmış. Tam bir akıllı bıdık!
Rajaların hayatlarına dair ayrıntılar, tam bir zevk ü sefa divânı. Babürlülerin tarihi ise karışık ama hareketli. Bir yanda içkiyi uyuşturucuyu eksik etmeyen ama sonra kafası iyiyken ezanı duyunca namaz yolunda merdivenlerden yuvarlanıp ölen Hümayun, diğer yanda her dine açık, hoşgörü abidesi Ekber, sanatkar oğlu Cihangir, onun yine sanatkar ama entrikacı ve güçlü karısı Nur Cihan, meşhur Şah Cihan ve gaddar oğlu Evrengzeb.. Bu gezide Mughal (Babür) mimarisinin pek çok çarpıcı eserini görme fırsatı bulduk. Burada ilginç bir not olarak, Taj Mahal’deki cami ve sırf ona simetrik olsun diye yapılmış, işlevsiz
El Cevap isimli yapıyı da anmadan geçemeyeceğim.
Üst sıra: Hümayun türbesi, Tac Mahal, İtimat-ül Devle Türbesi, Alt sıra: Tac Mahal pietra dura, Tac Mahal-El Cevap, Tac Mahal giriş kapısı
Lakşmi Narayan Tapınağı, Delhi
Hindistan, adeta bir dinler karması. Çok farklı inanışlardan insanlar yanyana yaşıyor: Hindular, Müslümanlar, Sikhler, Parsiler, Budistler, Hristiyanlar, daha önce adlarını duymadığım Caynacılar.. Hal böyle olunca Hindistan efsaneler, mitler, renkli hikayeler ve onların izleriyle dopdolu.. İçimiz dışımız tanrılar, taşıyıcılar, avatarlar ve onların hikayeleri oldu.. Bana ilginç gelen bir nokta da, Hinduizm’in yaşayan bir yönü olması; Hinduizm, tarih içinde çeşitli şekillerde evrilmesi, kılıktan kılığa girerek hep değişmesi ve insanların yaşamlarının her aşamasında rol oynaması açısından diğer dinlerden farklılaşıyor.
Yine ilginç bir not; bildiğimiz bazı sembollerin aslında çok eski Hint medeniyetlerine ait olduğunu öğrendik. Bunların içinde eril-dişil enerjilerin birlikteliğini simgeleyen altı köşeli yıldız ve sonradan adı kötüye çıkmış ama aslında bir uğur simgesi olan gamalı haç-svastika da var..
Hindistan’da delilik boyutlarına varan bir olay da kriket. Bizde futbol neyse orada da kriket o, belki daha bile fazlası. Jaipur’da ulusal kriket takımıyla aynı otelde kalma şanssızlığını yaşadık ve bu ülkede kriket söz konusu olduğunda akan suların nasıl durduğunu bizzat gözlemledik!
Güvenlik konusunu Hintliler çok abartabiliyorlar. Mumbai saldırılarından sonra özellikle havaalanlarındaki güvenlik önlemleri bezdirici bir hale gelmiş. Aynı uçuş için tüm çantalar belki üç dört kere x-ray’den geçiriliyor, bu da yetmiyor, bir de üç dört kez elle didik didik aranıyor!
“ne yediniz siz orada? aç kaldınız herhalde!!”
Öncelikle dışarıda neredeyse hiçbir şey yemedik; dolayısıyla Hint yemekleri tecrübemiz otellerin açık büfeleriyle sınırlı kaldı. Bu yüzden muhtemelen tattıklarımız Batı damağına daha uygun, “hafifletilmiş” Hint yemekleriydi.
Hint yemeği denince akla baharat geliyor. Baharat o kadar önemli ki, yanlış bilmiyorsam ülkenin destanlardaki adının kaynağı bile baharat! (Ünlü Mahabharata destanı “Maha (büyük) + Bharata (Baharat ülkesi insanları)” kökünden geliyormuş!) Her şeye baharat koyuyorlar; ama öyle böyle değil, bazı yiyecekleri ağzınıza attığınızda sanki diliniz uyuşuyor! Baharat karışımı anlamına gelen
masala kavramı Hint mutfağına damgasını vurmuş. Her türlü yemeğe özgü bir masala var; çay isimlerinde de masala çok geçiyor. (Yine not,
kahwa masala, kahve değil, baharatlı bir çay karışımı)
Baharat kısmını hariç tutarsak, benim gördüğüm kadarıyla Hint mutfağı o kadar da acayip ve bize uzak bir mutfak değil. Sebzeli yemekleri (özellikle karnabahar çok kullanılıyor), pilavları,
nan-
chowpati vs. türlü türlü ekmek ve pideleri, özellikle Keşmir yöresinden et yemekleri (kebap, tandır vs.), yoğurt ve
lassileri (baharatlı bir çeşit ayran), bizdeki sütlü tatlıları çok andıran tatlıları var. Pancar çok kullanılıyor. Meyvelerden de muz, mango, ananas ve diğer tropikler.. Ben oradayken sabah akşam küçük ve lezzetli muzlardan yiyip durdum!
biraz da nepal..
Gezimizin son iki-üç gününü Katmandu’da geçirdik. Katmandu, 68 kuşağının efsanevi şehri, benim için de Cat Stevens’ın o yumuşacık şarkısı ve gezinin çok merak ettiğim kısımlarından biriydi. Uçakla yaklaşırken Himayaları uzaktan da olsa bulutların üzerinden görebildik.
Katmandu’da ilk karşılaştığımız manzara pek de iç açıcı değildi: Paşupatinat (en kutsal tapınak)’ta nehir kıyısında ölü yakılan ghatlar. Durgun ve çok pis bir su, sürekli oradan buradan yükselen dumanlar, havada insanı altüst eden yoğun bir yanık kokusu.. Paşupatinat sokakları ise özellikle Varanasi’den sonra bana çok daha temiz geldi.