17.11.2010

Viyana - 1

Viyana - Görkemli bir imparatorluk başkenti

Şaşaalı.

Bu, Viyana’da en sık kullandığım sözcük. Hiç dilimden düşmüyor, o kadar çok kullanıyorum ki Engin artık isyan ediyor. Ama ne yapayım; nereye baksam, nereye dönsem her yer, her şey şaşaalı! Şehir merkezindeki en uyduruk bina bile küçük bir saray gibi. Muhteşem yapılar, geniş bulvarlar, meydanlar, kocaman parklar, heykeller..

Viyana, eski bir imparatorluk başkenti olduğunu bağırıyor; aslında bağırmıyor da olgunluğu ve gelenekselliğiyle kibarca anlatıyor sanki. Duruşlarından belli, bu şehir de, insanları da geçmişten gelen güçlü bir geleneğin mirasçıları. Görmüş geçirmiş bir şehir, içinde de görmüş geçirmiş insanlar; çoğunun okuyan, müzik dinleyen, kültürlü insanlar oldukları her hallerinden belli.

Viyana’ya sanırım aşık oldum, sokaklara ilk adım attığımız andan Meidling’den trenle ayrılışımıza dek her anı bana keyif verdi. Herkes için aynı şey geçerli olur mu bilemem; ama tam benim zevkime göre bir yermiş burası.

Bir kere tarih.. Çocukluğumda izlediğim Sissi filmlerinin, Strauss valslerinin etkisiyle içimde 1800’lerin Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na gizli bir hayranlık var sanırım; bu yüzden Viyana’da mutluluktan uçarak, Habsburglarla pek ilgilenmeyen Engin’e heyecanla bir şeyler anlatıp durarak dolaşıyorum. Sonra, Viyana’da sanatın her türlüsünün en alası var. Burası müziğin başkenti. Burası güzel sanatlar cenneti. Müzeler, sergiler, konserler, istemediğiniz kadar, yetişemeyeceğiniz kadar, içlerinden seçmekte zorlanacağınız kadar çok etkinlik. Dahası, burası bir yeme içme cenneti, schnitzellerin, apfelstruddellerin, çılgın tatlıların, kahvelerin başkenti. Burası parkların, Noel marketlerinin de başkenti.

Şehrin ruhu

Viyana mağrur bir şehir; sakin, düzenli, biraz ciddi. Mekanlarda genelde yaş ortalaması yüksek. Koşuşturma yok, kaos yok. Garsonlar aceleye gelmiyor. Ulaşım rahat, sanki trafik yok gibi. Schwechat havalimanından şehir merkezine yakın Wien Mitte’ye 15 dakikada gelen trenler (CAT) indiğimiz THY uçağından kat kat konforlu. Burada ilk dakikadan itibaren medeniyetin nasıl bir şey olduğunu hissediyoruz.

İner inmez bizi önceden ayarladığımız taksi-transfer karşılıyor. Çat pat bir İngilizceyle otelimizin adresini soruyor, tarif ediyoruz. Tam anlamadığından şüphelenmiş olsa gerek, birini arıyor. “Abi, tamam buluştuk” demesiyle Viyana’daki hayatımızın Almanca bilmeden de çok kolay geçeceğini hemen anlıyoruz! Osmanlılar yıllar önce Viyana kapılarından dönseler de şimdiki Türkler onların intikamını alırcasına doldurmuş Viyana’yı. Her yerde Türkler; hem orada yaşayanlar, hem de turistler. Dönerciler gırla, sokaklarda kulağımıza devamlı Türkçe sözcükler çalınıyor.

Viyana’nın merkezi nispeten küçük bir yer; yürüyerek, metro ve tramvaylarla rahat rahat geziliyor.Bir de fiakerler var ki adları gibi çok fiyakalılar bu atlı arabalar; ama Viyana’daki çoğu şey gibi pahalılar.

Ringstrasse harika bir yer. Bir daireyi andıran eski şehir merkezini bir uçtan bir uca saran, halka formunda çok geniş bir bulvar. Burada eskiden Viyana’yı çevreleyen surlar varmış. 1850’lerde bu surlar yıkılıp yerine bu güzel bulvar ve üzerine de hepsi birbirinden ihtişamlı çeşitli hükümet binaları, müzeler ve sanat mekanları (ör.Staatsoper!) yaptırılmış. İnanılmaz bir planlama ve şehircilik örneği, hayran olmamak zor.

Staatsoper

Eski şehir keyif veren bir yer. Gotik Stephansdom ve çevresindeki binalar, kaldırım taşları, atlı arabalar, çikolatacılar, butikler, çok güzel kitapçılar, kaffeehaus’lar,.. Yılbaşı için süslenmiş avizeleriyle Graben caddesi, alışveriş için Kärtnerstrasse..

Viyana’da akşam. Her yer ışıl ışıl. Binalar ayrı güzel, ayrı görkemli görünüyor. Tramvaya binip Ringstrasse etrafında kısa bir tur atmak, mutlaka Rathausplatz’ı görmek gerekli.

Viyana’da haftasonu, özellikle Viyana’da Pazar günü akşam. Nerede bu insanlar? Burası sanki bir ölü bir şehre dönüşüyor, her yer kapalı. Alışverişin kalbi Mariahilferstrasse’de bir şişe su almak için yürüdükçe yürüyoruz, en sonunda çareyi yine bir dönercide buluyoruz! Haftasonları her yer kapı duvar; İstanbul’da yaşayan ve İstiklal’e, Cadde’ye, alışveriş merkezlerine alışmış birinin bu düzene ayak uydurması imkansız!

Müzik

Her yerde müzik. Başrolde müzik.

Tüm turistik mekanların dışında pelerinli, kostümlü kişiler gelip klasik müzik konser bileti satmaya çalışıyorlar; ama bunlar Mozart çikolataları gibi biraz fazla turistik duruyor. Biz tercihimizi Viyana’nın olmazsa olmazları Musikverein ve Staatsoper’den yana kullanıyoruz; ama Viyana’da konu müzik olunca seçenekler envai çeşit.

Staatsoper - devlet operası- muhteşem bir bina, içi de bir o kadar görkemli. İnsanlar şık; ama beklediğimiz gibi tuvaletler ve smokinler fazla yok. Biletler pahalı. Biz üstte ve sahneyi biraz yandan gören localardan birinde oturuyoruz. Ama yaptığımız aile ekonomisinin sonucunda kabak Engin’in başına patlıyor: Madame Butterfly sahnenin ortasında değil, sol tarafında intihar etmeyi seçtiğinden Engin ne yazık ki Butterfly’ın ölümüne şahit olamıyor! Locanın duvarında her koltuk için minik lcd ekranlar var; buradan Almanca veya İngilizce seçeneğiyle librettoyu takip edebilmek çok güzel. Aralarda herkes fuayeye çıkıp köpüklü şarap içiyor, sanırım bu da bir Viyana geleneği.

Staatsoper fuaye

Bahsetmesem olmaz, Staatsoper’in bilet gişesinde hayran olunası bir adam var, kaç dil konuşuyor bilemedim. Kim gelse onun dilinden şakımaya başlıyor. Almanca, İngilizce, İspanyolca, hepsi çok akıcı. Bir de binanın giriş katında çok güzel bir dükkan var, zengin bir klasik müzik koleksiyonuna sahip.

Musikverein, çocukluğumuzda Hikmet Şimşek’in sunduğu Pazar konserlerinin jeneriğinde çıkan o şaşaalı (!) konser salonu. Burada yeni yıl konseri ayrı bir ritüelmiş. Tavanı altın yaldızlı, süslü püslü, akustik iyi. İlk gün yol yorgunu gittiğimiz konser bizi bayağı zorlasa da denk gelirse bence bu konser salonu görmeye kesinlikle değer. Biletler acayip pahalı, öyle böyle değil. Keşke biletler bu kadar pahalı olmasaydı da daha güzel bir yerde oturabilseydik diye düşünüyorum konser boyunca.Etkinlikler..

Viyana bir güzel sanatlar cenneti. Ne ararsanız var. Muhteşem müzeleri geçiyorum zaten, ama geçici sergilerden de birkaç örnek vermek istiyorum ki Viyana’da ne kadar farklı tarzlardan ne kadar çok etkinliğin aynı anda devam ettiğine kanıt olsun:

Bir afiş

  • Picasso: Peace and Freedom - Albertina
  • Michelangelo: The Drawings of a Genius - Albertina
  • Frida Kahlo Retrospective - Bank Austria Kunstforum (Bilgi verici notlarla harika bir sergiydi!)
  • Rodin and Vienna – Belvedere
  • Cézanne, Picasso, Giacometti - Masterpieces from the Fondation Beyeler – Leopold Museum
  • Body Worlds of Animals – von Hagens - Vienna Natural History Museum
  • The Gold of the Inca - Novomatic Forum

Aynı şey müzik için de tabii ki geçerli, ve bahsettiğim sadece klasik müzik değil.


--> Viyana - 2



Viyana - 2

Habsburglar!

Habsburg hanedanının izlerine rastlamadan Viyana’da dolaşmak mümkün değil. Tarihle hiç ilgisi olmayan biri bile Viyana’ya gitmeden önce bence şu üç ismi öğrenmeli: Maria Theresia, Franz Joseph ve karısı Elizabeth (nam-ı diğer Sisi).

Maria Theresia, Habsburgların Queen Victoria’sı. Güçlü bir kadın hükümdar, uzun yıllar hüküm sürmüş ve pek çok reform yapmış. Devlet işlerinden kalan zamanlarında da 16 çocuk doğurmuş (!), ki bunlardan biri de meşhur Marie Antoinette. Franz Joseph, tarihi kişiliğinin ötesinde belki de Viyana’yı bugünkü Viyana yapan kişi, Ringstrasse onun eseri. Karısı meşhur Sisi ise bence 19. Yüzyılın Prenses Diana’sı. Başına buyruk bir Bavyera prensesiyken imparatoriçe olan; ama bir türlü mutlu olamayan güzel ama mahzun bir kadın. Hofburg sarayında Sisi’nin daireleri ilginç; daha o yıllarda kullandığı jimnastik aletleri (içlerinde barfiks bile var!), masaj yatakları, özel banyosu, Rapunzel’i andıran saçları için bakım yaptığı kısımlar görülebilir. Zavallı Franz Joseph sabah 4’te kalkıp geceye kadar küçücük bir odada çalışıp yine aynı odada uyurken saçlarını yıkama ritüelinin bile bir gün sürdüğü rivayet edilen Sisi’nin daireleri sarayın neredeyse yarısına yayılmış!

Hofmobiliendepot'da Sisi ve Franz Joseph

Hofburg Sarayı’nı gezerken Habsburg tarihinin içindeki ilginç bazı detayları dinlemek mümkün. Özellikle Habsburgların yeme içme gelenekleri çok matrak. Başta sıkıcı olur diye düşündüğümüz kısımlar audioguide ile renkleniyor. Sarayda onlarca yemek takımı var ve bir yerden bir yere giderken bunlar da kraliyet ailesiyle birlikte seyahat ediyorlarmış! (Bana seyahat ederken hiç pratik olmadığımı söyleyen annemin dikkatine!) Yemek takımı deyip geçmemek lazım, bunlar ülke ekonomisi için bile önem arz ediyor; zira savaş zamanında devlet zorda kalırsa çatal bıçak takımları eritilip para basılıyormuş! Bu arada yemek takımlarının 12’nin katları olarak yapılmasının son yemek ve 12 havariyle ilişkili olduğunu da burada öğrendim.

Daha önce pek bilmediğim bir başka detay da peçete katlamacılığı. Bu, sembolik önemi olan bir ritüel. Kimisi sır gibi saklanan ve çok az kişinin bildiği belli peçete modelleri var, örneğin Franz Joseph’in böyle bir modeli var. Hep ritüeller, hep detaylar.. Bu geleneğin günümüze uyarlanmış örneklerini içeren bir sergi olduğunu öğreniyorum, okuyunca ilginç geliyor ve Engin’i resmen sürüklüyorum; ama günün sonunda ikimiz de bayılıyoruz bu sergiye, bir türlü çıkamıyoruz. Kullandıkları peçete kağıt peçetelerden biraz daha sert, ama yine de kolaylıkla formu bozulabilecek bir malzeme. Bununla origami figürleri gibi çeşit çeşit hayvanlar, desenler yapmışlar, örneğin bunlardan biri yaklaşık 5 metre uzunluğunda bir yılan! Sergi çıkışında interaktif katlama pratiği yapmayı da ihmal etmiyoruz tabii.

Saraylar.. Müzeler..

Viyana tam bir müzeler cenneti. Dört günde kaç müze gezdik bilmiyorum. Her şeyin müzesi var; klasik resimden Freud’a, müzikten ölüm müzesine kadar. Müzelerin değişik bir kombine bilet sistemi var. Hem ViennaCard’la indirimli bilet almak mümkün, hem de birden çok müzenin birleşerek çıkardığı kombine biletlerle çeşitli avantajlar elde edilebiliyor. Gitmeden önce biraz araştırmak fark yaratıyor; çünkü müze girişleri gerçekten pahalı.

Kunsthistorisches Museum

Birkaç önemli müzeden bahsetmek gerekirse, sanırım açılışı Kunsthistoriches Museum hak eder. Bu müzenin binası da ismi gibi upuzun. O ne biçim bir binadır, başı sonu belli değil, insanı afallatıyor. Daha müzeye girmeden binanın kendisi ayrı bir sanat eseri. İçi ise abartılı derecede süslü, tavanlar, avizeler, mermer şekilli zeminler, sütunlar, heykeller.. Zamanımız bu devasa müzenin sadece bir kısmını oluşturan resim galerisini turlamaya yetiyor. Klasik resimle pek arası olmayan ben burada şaşıp kalıyorum; çünkü çoğu eseri bir yerden gözüm ısırıyor.. Sonra fark ediyorum ki eskiden kalma ArtMemo isimli hafıza oyunundaki meşhur tabloların neredeyse yarısının orijinalleri meğer buradaymış! Önceden çok fazla bilmediğim Bruegel (the Elder)’i bir kenara not ediyorum, özellikle tablolarındaki canlı renkler etkileyici. Çıkışta yine süper bir müze dükkanı var, posterler, kartpostallar, sanat kitapları, hediyelik eşyalar ve en güzeli, çocuklar için olağanüstü kitaplar. Bir gün çocuğum olursa buradaki kitapların hepsini alacağım valla, o beğenmezse ben okurum!

Hofburg avlu

Saraylara gelince.. Hofburg Sarayı dağınık bir kompleks gibi. Hazine dairesi (Schatzkammer) müthiş. En başta biraz sıkılacağımızı düşündüğümüz yemek takımları ve gümüşler müzesi ve kraliyet daireleri Habsburg hanedanına en ufak ilgisi olanlar için kesinlikle kaçırılmamalı. Tek gezmediğimiz kısım Spanish Riding School idi (ki burayla ilgili küçük bir not, buradaki bembeyaz Lipizzaner atları belli bir yaşa kadar farklı bir renkte olup daha sonra renk değiştiriyorlarmış!) Sarayın en yeni kanadı olan Neuburg ise kendi başına ihtişamlı bir bina.

Neuburg

Versailles Sarayı’ndan esinlenmiş yazlık Schönbrunn, müze olarak Hofburg’dan sonra biraz sönük kalıyor, çoğu şey birbirini tekrar ediyor sanki. Güzel havada gidilirse bahçesinde zaman geçirilebilir; biz sarı yapraklar üzerinde kısa bir yürüyüş yapmakla yetindik.

The Kiss-Klimt

Secession.. Bu acayip kelime de Viyana’da hep karşımıza çıkıyor. Viyana’da filizlenen bu sanat akımının öncüsü Klimt ve onunla birlikte yeni öğrendiğimiz isimlerden bazıları da Schiele, Kokochska, Oppenheimer.

Bir de Hundertwasser var ki es geçmeyelim. Bu ressam ve mimarın tüm eserleri rengarenk ve doğadan esinlenmiş formlarla dolu. Viyana’da Barcelona’ya gelmiş gibi oluyor insan. Hundertwasser’in farklı şehirlerde tasarladığı çok ilginç binaları da var, örneğin çok değişik bir fabrika! Benim gibi önceden duymadıysanız mutlaka internetten görsellerini aratın ki içiniz açılsın!!
Gezdiklerimiz içinde belki tek tavsiye etmeyeceğim müze, Haus der Musik. Londra’da gördüklerime benzer, çocuklar için yapılmış ama bir yetişkinin de hayran kalıp saatlerce eğlenebileceği müzelere benzer bir şey bekliyordum; ama burası tam bir hayalkırıklığı. Sadece çıkışa yakın bir orkestra şefi simülasyonu var ki bir Fransız çiftle bu oyunu paylaşamıyoruz, çocuklar gibi birbirimizin başında bekleyip sırayla defalarca oynamamıza rağmen işin sırrını da bir türlü çözemiyoruz. Neyse, benzeri Wii Music’te var, kesinlikle zaman harcamaya değmez.

--> Viyana - 3

Viyana - 3

Havada Noel kokusu var

Neden bilmem, Viyana benim için kışla özdeşleşen bir şehir. Müzik sezonunun açık olduğu, ağır tatlıların yenilip sıcacık kahvelerin içildiği, bohem atkıların boyunlara dolandığı bir vakit sanki buralara daha uygun düşer. Viyana’yı görmeden önce böyle bir Viyana resmi var aklımda. İşte bu resim, Rathausplatz’ı gördüğümde tamamlanıyor! Burada bir tek kar eksik, ama kurulan Noel pazarıyla birlikte başka bir şey aramaya gerek yok!

Neogotik Rathaus (belediye binası) önüne dev bir çam ağacı kurup hem onu hem de çevredeki pek çok ağacı çok zarif bir şekilde ışıklandırmışlar. Rathaus önündeki meydana da ahşap kulübecikler dizili, içlerinde minik dükkanlar, süsler, ışıklar, şekerler, pastalar, sosisler.. Her yer sıcak şarap kokuyor. Burası insana çocuksu bir neşe aşılıyor, büyülü bir yer. Mıknatıs gibi beni kendine çekiyor, abartmıyorum her gün Rathausplatz’a uğramadan duramıyorum.

Rathausplatz

Rathausplatz’taki gibi olmasa da şehirde onlarca başka Noel pazarına rastlıyoruz. Nerede bir meydan varsa hemen ahşap kulübecikler konduruluyor, bir iki stant, biraz sıcak şarap, ve şipşak Noel havası tamamdır. Bir de Spittelberg var ki, bizim otelin resmen arkasında. Burası aslında küçük bir sokaktan ibaret; ama kendine has bir havası var. Stantlarda biraz daha ince iş hediyelikler satılıyor. Rathaus’a göre çok daha küçük ve az kalabalık, butik bir yer.

Naschmarkt

Noel pazarları dışında, şehir merkezinde kalıcı pazar yerleri de var. En büyükleri Naschmarkt. Ben Barcelona’daki La Boqueria tarzı bir yer bekliyordum, oysa burası uzun bir cadde gibi, bir kısmı sebze meyve iken çoğunluğu küçük cafe ve büfelerden oluşuyor. Hohermarkt yakınında saat başı figürlerin yürüyüş yaptığı antik bir saat var (Anker Uhr); ama özellikle Prag’daki astronomik saati gördüyseniz buradakinin çok bir numarası yok. En fazla Maria Theresia’yı, II. Maximilian’ı falan görüp tanıyor, sonra da Viyana’da kala kala kimlerin size aşina gelmeye başladığına şaşırıyorsunuz, o kadar!

Anker Uhr-Hohermarkt

Yeme-içme konusu

O kadar çok yedik ki anlatamam. Burada porsiyonlar kallavi.

Viyana’nın kendine has bir mutfağı var. Dikkat, Avusturya mutfağı değil, Viyana mutfağı diyorum, bu detay önemli. Et, et suyu, patates ve çeşitli kök sebzeler üstüne kurulu bir mutfak, çoğu emperyal yemekler. Schnitzeli zaten geçiyorum, onun dışında Tafelspitz, harika çorbalar, beef tartar, beef jelly.. Macar mutfağından gulaş.. Ekmekler ve tereyağları da genel olarak çok lezzetli.

Tatlılar ise ayrı bir hikaye. Denenecek onlarca pasta. Apfelstrudel desen ekmek gibi, zaten her yerde var. Onun dışında dünyaca ünlü Sachertorte, orman meyveli pastalar, Topfenstrudel, Franz Joseph’in yer gün yediği Gugelhupf (bizim kakaolu kek) ve daha niceleri.. Tarihi Cafe Demel’deki pasta yapım atölyesi bu açıdan ilginç. Burası bir klasik, Markiz pastanesi gibi bir yer; ama tek farkla: daha bile eski olmasına rağmen Demel dimdik ayakta, kimse burayı Robert’s Cafe’ye çevirmeyi düşünmemiş nedense!

Tabii ki bira.. Ottakringer bir Viyana birası ve Viyanalılar bunu çok sahipleniyor, yabancı bira markalarına pek hoş bakmıyorlar. Birkaç kez şarap da içtik, Blaufränkisch kırmızı ve Vetliner beyaz şarap olarak fena değildi. Bir de yemeklerden sonra schnapps içiliyor.

Cafe Demel

Kaffeehaus kültürü Viyana yaşamında çok önemli bir yer tutuyor. Klasikleşmiş onlarca mekan var. Burada çeşit çeşit kahve seçenekleri sunuluyor: Küçüğü büyüğü, kremalısı, sütlüsü, alkollüsü, yok şöylesi, yok böylesi..

Ve asla unutulmaması gereken bir konu: sosisler! Noel marketinde onlarca çeşidi satılan, kimi ekmek arası, kimi tek başına, kimi bir kova sarımsak suyuna batırılmış fırçalarla tatlandırılan, birbirinden lezzetli sosisler. Kısaca: Mmm.

Otel

Hotel Viennart, gençlerin uğrak semti Museumsquartier’de bulunan sade, basit ama iyi bir otel. Yeri merkeze yakın, metroya yakın, Mariahilfer Strasse’ye yakın. Servis iyi, odalar kullanışlı, fiyatları hesaplı. Kısacası biz çok memnun kaldık, çok afili bir şey aramayanlara tavsiye ederim.

Sonbaharda Schönbrunn


Viyana - not defterimden..

Viyana'da gittiğimiz yerlerle ilgili kısa notlarımı aşağıda bulabilirsiniz. Bu sefer yazı bütünlüğünü bozmamak ama detayları da atlamamak için bu şekilde ayırdım.

2.09.2010

bozcaada..

çılgın kalabalığın tam ortasında!
30 Ağustos’ta iki günlüğüne Bozcaada’yız… ama sanırım bizimle birlikte herkes de burada!! Bu nasıl bezdirici bir kalabalıktır, anlatamam. Zaten arabası olanlar muhtemelen tüm günlerini feribot iskelesinde sıra bekleyerek geçirmiştir; biz yayalar bir nebze daha şanslı olsak da gerek plajlar, gerek dolmuş sıraları, gerek akşam yemekleri derken her yerde bu kalabalığın sıkıntısını çektik. En standart lokantaların bile akşam yemeği için günler veya haftalar öncesinden yapılan rezervasyonlarla dolmasına bir rezervasyon uzmanı olan ben bile isyan ettim! O yüzden tavsiye: Bozcaada’yı kesinlikle görmek lazım; ama resmi tatiller dışında, hatta mümkünse hafta içi!

Bir kere, bu kalabalık, bu koşturmaca bence adanın doğasına aykırı. Bozcaada, öyle çok yoğun bir aktivitesi olmayan, yavaş yaşanan, sakin, huzurlu, keyifli bir yer-miş.. Burada zamanı unutmak lazım aslında. Şöyle eski bir Rum evinden bozma küçük bir otelde kalıp gündüz bomboş sahillerde yüzmek, bağlara gidip şarap tatmak, Arnavut kaldırımlı sokaklarda gezip rengarenk, şirin evleri seyretmek, akşam da keyifli bir yemek yiyip şehirden uzaklaşmak lazım burada. Biz de bunları yaptık elbette; ama aklımızın bir köşesinde de hep o kalabalıklardan uzak, sakin ve huzurlu Bozcaada’nın hayali vardı..

Bozcaada’ya Geyikli’den feribotla geçiliyor. Ada, limana yaklaşırken çok kurak, adı gibi boz gözüküyor insana. Adanın özellikle doğu tarafında neredeyse hiç yeşillik yok. Vapur iskelesinin yanında kocaman bir kale karşılıyor sizi. Merkezde iki mahalle var; Türk mahallesi ve Rum mahallesi. Rum mahallesindeki evler çok güzel, bembeyaz evler, pencereleri ve kapıları rengarenk. Buradaki restoran ve otellerde de genellikle adanın karakterini yansıtan dekorasyon öğeleri kullanılmış; boyanmış ahşap sandalyeler, güzel örtüler, duvarlara asılmış süsler, rengarenk çiçekler.. Sokaklarda yürümek ve etraftaki evleri izlemek insana mutluluk veriyor.

Kaldığımız otel, Bozcaada’nın ünlü butik otellerinden Kaikias. Mimar Handan Hanım ve eşinin işlettikleri otel, deniz kenarında eski bir Rum evi. Resepsiyon kısmında devasa bir asmanın cam tavanı kapattığı, zevkli döşenmiş odaları ve nezih kahvaltısıyla kaliteli, çok fazla janjanı olmayan, sade ve güzel bir otel. Ama bizim tatilimiz o kadar hızlı geçti ki otelde şöyle yan gelip yatmaya da çok fazla zaman geçirmeye de fırsat bulamadık doğrusu.

Kaleden Rum mahallesi

Kahvaltı, adanın en önemli ritüellerinden. Bazı pansiyonlarda ortaya kocaman masalar kuruluyor, herkes o masanın çevresinde toplu kahvaltı ediyor, aynen evdeymiş gibi. Örneğin Rengigül pansiyonun kahvaltısı böyle. Reçeller adanın reçeli, peynir Ezine peyniri, domates de Çanakkale domatesi olunca zaten başka söze gerek kalmıyor ama kahvaltılarda daha pek çok şey de var. Reçeller envai çeşit. Adanın spesiyalitesi domates ve gelincik reçelleri zaten standart, onun dışında da beyaz üzüm, incir, kayısı, turunçtan tutun patlıcan ve yeşil bibere kadar yaklaşık 20-25 tane reçel çeşidi gördüm burada.. Böyle olunca reçel yemek, arılara karşı çetin bir savaşa da dönüyor tabii ki.

Rengigül'ün reçelleri

Buraya gelmeden önce, denizin çok soğuk olacağına kendimi alıştırmıştım. Ama hem mevsimden hem de genelde öğle saatlerinde denize girmemizden olacak, beklediğim kadar dondurucu gelmedi. Serin ve berrak bir deniz. Adanın çevresinde irili ufaklı pek çok plaj var. Biz arabamız olmadığı için sadece minibüsle gidilenlere girebildik. Ayazma plajı iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı, onun yanında denizi benzer olan Sulubahçe ve Habbele'ye ve bir sonraki gün de Akvaryum koyuna gittik. Bunlar içinde benim en çok hoşuma giden Habbele oldu, sanırım nispeten en sakini olduğundan. Habbele koyunda Mitos isimli bir de beach var, kaliteli müzikler çalıyor ve bir şeyler de yemek mümkün burada.

Ve tabii ki şaraplar.. Bozcaada tam anlamıyla bir şarap cenneti. Adada çeşitli yerel markaların bağ evleri ve satış mağazaları var, restoranlarda da bu şaraplar bulunuyor. En meşhurları, tabii ki Corvus, Çamlıbağ ve Talay. Biz kırmızı olarak genelde Cabernet Sauvignon içtik, adaya has üzümlerden Karalahna ve Kuntra’yı sek olarak biraz acımsı bulduk. Adanın beyaz üzümleriyse Vasilaki ve Çavuş. Bu üzümlerden bazılarını sokaklarda yemek için de satıyorlar, ama kiloyla değil kasayla!

Gün batımı için adanın batı ucundaki Polente Fenerine gidip rüzgar türbinlerine karşı şarap içmek gerekiyormuş ama biz mahşeri kalabalığın adanın tüm dolmuşlarını tüketmesinden dolayı bunu da başaramadık! Onun yerine, tekneyle denize açılıp rüzgar türbinlerine uzaktan bakarak güneşi denizin içine batırdık. Böylesi de güzeldi ama bayağı rüzgarlıydı!

Dönüşte çok uzun ve yorucu bir otobüs yolculuğu yaptık. Bunun tek güzel kısmı şirin Geyikli kasabasından geçip Ezine’de biraz duraklamaktı. Otobüs Ezine otogarda beklerken biz de biraz yürüdük, peynir, zeytin alıp sonra da mahalle pazarına daldık. Güzelim domateslere, şeftalilere ve bu meyve sebze cennetindeki imrenilesi etiket fiyatlarına bakakaldık, sonra da Çanakkale hatırası olarak biraz domates ve çakıldak (bilmeyenler için İzmircede börülce anlamına geliyor!!) aldık. Bundan sonrası ise Eceabat için uzun uzun feribot sırası beklemekle, her yol sapağında yolcu indirip bindirmekle ve kalabalık dönüş trafiğinin içinde yol almakla geçti.

Özetle, evet, bir dahaki sefere tekrar Bozcaada, ama kimsecikler yokken, gizlice! (nasıl olacaksa!)

20.08.2010

hey gidi karadeniz!

Doğu Karadeniz Yaylaları
25 Temmuz-1 Ağustos 2010

Bu yaz tatili, diğerlerine hiç benzemiyor. Evet, bu sefer deniz yok; ama onun yerine neler var neler.. Yemyeşil, vahşi bir doğa, dağlar, dereler, şelaleler, muhteşem manzaralar, bulutlar, bulutlar.. Bayıldığım yemekler, hepsini ezberlemek istediğim türküler, şen şakrak, matrak, candan insanlar..

Burası, Doğu Karadeniz. Ne zamandır görmek istediğim yer. Seneler önce Artvin’le şöyle kısacık göz kırpmıştı bana.. Karmakarışık, garip duygularla hatırladığım o seyahatten sonra, bambaşka, dolu dolu bir Karadeniz gezisi yapmak istiyorum şimdi. Saatlerce otobüslerin içinde giderek değil ama; yaylaların içinde, dağlara karşı, o kültürü gerçekten soluyarak. Adres, Karadeniz doğa turizmi konusunda uzun zamandır ismini duyduğum Bukla.

hazırlıklar – trekking yapacaklara öneriler

Hayatında daha önce gerçek anlamda trekking yapmamış bizler için bu gezi yeni bir dünyaya ilk adım ve pek çok hazırlık gerektiriyor. Önce “Hmm, kot pantalon ve spor ayakkabıyla olmuyor muymuş ya, niye ki?” cümlesiyle başlayan, sonra www.bukla.com’un gerekli malzemeler sayfasındaki listeyi incelemekle devam eden ve illa ki Karaköy’deki doğa malzemeleri satan dükkanları arşınlamakla son bulan bir evrim süreci bu.

Özeti şu: Yaylalarda trekking yapacaksanız aslında hayati bir tek şey var: trekking botu. Bot kötüyse, her şey bir kabusa dönebilir. İyi bir trekking botunun en önemli özellikleri, bileği koruması, su geçirmemesi, hafif olması ve tabii ki özel tabanı (reklamları bitiriyorum). Bu güzide botlar bayağı pahalı ve numaraları normal giydiğiniz ayakkabı numarasından farklı olduğundan deneme sürecinde bocalayabilirsiniz; özellikle de benim gibi kararsız biriyseniz! Ama bir kere kendinize uygun bir trekking botu buldunuz mu, onu bağrınıza basıyor ve parasını çıkarmak için dere tepe düz gitmek, sürekli trekking yapmak istiyorsunuz!

Listeden devam edelim, hafif ve kolay kuruyan pantalonlar, tercihen şort olabilenlerden. Sırt çantası hafif ve arkası fileli olursa hem hava alıyor hem de terlediğinizde sırtı rüzgardan koruyor. Trekkinge özel sırt çantalarının kendi yağmurlukları var. Bir de kendinize yağmurluk gerek tabii, panço olursa daha iyi ama biz tüm İstanbul’u aramamıza rağmen panço bulamadığımız için İKSV’nin açık hava konserlerinde dağıttığı yağmurluklarla idare ettik.

Bir diğer güzel ve faydalı arkadaşımızı unutmayalım: tozluk! Benim gözbebeğim, engin’in ise gitmeden önce “ne işe yarayacak bu” diye sürekli dalga geçtiği; ama yağmur ve dolu altında sucuk gibi ıslanıp botlarının içi su dolunca bin pişman olup ayder’de köşe bucak aramasına rağmen bulamadığı o ayrıntı, evet, tozluk. Tozluk, bacağı bilekten dize kadar sarıyor, böylece botun bilek kısmından su girmesini engelleyerek kuru ve mutlu kalmanızı sağlıyor, bir de size havalı bir jokey görüntüsü veriyor.

Kısacası, her şeyin su geçirmeyen, kolay kuruyan ve hafif olanı, Karadeniz için biçilmiş kaftan denebilir.

Burada aynı gün içinde havanın bir anda değişmesi çok olağan (biz de bizzat şahit olduk; sıcak bir günde bir anda sağanak yağmura sonra da çok sert bir doluya tutulduk!). O yüzden çantada pek çok malzeme taşımak gerekiyor: yedek tshirt, yedek çorap, polar, yağmurluk, su matarası, mutlaka güneş kremi vs. Bunların birini unutmak, ya da “Amaaan bugün hava güneşli, poları kim taşıyacak ki” cümlesi, ilerde acı acı gülümseyerek hatırlayacağınız bir anı olabilir.

Her şeyi giyinip yedekleri de sırt çantasına koyunca tam teçhizatlı turistlere dönüşüyorsunuz. Bir de kafanıza Rize’ye özgü puşilerden ya da her şekle giren Buff’lardan bağladınız mı, artık yola çıkmaya hazırsınız!

bukla ile doğu karadeniz yaylaları

Kavrun yaylası

Bizim katıldığımız Doğu Karadeniz Yaylaları, Bukla’nın en standart Karadeniz turlarından. Nispeten rahat ve konforlu bir tur; çünkü gündüz ne kadar yürürsek yürüyelim, ne kadar sürünürsek sürünelim, akşam döndüğümüz bir yatağımız, bir otelimiz, Oberj’imiz var. Her gün Ayder’den yola çıkıp kimi zaman tamamen yürüyoruz, kimi zaman da minibüsle bir noktaya kadar gidip sonra yaya olarak devam ediyoruz. Birkaç gün dışında çok zor parkurlar yok; yorgunluğumuz da aslında daha çok sıcak havadan kaynaklanıyor. Bizim gittiğimiz hafta, Karadeniz için kavurucu sıcakların olduğu bir haftaymış, gerçekten de güneşin altında resmen kavrulduk; ama havalar böyle olmasa o kartpostala benzeyen resimleri çekemez, hiçbir yeri göremezmişiz. O yüzden hepsine değerdi..

“Cezdurici”mize gelince.. Bukla’nın sitesinde herkesin kendisine methiyeler yazdığı rehberimiz Alp, hepsini hak ediyor. Alp, bence bir dağ keçisine benziyor (tip olarak değil tabii!) Kendisi Hopalı halis bir Laz; deli dolu, içten, yardımsever, hiçbir şey yememesine rağmen etrafına durmadan enerji saçan, hoplayıp zıplayan, “ben şuradaki tepede bi zirve yapıp geliyorum, bekleyin”(!) şeklinde ilginç cümleler kuran, gündüzleri fıkra anlatıp türkü söyleyen, trilyon tane fotoğrafımızı çeken, akşamları da horon başı olarak karşımıza çıkan acayip bir karakter. O olmasa gezimiz asla böyle keyifli geçmezdi. Bukla’nın sırrı, bence bu. Tüm rehberler bizzat yöreliler; anlattıkları şeyler kendi hayatları, kendi kültürleri, gezdirdikleri yerler de kendi memleketleri.. Böyle olunca, onların samimiyeti size de yansıyor, gruplar kaynaşıyor, hatta trans-grup kaynaşmaları bile yaşanıyor!..

dağlar dağlar

Öyle dağ ile, trekking ile, tırmanış ile ilgili biri değildim ben, hiç değildim. Bu geziden beklentim, güzel bir doğa içinde serinlik, yeşillik, huzur bulmaktan ibaretti... Ta ki... Zirveye doğru çıkmaya başlayana kadar. Ne zirvesi olduğu önemli değil. Bir kere tırmanmaya başlayınca insan durmak bilmiyor, dili dışarı da çıksa daha yukarı, daha yukarı çıkmak istiyormuş, bunu anladım. Dağ tutkusunun nasıl bir şey olabileceğini sanırım artık kendimce- bir nebze kestirebiliyorum.

Zor parkurlarda belli bir tempo içinde, nefeslere dikkat ederek ve çok uzun olmayan molalar vererek uzun mesafeler yürüdük. (Bu arada bence, inişler çıkışlardan daha zor, daha çok dikkat istiyor.) Geçtiğimiz yollarda derelere, şelalelere (şelale altında serinlemek çok diriltici bir hismiş!), kır çiçeklerine, harika görünüşlü mantarlara rastladık. Yükseldikçe, manzaralar enfes hale geliyor, hele bir de hava açık ama bulutlar aşağılara çökmüşse! Burası öyle acayip bir yer ki en alakasız kişi bile profesyonel bir fotoğrafçıya dönüşebilir. Renkler, yansımalar müthiş; insan durup seyretmeye de, fotoğraf çekmeye de doyamıyor.

Bölgedeki en yüksek dağ, 3937m ile Kaçkar zirvesi. Alp her çıktığımız yaylada efsanevi bir varlıktan bahseder gibi Kaçkar’ı işaret ediyor bize. Bizim bu turda çıktığımız en yüksek nokta ise, 3000 m. ile Kavrun yaylası. Kendimle ilgili bir şey keşfediyorum, 2000 metreyi geçince parmaklarım hızla, dolma gibi şişiyor, çok matrak!

Ve bir milat: Ben ki her yerde, her daim üşürüm, 3000 m.de, karlı bir dağın eteğinde, sisler içinde, kayaların arasından buzzz gibi bir göle girdim! Adı Kavrun Büyük Deniz Gölü’ymüş, lütfen kayıtlara geçsin, kütüğüme işlensin! Hayatımda yüzdüğüm en soğuk su kütlesiydi; her yerim uyuşmadan önce sadece birkaç kulaç atmaktan ve sonra geri dönmekten ibaret olan bu cesaret denemesine yüzmek denirse tabii..

yaylalar..

Ayder ve Pokut dışında gittiğimiz yaylaların hiçbirini önceden duymamıştım: Bölgedeki tek Laz yaylası olan Avusor, orman içinden çıkılan zor parkur Huser, ayrıca anlatılmayı hak eden Pokut ve Sal, sisli bir havada çıktığımız, patikası beş balkondan oluşan ve tepede sizi pek çok gölle karşılayan Kavrun.. Bu arada bölgedeki isimler beni cezbetti, mesela Hazindak (Hazindağ), Çaymakçur, Ernetap, Palovit, Naletleme Boğazı(!) vs.

Yaylalar, genellikle ağaç sınırının üzerinde yer alıyor, 2000 m. üzerinde. Ama istisnalar da var; mesela Ayder ve Pokut ağaçlık yaylalar. Yüksek yaylalarda su bulma sıkıntısı olmuyor, biz de tüm yürüyüşlerimiz boyunca patikalardaki puar denen noktalarda pınardan mataralarımızı doldurarak çok lezzetli, yumuşacık ve doğal sularla serinledik.

pokut pokut pokut

Bu bölümde iyice çenem düşecek, uyarıyorum; ama her şey bir yana, o gün, Pokut’a gittiğimiz o gün bir yana!

Öncelikle şöyle başlayayım. Karadeniz’de her köyün belli bir yaylası var, yani her isteyen istediği yaylaya çıkamıyor, ev yapamıyor, ev alamıyormuş. (Biz Pokut’a yerleşebilir miyiz diye biraz araştırdık da; ne yazık ki bunun mümkün olmadığını söyleyeyim, o köyden biriyle evlenmezseniz tabii!!) Çamlıhemşin’e bağlı Ortan köyünün, ki uzaktan bakınca heybetli ve koyu yeşil dağların arasına sanki raptiyeyle tutturulmuş birkaç tahta ev gibi görünüyor bu köy- ahalisinin yazları çıktığı yaylanın adı, Pokut. Yani kısaca dünyada bazı şanslı insanlar var, bunlar kışın Ortan Köyü’nde, yazın Pokut’ta yaşıyorlar!

Pokut’ta sadece Haziran-Ekim arası hayat var. Ulaşımı çok zor, belki Ayder gibi kalabalık ve kirlenmiş bir yayla olmamasının temel sebebi de bu. Öyle herhangi bir araçla değil, askeri bir unimogdan modifiye edilmiş ilginç bir araçla çıkıyoruz Pokut’a. Anayoldan ayrıldıktan sonra yaklaşık 13 km.lik bir yol var; ama biz bunu ancak bir saatte çıkabiliyoruz! Yol boyunca kıvrıla kıvrıla, sarsıla sarsıla, bizi tokatlayıp duran ağaç dallarından yüzümüzü korumaya çalışarak dimdik bir yamaca tırmanıyoruz. Yıpratıcı bir yolculuk bu; ama Pokut’u görünce her şeyi unutuveriyoruz.

Birkaç saat içinde Pokut'taki değişim

Kelimelere dökmek zor ama karşılaştığımız manzarayı şöyle tarif edeyim: Hani bazı tablolar vardır, aslında onları uyduruk manzara resimleri diye küçümseriz: ulu dağlar, yeşil kırlar, ağaçlar, çiçekler, rengarenk şirin evler.. Ne kadar zorlama dersiniz, ne kadar yapmacık; her şeyi bir araya koymuşlar, bu kadar da olmaz.. İşte Pokut, o fazla güzel tablolardaki şirin yaylalar gibi, ama burası gerçek! Bu güzelliğin karşısında öylece kalakalıyoruz, “Burası gerçek mi?” hissi geliyor insana. Sonra.. Bir yükseltiye doğru yürüyüp aşağıya bakıyoruz ve gördüklerimizle her şey daha da tepetaklak oluyor: Bulutlar aşağıya çöküp kalmış, her yeri uçsuz bucaksız bir bulut denizi kaplıyor, dağların zirveleri de bu denizin içindeki adalar gibi görünüyor! Öyle bir manzara ki bu ne kelimeler, ne de çektiğimiz yüzlerce fotoğraftaki görüntüler tarif edebilir.. İnsan bir an bulutların içine atlamak istiyor, garip bir uçsuz bucaksızlık hissi içinde.. Dalıp gidiyor ve tekrar, bu sefer daha şiddetli soruyoruz: “Burası gerçek mi?” Bulutlar yükselmeye ve evlerin arasına süzülmeye başlıyor, bir yandan güneş alçalıyor, her an manzara değişiyor. Biz de çakılıp kalıyoruz, çocuklar gibi şeniz, Pokut’tan bir türlü ayrılamıyoruz..

Not. Pokut her zaman böyle olmazmış. Kimi zaman her yer sis duman olur hiçbir şey gözükmezmiş, gördüğümüz tüm yöreliler çok şanslı olduğumuzu söyledi. Ben de bir dilek tuttum: bize sisten duvağını çıkarıp güzel yüzünü gösteren Pokut bozulmasın ve onu bir gün tekrar görebilelim..diğer geziler

Sümela manastırı, aslında gezimizin başlangıç noktasıydı. Trabzon’un Maçka ilçesinde, denizden uzak, yüksek bir tepenin kenarında, ağaçların arasında dimdik yükselen, insanın fotoğraflarına baktığında bile garip bir heybet hissettiği bir yer burası. İçeride ise freskler var; bunların insan boyuna kadar olan kısmı tamamen harap durumda, her gelen geçen ismini kazımış.. Tavanlardaki freskler ise nispeten iyi durumda ve özellikle ana şapel çok etkileyici.

Sümela ve Zilkale (ki dışarıdan gördük) dışında bu gezide başka bir tarihi eser görmedik; bu da büyük ölçüde doğadan kaynaklanıyor, yapılar bu hırçın doğaya fazla dayanmıyormuş. Buna en büyük istisna, Osmanlı döneminden kalma kemerli taş köprüler. Mostar köprüsüne benzeyen, kilit taşı mekanizmasıyla ayakta duran çok dayanıklı köprüler bunlar ve Fırtına vadisi boyunca birkaç tanesini yakından görme fırsatı bulduk.

Fırtına vadisinin kenarında bir yerde, yarım bırakılmış bir şantiye var. İş makinaları, toz toprak ve o inşaat görüntüsü, her ne kadar şimdilik durdurulmuş görünse de HES yapımına bir şekilde devam edileceğini düşündürterek insanı korkutmaya yetiyor.Fırtına vadisinde çeşitli noktalarda rafting yapılıyor. Ben hayatımda ilk kez rafting yaptım, burası zaten çok kolay bir parkurmuş. Bize fazla keyif vermedi, biraz zorlama ve heyecansız bulduk, gezinin tek gereksiz kısmıydı denilebilir.

Gezinin son gününde de ek bir gezi olarak Artvin’deki Borçka-Karagöl’e gittik. Daha önce gittiğim için yolun bozuk olmasına kendimi hazırlamıştım, yanılmamışım. Son 5 km. hala çok bozuk, hatta bir yerde köprü yıkılmıştı, minibüsten inip kalasların üzerinden karşıya geçtik, boş minibüsümüzün geçişini de çığlıklarla izledik.. Birkaç saat sonra dönerken aynı yerde şipşak yeni bir köprü inşa edilmişti bile! Karadenizliler gerçekten çok tezcanlı!

Borçka Karagöl, bence görülmesi gereken güzellikte bir yer. Çevresi ağaçlarla kaplı, gölün içinden de ağaçlar çıkıyor. Çok nadir bir şey bu; ama nedense, birileri bu ağaçları dibinden kesmeyi daha uygun bulmuş! Gölün içinde kayıkla dolaşılabiliyor, orayla özdeşleşmiş ördekler seyrediliyor ve göl kenarında mangal-çay keyfi yapılabiliyor. İşin ilginç yanı, gölün değişik renginden ötürü her zaman farklı görüntüler vermesi. Işığa, gün içindeki saate ve yılın mevsimine göre çok farklı ve birbirinden güzel fotoğraflarını gördüm Karagöl’ün. Şimdi de sonbaharda, kızıl yapraklar altında neye benzediğini merak ediyorum..

yemekler

Karadeniz yemeklerine “çok ağır” yaftası yapıştırılmış bir kere. Bir açıdan doğru, hakikaten tereyağı kullanımı inanılmaz boyutlarda; ama yediğimiz neredeyse tüm yemekler çok lezzetliydi. Bir de temiz hava, yürüyüş derken insan gerçekten çok acıkıyor; biraz da “nasıl olsa bu kadar hareket ettim, bu güzel yemekleri hak ettim” düşüncesiyle sınırı biraz kaçırıyor!

Muhlama (mıhlama değil!), Rize’ye özgü, beyaz un, bol beynir (minci peyniri denen özel bir peynir kullanıyorlar) ve tereyağından yapılıyor. Bir de bunun Trabzon versiyonu var, onun da adı “kuymak”. Kuymak ve muhlamanın farkı birinin mısır unundan, birinin beyaz undan yapılması ve muhlamada peynirin daha fazla kullanılmasıymış. Bu gezi boyunca o kadar çok kuymak ve muhlama yedik ki bir noktadan sonra bunlar bizim için peynir ekmek gibi standart bir besine dönüştü..

Aslında Karadeniz yemekleri o kadar da çeşitli değil. Yemekler çorbayla açılıyor (genellikle mısır ya da karalahana çorbası, ama adından bağımsız olarak tüm çorbaların içinde mısır ve fasulye bulunuyor.) Diğer yemekler: Kuymak ya da muhlama, karalahana sarma, kaygana (krep benzeri), Akçaabat köfte, kurufasulye, alabalık (kırmızı benekli bulmak artık imkansıza yakınmış, yenilenler genelde üretim). Yemeğin yanında mısır ekmeği ya da köy ekmeği (ki muhlamaya banarak yemesi müthiş!) Bir de çok sevdiğim, fasulyeden yapılma bir turşuları var, adı turşu kavurma. Tatlı olarak sütlaç ya da hayatta en sevdiğim tatlılardan laz böreği! İyi yapılmış bir laz böreğini ben hiçbir şeye değişmem..

Uzun ve zorlu yayla yürüyüşlerinin olduğu günlerde elbette öğle yemeğini kumanya ile geçiştirdik; ama dağlarda o ekmek-peynirin, muzun, gofretin tadı bambaşka oluyor, bunu da vurgulamadan geçemem! Ayrıca özellikle Huser’e çıktığımız gün ormanın içinden geçerken dalından koparıp taze taze böğürtlen yedik. Bölgede farklı mevsimlerde pek çok orman meyvesi bulmak mümkün: böğürtlen, karayemiş ve tabii ki taptığım likapa (yabanmersini).

Bir hayalkırıklığı, gezide bir türlü güzel bal bulamadık.. Bu sene yaylalardaki arılara bir şeyler olmuş, bala hasret kaldık!

karadenizle ilgili bilmediklerim

Genellikle Doğu Karadenizli olan ve “uyy, uşağum” vs. şeklinde konuşan herkese Laz der geçeriz, oysa alakası yokmuş. Lazlar ayrı bir etnik topluluk, Doğu Karadeniz’de Rize ve Artvin’in sadece belirli bölgelerinde köyleri var. Karadeniz şivesiyle konuşulan Türkçe ile hiçbir alakası olmayan Lazca, Gürcüce ile aynı dil ailesinden apayrı bir dil. (Kazım Koyuncu’nun Didou Nana’sını dinledikten sonra insanda öğrenme isteği doğuran dil!!) Bir de Hemşinliler var; onların da dilleri Ermenice’yle kardeşmiş.

Karadeniz’de benim ilgimi çeken bir başka ayrıntı da “hala-dayı” olayı. Genelde konuşma arasında tanımadığımız bir erkekten bahsederken, ya da ona hitap ederken “amca”yı, kadınlar için de “teyze”yi kullanırız. Karadeniz’de ise bunun tam tersi: yaylalardaki belli bir yaşın üstündeki yöreli erkeklere “dayı”, kadınlara da “hala” diyorlar. Biz de yaylalarda yürürken, sırtlarına yüklenmiş devasa bohçalarıyla “Ben şu karşıki dağa cideyrum” diyen 80 küsur yaşında güleryüzlü halalara ve tereyağının zararlı olduğu bilgisinin dış güçlerin bir komplosu olduğunu anlatan dayılara rastladık!

müzikler

Karadeniz müziğini çok seviyorum, sevgim bu gezide iyice depreşti. (Dönüşte kemençe ve tulum sesi evimizde en çok duyulan enstrüman sesleri olmaya başladı!)

Karadeniz türkülerinin hepsinde doğa bir şekilde kendini gösteriyor, yalçın doğayla mücadele şarkı sözlerine de yansıyor. Benzetmeler, tasvirler harika. Türkülerin kimisi yavaş ve yumuşacık, insanın içine dokunuyor; kimisi de coşkulu, tempolu, hareketli; ama hepsinde gömülü garip bir hüzün var.

Karadeniz müziği, bende nedense bir yolculuk hissi uyandırıyor, bu müziği dinlerken sanki hep bir yerlere doğru yol aldığımı hissediyorum; belki de bu yüzden bu müziği bu kadar seviyorum. Arabada dinlemek için de birebir. Kazım Koyuncu’yu zaten tek geçiyorum; ama bu gezi sırasında dinlediğimiz birkaç yeni grup: Karmate, Marsis, Mavi Göç.

Bir de horon var tabii ki, unutmamak lazım. Akşamları Oberj’de birkaç kez toplu horon vurduk (horon tepilmez, vurulurmuş!) Çok hareketli, çok eğlenceli bir dans. Grup başının komutları da insanı hem coşturuyor, hem de güldürüyor: “Bi sağ bi sol”, “Canli canli..”, “Şaşurma!”



dönüş: şimdi o dağlarda olmak vardı..


Sayfamın adını “Citti Cördu Yedu” diye değiştirsem mi diye düşünüyorum şimdi :)

Daha önce birisi bana “Yılda bir hafta yaz tatilin var, orada da her allahın günü sabah 6:45-7:00 gibi kalkıp ayağına kocaman botlar giyeceksin, ağır bir çantayı yüklenip kendini dağlara vuracaksın, akşama kadar, ayaklarına kara sular inene kadar durmadan yürüyeceksin, hatta dönüşte yorgunluktan hasta olacaksın; ama kafanı boşaltacak, yenilenecek ve her şey bittiğinde bunu çook özleyeceksin” dese sanırım gülüp geçerdim; ama şimdi gerçekten bu dolu dolu geziyi çok derin bir özlemle hatırlıyorum, sürekli aynı müzikleri dinleyip fotoğraflara tekrar tekrar bakıyorum. Bir yerlerde takılıp kalmış gibiyim.

Karadeniz’e bu tip bir gezi yapmış çoğu kişi de bana katılacaktır diye düşünüyorum: bu doğa garip bir şekilde insanı kendine çekiyor ve bağlıyor.. Karadenizlilerin memleketlerine neden çılgınca düşkün olduğunu artık anlıyorum. Dağlar, yaylalar, bulutlar ve Karadeniz kültürü sanırım alışkanlık yapıyor, insan dönüşte şehirdeki duvarların arasında daraldığını, tükendiğini hissediyor.. Orada, o dağlarda şimdi bambaşka bir güzelliğin olduğunu, bambaşka bir hayatın sürdüğünü düşünüyor.. Ve ilk fırsatta tekrar oraya dönmek için hayaller kurmaya başlıyor..

çalan şarkı: karmate – kara duman türküsü

geldi bir kara duman
dağlarun arasina
kaderum da benziyor
dumanun karasina

göresledum yarumi
hasret yüreği dağlar
gözden yaş akmaz ama
kalbum oturmiş ağlar

sensiz bu yaylalarda
gülum zaman geçer mi
sen çıkmazsan yaylaya
dağlar çiçek açar mi

sevduğum sigarani
ne of çeker içersun
al beni da yanuna
ne hasretluk çekersun

30.04.2010

mardin

taştan yapılmış şehir
23-25 Nisan 2010


Mor Gabriel Manastırı
Üç günlüğüne Mardin ve çevresindeyiz. Güneydoğu Anadolu’ya ikimizin de ilk adım atışı bu. İlk izlenim: buralar beklediğimizden çok daha yeşil! Nedense kafamda hep sapsarı, kurak çöl görüntüleri var; oysa yollarda gördüklerim bunlardan çok farklı. Tabii bunda içinde bulunduğumuz bahar mevsimin de etkisi var; bir iki ay sonra her yer o sapsarı renge dönüşür diyorlar.

Diyarbakır havaalanına indiğimiz için geziye buradan başlıyoruz. Tarihi Hasanpaşa Han’ında biraz turistik bir kahvaltının ardından Cahit Sıtkı Tarancı’nın doğduğu aile evini, Ulu Cami ve bir medreseyi hızlıca geziyoruz. Şehir merkezini geniş surlar çevreliyor ve burçlardan birine çıkıp etraftaki alabildiğine yeşil tarlalara bakıyoruz. Bölük pörçük, bir tur programını doldurmak için yapılmış zorlama geziler gibi geliyor bunlar bana; zevk almıyorum, gördüklerimden yola çıkarak Diyarbakır’ın neye benzediğini bile kafamda canlandıramıyorum. (Zaten “Neden buraya geldik? Niye şuraya gitmek varken burada bu kadar vakit harcıyoruz?” tarzı sorular bu kötü planlanmış turda hiç peşimizi bırakmıyor..)

23.03.2010

Kuzey Hindistan – Katmandu gezisi

17-28 Şubat 2010

Hindistan ile ilgili karmaşık duygular içindeyim. Önceki seyahatlerimden sonra hiç başıma gelmemiş bir durum bu: yaşadıklarımı, gördüklerimi ve izlenimlerimi tarif edemiyorum.. Bunu ilk önce daha oradayken, kafamda Hindistan’la ilgili düşüncelerimi kendi kendime tanımlamaya çalışırken fark ettim; döndükten sonra da ayaküstü bana “Hindistan nasıldı, nasıldı?” diye merakla soran ve eninde sonunda bir kategorileştirme bekleyenlerin karşısında kısa cümlelerin yetersiz kaldığını anladığımda daha yoğun olarak hissettim. Fotoğraflara bakıyorum şimdi, sanki onlar da gördüklerimi o denli yansıtmıyor. Klişe bir söz bu; ama Hindistan’ı görmemiş birine orayı anlatmak bence gerçekten mümkün değil.

İnsanın bir iki hafta içinde anlayabileceği, özümseyebileceği bir yer değil Hindistan. Ahkam kesmeye kaçmadan anlatmak kolay değil. Seyahat öncesinde ülkenin tarihi, inançları ve yaşam biçimleri üzerine okuduklarımla kafam karışmaya başladı; oraya gittikten sonra da gördüklerime kimi zaman hayran olurken kimi zaman da hayretler içinde kaldım, allak bullak oldum. Çoğu kişide de benzer tepkiler gözlemledim; Hindistan ilk kez göreni kesinlikle çarpıyor! Tam bir kültür bombardımanı ve kültür şoku. Dünya üzerinde bende bu kadar garip etkiler bırakacak, her açıdan bu kadar farklı ve rengarenk başka bir yer var mıdır diye düşünüyorum şimdi; hiç emin değilim..

Gittiğim yerleri ve sırasıyla yaptıklarımı detaylı olarak anlatmaktansa, daha çok izlenimlerimi içeren bir yazı yazmaya karar verdim bu sefer. Zaten gezi boyunca nereye gideceğimiz ve ne yapacağımız konusunda en ufak bir kaygımız, düşüncemiz olmadı bile; zira çaçamız Faruk Pekin bu işin piri; o nereye götürse düşünmeden peşinden gidilir, ne anlatsa dinlenir! Her şeyden önce bunu vurgulamakta fayda var. Benim için bu gezinin unutulmaz oluşunda Hindistan’ın kendisi kadar Faruk Pekin’in de çok büyük etkisi var. Hindistan’ı ilk kez onun bakış açısıyla görmek, kimi önyargılarımı aşmam – veya dürüstçe söylemek gerekirse bazen de aşamayıp sadece önyargılı olduğumu fark etmem açısından büyük bir şanstı. (Aslında bu gezide fiziksel ve duyusal algılamaların yanı sıra düşünsel bir boyut da vardı. Gezi boyunca pek çok kez kendimi sorgulayıp durdum; düşündüklerimin ne kadarının objektif, ne kadarının ise yaşam biçimim ve birtakım kalıplaşmış düşüncelerle perdelenmiş olduğunu çözmeye çalıştım. Her açıdan yoğun bir geziydi..) Tüm bilgi birikiminin ve müthiş rehberliğinin de ötesinde, Faruk Pekin Hindistan’ı seviyor ve bunu size her an hissettiriyor. Şundan eminim ki, başka bir turla, başka bir rehberle, başka bir şekilde Hindistan’a gitseydim bu kadar dolu dolu gezemez ve buna karşılık da bu kadar etkilenmezdim.
nereden çıktı bu hindistan işi?

Hindistan'la doğal bir bağım var bir kere benim: alnımın ortasındaki benim :)



Delhi'de sari denerken
Daha küçükken (belki de seyahat etme isteğimin kökenindeki) Seksen Günde Devr-i Alem romanının Hintli Mrs. Aouda karakteri iz bırakmış bende bir yerlerde. Ta o günlerden bugünlere Hindistan'ı merak eder dururdum; ama özellikle hijyen kaygıları, şu bu derken Hindistan’a seyahat etmek için ciddi anlamda bir girişimde bulunmamıştım. Derken tesadüfler bir araya geldi ve bu fırsat bir daha hayatta ele geçmez diyerek, bir anda kendimi annem, Selmin ve Ömer ile birlikte Fest Travel’ın Hindistan gezisi hazırlıkları içinde buldum!

Gezi öncesindeki birkaç hafta, çeşitli okumalar ve yanımda götüreceğim pratik yiyecek ve ilaç araştırmaları ile geçti. (Ancak gezi için yanımda götürdüğüm mini eczanenin(!) içinden sivrisineksavar ve immuneks dışında pek bir şey kullanmadan geri döndüğümü de belirteyim!)

Passage To India romanı, Muson düğünü ve Ben Kinsley’in oynadığı harika Gandhi filmleri de Hindistan atmosferine alışmak için iyi seçimlerdi..

nerelere gittik?

Bu gezideki rotamız özetle Delhi-Jaipur-Fatehpur Sikri-Agra-Orça-Khajuraho-Varanasi-Katmandu/Nepal (Katmandu, Bhaktapur, Patan, Dhulikel) şeklindeydi, ki Faruk Pekin bu rotanın Hindistan kısmını ilk kez görecekler için “Hindistan 101” dersi olarak tanımlıyor.

Bu saydığım yerlerin hepsini bir film şeridi gibi gözlerimin önüne getiriyorum şimdi.. Hepsinin ayrı bir karakteri var. Elbette bu her şehir için söylenebilir, her şehir eninde sonunda birbirinden farklıdır; ama burada farklılıklar çok daha çarpıcı geliyor.. Örneğin Yeni Delhi ve Eski Delhi arasında keskin bir uçurum var. Yeni Delhi, sanki minik bir Londra: geniş bulvarlar, parklar, modern binalar, yemyeşil ve Avrupa’dan o kadar da uzak görünmeyen bir şehir. Eski Delhi, özellikle de buradaki Chandni Chowk çarşısı, ise belki de gerçek Hindistan’la ilk karşılaşmamız, ve tam bir şok!


Chandni Chowk-Wedding market
Bir kere, insanın beyninde çınlayan o korna sesleri! Hindistan’da sizi ilk çarpan şeylerden biri. Herkes, her saniye, herşey için korna çalıyor! (Zaten araçların arkasında “Horn please” yazıları standartlaşmış). Bir keşmekeş ki tarifi mümkün değil. Kimi motorlu, kimi bisikletle çekilen rickshaw denen tuktuklar, sanki 1930-1940’ların filmlerinden fırlamış gibi duran, hepsi birbirinden garip araçlar, daracık sokaklar, bin türlü değişik insan, satıcılar, dilenciler, sokakların üstünü çardak gibi saran eski püskü kablo yumakları, tepelerden atlayıp duran maymunlar.. Resimlerini Engin’e gösterip heyecanla bunları anlatıyorum; o anlattığım curcunayı fotoğraflarda göremediğini söylüyor bana. Sanırım haklı; bu duyguyu tuktuka binip çığlık çığlıya o daracık sokaklarda dolaşmadıktan sonra tarif etmek olanaksız..

Jaipur, ayrı bir alem. Gördüğümüz binalar, mukavvadan yapılmış bir tiyatro dekorunu andırıyor. Bu karakteristik pembe binalar, üzerlerine sanki beyaz kalemle çizilmiş gibi duran panjur ve kapılar, rajaların stilinde bağlanmış türbanlı adamlar, süslü filler, görkemli mücevherler..
Hawa Mahal ve Amber Kalesi Ganesh kapısı, Jaipur
Fatehpur Sikri, kırmızı kumtaşından yapılmış bir maket şehir gibi.. Agra denince akla tabii ki Tac Mahal geliyor, bu şehir makrena mermeri ve mermer üzerine işlemeleriyle ünlü.. Gitmeden önce “Nedir bu Tac Mahal Tac Mahal diye tutturdukları, bu kadar büyütülecek ne var ki?” diyenlerdendim; ama o kapıdan geçtikten sonra yansımaların da etkisiyle insan hakikaten kendini ayrı bir boyuttaymış gibi hissediyor, büyüleniyor. Çok estetik, hülyalı bir yapı. Mimari stil olarak Tac Mahal’e öncülük eden İtimat-ül Devle türbesi de son derece zarif ve etkileyiciydi. İslami mimariyle hiç ilgisi olmayan biri olduğumu özellikle vurgulayayım- orayı da çok beğendim.

Süper lüks (!) bir ekspresle ulaştığımız Orça karanlık ve kasvetli; ama bir yandan da görkemli, acayip bir yer, bir hayalet şehir. Derken Khajuraho.. Ben buradaki tapınakları hayatım boyunca unutamayacağım. Bin yıl öncesinden kaldıklarını düşününce daha gerçeküstü geliyor insana, o denli etkileyici.. O heybetli yapılar, üzerlerindeki binlerce kabartma, ayrıntılar, ayrıntılar, o müthiş medeniyetin izleri, kimi erotik, kimi çok esprili heykeller.. (Bu arada, meraklısına: buradaki heykelleri doğru olarak anlamlandırmak için anahtar sözcük: tantrizm)

Khajuraho kolaj
Ve hepsinden garibi, gitmeden önce rüyalarımıza giren, pek çok inancın kutsal şehri Varanasi.. Ganga’da sabah güneşin doğuşunu izlemek, mumlar yakıp nehre bırakmak, bir yandan güneşin doğuşunu kendi kendine alkışlayarak ve gülerek kutlayan gariban bir adama şaşırmak, onun yanında sırasıyla banyo yapan, otel havlularını yıkayan, ayin yapan ve tabii ki ölülerini yakan farklı insanlardan oluşan mahşeri kalabalığı karmakarışık duygular içinde uzaktan izleyip durmak..

Kısacası, bu gezide hiç bitmeyen tek bir duygu varsa, o da şaşkınlıktı..

Varanasi
insanlara dair gözlemler..


Fatehpur Sikri Camii
Bir kere müthiş renkli giyiniyorlar. Öyle böyle değil, o sariler her renkte, her tonda.. Fosforlu pembeler, yeşiller, sarılar.. Bir eşarp veya bluz bakarken satıcıların bize gösterdiği renklere “Yok artık daha neler” havasında bir tepki verdiğimizde, samimi olarak “Ama ama.. bu renk tam size göre madam!” diyerek hem şaşırıyor, hem de giymeye mahkum göründüğümüz soluk renklere bakıp içten içe bize acıyorlar sanki.

Hint kadınları genel olarak çok güzeller; yüz hatları ince, gözleri anlamlı. Hindistan’dan sonra Nepal’le karşılaştırınca bu farkı görmemek mümkün değil. Genellikle çok süslü giyiniyorlar, renk renk elbiselerin yanı sıra imitasyon da olsa bol bol takıp takıştırıyorlar. Kınalar, eşarplar, her şey rengarenk. Çocukların bile gözlerine sürme sürüyorlar.

İnsanların halinde tavrında ise genel bir eziklik var. Müşteri – satıcı/garson/otel görevlisi vs. ilişkisinden öte, farklı bir şey bu bahsettiğim. Hallerinde bir gülümseyen bir naiflik, iyi niyet; ama bazen az bazen çok hissedilen bir eziklik hissettim ve bunu hissetmek bana acı geldi.

şu açık ten meselesi

Galiba onlar için neredeyse kutsallık mertebesinde bir şey açık tenli olmak. Televizyonlarda tüm başrol oyuncuları esmer ama sanki ciltlerini açtırmışlar gibi.. Sanırım bir yandan kendilerine benzetip bir yandan da açık tenli buldukları için bize büyük ilgi gösterdiler!

Gazeteler her Pazar bizdeki seri ilanlar gazetesi gibi yaklaşık on sayfalık bir evlilik eki veriyor. Burada eş arayan insanların verdiği ilanlara bakınca insan şaşırıyor; çoğunda açık tenli olmak ana kriter. Bu ilanlara bakmak, toplumun yapısı hakkında insana az da olsa fikir veriyor.. Kastlar anayasada kaldırılmış olsa da bu ilanlarda hala çok önemli bir yer tutuyor..

inanılmaz sokaklar, yollar..

Turist otobüsünün içinde sokaklardan geçtikçe kendimi ayrıkotu gibi hissediyorum. Sanki bir zaman tünelinde ya da bilgisayar oyunundayım. Çevreme, yola, sokağa bakıyorum; sanki hem oradayım hem de oranın çok dışındayım.. Bir cam fanus içinde, hayatımda benzerini görmediğim bir yerde, sadece bir izleyici gibi, sürekli şaşırarak yol alıyorum. Gördüklerime hayret ediyorum, inanamıyorum, anlamlandıramıyorum. Bu insanlar niye böyle yaşıyorlar? Bu soruyu sürekli sorup duruyorum.

Sokak, yaşam demek. Her şey sokakta: çocuklar oynuyor, insanlar dişini fırçalıyor, saçını kestiriyor, tuvaletini yapıyor!!! İnekler yatıyor (bu arada buradaki inekler hörgüçlü), her an bir motosiklet ya da rickshaw sağdan soldan fırlayıveriyor.. Hatta Agra şehir merkezinde yoldan bir manda sürüsünün geçişine bile tanık olduk! İnsanlar hayvanlarla iç içe yaşıyorlar; sokaklarda tropik kuşlara, ineklere, keçilere, minik kuyruklu sincaplara rastlamak hiç de sıradışı bir olay değil.. Yalnız, o kadar hayvanın içinde, dikkat çekici bir şekilde, sokaklarda tek bir kedi bile yok (Moda’da yaşayan biri olarak en garipsediğim şeylerden biri!). Onların yerini sanki maymunlar almış gibi..

Şehirlerarası karayolu yolculuğu anlatılmaz bir deneyim. Delhi-Jaipur arasındaki 200 küsür kilometrelik yolu 6,5 saatte (ama ne 6,5 saat- ve otobüsün en ön sırasından!) alışımızı hiç unutmayacağım. Bir bilgisayar oyununda sağdan soldan çıkan türlü engel ve yaratıklara çarpmadan turu tamamlamaya çalışıyorduk adeta! Yol boyunca defalarca tekrarlanan bir sahne: acı kornalar eşliğinde bir şeylere son anda teğet geçiyoruz; biz annemle çığlık atmaya hazır, gerilmiş, tükenmiş bir halde birbirimize bakarken, şoförümüz ve diğer araçlardaki insanlar ayrı bir alemde, sinirleri alınmış gibi tepkisiz ve sakinler! Burada ne olursa olsun insanlar istifini fazla bozmuyor. Neler neler oluyor, ne manzaralar yaşanıyor; ama hayat o karambollü sükunet içinde aynen devam ediyor. Bunların milyonda biri İstanbul’da trafikte yaşansa her an toplu katliam olabilir, o derece! Bu farkta Hintlilerin inanışlarından gelen tolerans ve kanıksama kültürü çok etkili sanırım.

Sokaklardaki bir diğer ilginç manzara da sadular.. Belli bir yaştan sonra dünya nimetlerinden ellerini eteklerini çekip bir dilenci gibi yaşayan ermişler.. Hindistan ezber bozan bir yer; burada dilenen zavallı bir adam, bir berduş, varlıklı insanlardan çok daha üstün bir kişi olarak görülüyor. Zenginlik, fakirlikten üstün değil. Evet, bir yandan ruhani bir yönü var bunun; ama bir yandan da Hinduizmin toplumdaki büyük uçurumlara rağmen bu sistemi nasıl ayakta tutabildiğini, eşitsizlikleri nasıl açıkladığını biraz olsun gösteriyor.

“pislik”

Hindistan pis mi? Buna cevaben Faruk Pekin’in sözünü anmadan geçemeyeceğim: “Pislik sizin kafanızda!” Dayanılmaz görüntülerle karşılaştığımızda, kimi zaman ironik olarak da olsa kendimize tekrarlayıp durduğumuz bu söz, aslında doğru galiba; Hintliler için neyin kutsal neyin pis olduğunu kendi bakış açımızla yorumlamak biraz zor. Onlar için çoğu şey hayatın içinden ve doğal, bu yüzden de pis değil. Buna tuvalet, hayvanlar ve ölüler dahil. Galiba bütün bunlarla iç içe yaşadıklarından ve inanışlarından ötürü neredeyse hiçbir şeyi sıradışı olarak algılamıyorlar.

Ben bu gezide kendimi bu konuda epey geliştirdiğimi düşünüyorum. Hayatta dayanamayacağımı düşündüğüm görüntülere bir süre sonra alışmaya başladığımı fark ettim; ama özellikle birkaç yerde de yanlış bir şeylere basma endişesiyle, kafamı kaldırmadan, etrafa bile bakmadan, sadece yürümekte bile zorlandım doğrusu!

alışveriş


bulunmaz Hint kumaşları!
Hindistan bir alışveriş cenneti. Mücevher, kumaş, hediyelik eşya, kına, sürme, çay, baharat, mask, tütsü.. Ne ararsanız. Hangi fiyata isterseniz. Zaten çoğu yerde elinize hesap makinesi tutuşturup “Write your price!” diyorlar..

Pazarlık diz boyu.. 30 dolarlık bir şeyin 5, hatta 1 dolara kadar düştüğünü çok gördüm. Ancak Türkler de gerçekten bu konuda Hindistan’a damgalarını vurmuş! Mesela, hiç de merkezî olmayan bir yerde, şehirlerarası yoldaki bir midway’de (bizdeki benzinciler gibi), dükkandaki bir satıcı yanımıza gelip Türkçe olarak “İndirim mindirim?” isteyip istemediğimizi sorunca şaşıp kaldık.. Demek ki cengaver Türkler buralara gelip o kadar çok indirim mindirim (ikilemeye dikkat!) yaptırmış ki literatüre geçmişler.. Benzer Türkçe ifadeleri daha turistik yerlerde çok duyduk; ama en şaşırtıcısı sanırım buydu.

Sokaklardaki satıcılar ve dilenciler, özellikle turistik yerlerde, gerçekten çok bunaltıcı olabiliyor. Otobüsten iner inmez çevrenizi bir kalabalık sarıyor, her kafadan bir ses çıkıyor, gözünüze sokulan binbir çeşit satılık objeden, uzanan kollardan, sağdan soldan peşinize takılan ve sohbet açmaya çalışan insanlardan dolayı yürümek epey zor bir hal alıyor. Tek kural var: Ne olursa olsun konuşma! Minicik bir “No!” bile onlar tarafından iletişimin başlangıcı gibi algılandığından daha sonra geri dönüşü mümkün olmuyor. Satıcıların ısrarcı, insanı rahat bırakmayan bir tarzı var. En perişan yerdeki hırpani sokak satıcısından en lüks otellerin pahalı dükkanlarındakilere kadar hiç fark etmiyor, neredeyse hepsi bizim pazarlarda alıştığımız “Geeel, geel!” havasında müşteri çekmeye çalışıyor. Herhangi bir şeye el atmanız ya da sadece bakmanız bile yeterli; anında yanınızda bitip satış işlemlerini başlatıyorlar!

Şaşıp kaldığımız bir diğer konu, turistik mekanlardaki fotoğrafçılar. Sizin haberiniz olmadan pek çok fotoğrafınızı çekiyorlar, sonra da peşinize düşüp bunları satmaya çalışıyorlar; ama burada gerçek bir çaba ve mücadele söz konusu. Paparazziler gibi sizi her yerde takip ediyorlar, bindiğiniz araca tutunup sizinle seyahat bile ediyorlar, hatta bir gün sonra şehrin alakasız bir yerinde bir anda ortaya çıkıyorlar ve mutlaka ama mutlaka sizi buluyorlar!

diğer ayrıntılar

Her şeye Ganeş ile başlamalı. Ganeş, fil başlı, bebek vücutlu, tombik göbekli sempatik tanrı, Şiva’nın oğlu ve mağduru, aklın ve yeni başlangıçların tanrısı. Gezimize damgasını vurdu, her yerde ona rastladık, her rastlayışımızda gülümsedik!

Hint tarihinde bazı süper karakterler var. Bunlardan biri Jaipur rajalarından Sewai Jai Sing 2, nam-ı diğer “bir tam bir çeyrek”! Adamın lakabı buymuş, Ekber Şah çok akıllı bulduğundan- aklı bir tam aklı aşıyor diye- onu bu şekilde adlandırmış. Sewai’in kendine has bir tam bir çeyrek bir bayrağı bile var! Sewai, Jaipur’un şehir planlamasını yapmış, birbirini dik kesen yollar; yükseklikleri üzerinde bulundukları sokakların genişliğinin yarısını aşmayan binalar, ve türlü astronomik ölçümlerin yapılabildiği Jantar Mantar isimli gözlemevleri yaptırmış. Tam bir akıllı bıdık!

Rajaların hayatlarına dair ayrıntılar, tam bir zevk ü sefa divânı. Babürlülerin tarihi ise karışık ama hareketli. Bir yanda içkiyi uyuşturucuyu eksik etmeyen ama sonra kafası iyiyken ezanı duyunca namaz yolunda merdivenlerden yuvarlanıp ölen Hümayun, diğer yanda her dine açık, hoşgörü abidesi Ekber, sanatkar oğlu Cihangir, onun yine sanatkar ama entrikacı ve güçlü karısı Nur Cihan, meşhur Şah Cihan ve gaddar oğlu Evrengzeb.. Bu gezide Mughal (Babür) mimarisinin pek çok çarpıcı eserini görme fırsatı bulduk. Burada ilginç bir not olarak, Taj Mahal’deki cami ve sırf ona simetrik olsun diye yapılmış, işlevsiz El Cevap isimli yapıyı da anmadan geçemeyeceğim.

Üst sıra: Hümayun türbesi, Tac Mahal, İtimat-ül Devle Türbesi, Alt sıra: Tac Mahal pietra dura, Tac Mahal-El Cevap, Tac Mahal giriş kapısı

Lakşmi Narayan Tapınağı, Delhi
Hindistan, adeta bir dinler karması. Çok farklı inanışlardan insanlar yanyana yaşıyor: Hindular, Müslümanlar, Sikhler, Parsiler, Budistler, Hristiyanlar, daha önce adlarını duymadığım Caynacılar.. Hal böyle olunca Hindistan efsaneler, mitler, renkli hikayeler ve onların izleriyle dopdolu.. İçimiz dışımız tanrılar, taşıyıcılar, avatarlar ve onların hikayeleri oldu.. Bana ilginç gelen bir nokta da, Hinduizm’in yaşayan bir yönü olması; Hinduizm, tarih içinde çeşitli şekillerde evrilmesi, kılıktan kılığa girerek hep değişmesi ve insanların yaşamlarının her aşamasında rol oynaması açısından diğer dinlerden farklılaşıyor.

Yine ilginç bir not; bildiğimiz bazı sembollerin aslında çok eski Hint medeniyetlerine ait olduğunu öğrendik. Bunların içinde eril-dişil enerjilerin birlikteliğini simgeleyen altı köşeli yıldız ve sonradan adı kötüye çıkmış ama aslında bir uğur simgesi olan gamalı haç-svastika da var..

Hindistan’da delilik boyutlarına varan bir olay da kriket. Bizde futbol neyse orada da kriket o, belki daha bile fazlası. Jaipur’da ulusal kriket takımıyla aynı otelde kalma şanssızlığını yaşadık ve bu ülkede kriket söz konusu olduğunda akan suların nasıl durduğunu bizzat gözlemledik!

Güvenlik konusunu Hintliler çok abartabiliyorlar. Mumbai saldırılarından sonra özellikle havaalanlarındaki güvenlik önlemleri bezdirici bir hale gelmiş. Aynı uçuş için tüm çantalar belki üç dört kere x-ray’den geçiriliyor, bu da yetmiyor, bir de üç dört kez elle didik didik aranıyor!
“ne yediniz siz orada? aç kaldınız herhalde!!”

Öncelikle dışarıda neredeyse hiçbir şey yemedik; dolayısıyla Hint yemekleri tecrübemiz otellerin açık büfeleriyle sınırlı kaldı. Bu yüzden muhtemelen tattıklarımız Batı damağına daha uygun, “hafifletilmiş” Hint yemekleriydi.

Hint yemeği denince akla baharat geliyor. Baharat o kadar önemli ki, yanlış bilmiyorsam ülkenin destanlardaki adının kaynağı bile baharat! (Ünlü Mahabharata destanı “Maha (büyük) + Bharata (Baharat ülkesi insanları)” kökünden geliyormuş!) Her şeye baharat koyuyorlar; ama öyle böyle değil, bazı yiyecekleri ağzınıza attığınızda sanki diliniz uyuşuyor! Baharat karışımı anlamına gelen masala kavramı Hint mutfağına damgasını vurmuş. Her türlü yemeğe özgü bir masala var; çay isimlerinde de masala çok geçiyor. (Yine not, kahwa masala, kahve değil, baharatlı bir çay karışımı)

Baharat kısmını hariç tutarsak, benim gördüğüm kadarıyla Hint mutfağı o kadar da acayip ve bize uzak bir mutfak değil. Sebzeli yemekleri (özellikle karnabahar çok kullanılıyor), pilavları, nan-chowpati vs. türlü türlü ekmek ve pideleri, özellikle Keşmir yöresinden et yemekleri (kebap, tandır vs.), yoğurt ve lassileri (baharatlı bir çeşit ayran), bizdeki sütlü tatlıları çok andıran tatlıları var. Pancar çok kullanılıyor. Meyvelerden de muz, mango, ananas ve diğer tropikler.. Ben oradayken sabah akşam küçük ve lezzetli muzlardan yiyip durdum!

biraz da nepal..

Gezimizin son iki-üç gününü Katmandu’da geçirdik. Katmandu, 68 kuşağının efsanevi şehri, benim için de Cat Stevens’ın o yumuşacık şarkısı ve gezinin çok merak ettiğim kısımlarından biriydi. Uçakla yaklaşırken Himayaları uzaktan da olsa bulutların üzerinden görebildik.

Katmandu’da ilk karşılaştığımız manzara pek de iç açıcı değildi: Paşupatinat (en kutsal tapınak)’ta nehir kıyısında ölü yakılan ghatlar. Durgun ve çok pis bir su, sürekli oradan buradan yükselen dumanlar, havada insanı altüst eden yoğun bir yanık kokusu.. Paşupatinat sokakları ise özellikle Varanasi’den sonra bana çok daha temiz geldi.

Paşupatinat'ta ölü yakma töreni
Katmandu ve çevresi, tapınak kaynıyor. Her yer küçüklü büyüklü tapınaklarla dolu, elini sallasan tapınağa çarpıyor.. Hindistan’dan farklı olarak, burada pagoda stili tapınaklar da görmeye başladık ve neredeyse her şey ahşap oymalıydı (hatta bir dükkanda ahşaptan yapılma elastik bir kravat bile gördük!!) Katmandu ve yakınındaki yerleşimlerden Bhaktapur (Katmandu çevresinde en beğendiğim yer) ile Patan’ın eski merkezleri, bu tapınakların ve oymacılığın en güzel haliyle görülebileceği yerler. Ama bu eski merkezlerden dışarıya çıktığınız anda, sanki çok tanıdık bir yerde, Türkiye’desiniz! İstanbul’da ücra bir semtte ya da bir orta Anadolu şehrinde gibi hissettim kendimi. En ufak bir yeşilliğe yer bırakılmadan yan yana dikilmiş çirkin binalar, hiç bitmeyen bir şantiye havası, toz toprak içinde yollar, kamyonlar, trafik.. Katmandu’nun estetikten yoksun bu yüzü doğrusu hiç de beklediğim gibi değildi.

Katmandu, Himalayaların eteğinde bir vadiye kurulmuş ve belki de en çok bu sebepten yoğun bir hava kirliliği var. Ancak başkentten epey dışarıya çıkınca hava ve ortam değişiyor, biraz yeşillik görmeye ve temiz hava solumaya başlıyorsunuz. Himalayalara yakın Dhulikel isimli yerleşimde ise tam bir dağ havası var, sanki yaylada gibi hissediyorsunuz. Burada akşam epey üşüdük, ama kamp ateşi yanında Nepal halk dansları izledik, hatta Yeti kostümlü bir karakterle tek tek hepimiz kucaklaştık!! Dhulikel’le ilgili olarak hatırlayacaklarımdan bazıları: bu folklor gösterisi, gösteri sonrasında naif İngilizcesiyle Faruk Pekin’e teşekkür eden resepsiyon görevlisinin konuşması, Faruk beyin gözlerinin dolu dolu oluşu, yediğimiz güzel yemek ve dayanamadığım o müthiş lezzetli Nepal tereyağı!!

Dhulikel-Nepal halk dansları
Katmandu’daki inançlar Hindistan’dakilere göre biraz farklılaşmış; tarihleri de inanışları da çok karışık. Budizm, çıkış noktası olan Hindistan’dan bugün neredeyse tamamen silinmişken, Nepal’de güçlü olarak karşımıza çıkıyor. Oymalı kapıları, kral sarayları, her yerleşimdeki Durbar (Saray) meydanları, Kumarileri (yaşayan tanrıça) ile Nepal, Hindistan’dan çok farklı bir görüntü sunuyor bize. Ancak gezinin sonlarına doğru, yorgunluğun da etkisiyle artık çoğu ayrıntıyı takip etmekte zorlanıyoruz.

Üst sıra: Patan, Bodnat. Alt sıra: Bhaktapur, Katmandu-Kumari'nin evi
sonuç?

Daha anlatacak çok şey var; ama sanırım bu kadarı yeterli.

Sonuç?
Hindistan beni etkiledi.
Nokta.
“Beğendim-Beğenmedim”, “Pisti-Yok, o kadar da pis değildi” ikilemelerini artık siliyorum kafamdan; bu kısacık sözler Hindistan’ı anlatmıyor bana.
Hindistan kendine özgüydü, farklıydı.
Hindistan’ı görmek müthiş bir deneyimdi.

Zaman tünelinden çıktım artık.
Geriye döndüğümde bütün algılarım yerinden oynamış gibiydi, neye baksam bana çok farklı geliyordu. Sadece on gün sürse de bu yoğun yolculuktan sonra gerek fiziksel gerek düşünsel olarak dinlenmem, kendime gelmem çok uzun sürdü. Alt üst oldum, yavaş yavaş alışıyorum.

Bir süre daha, Engin’in hiç hoşlanmadığı Hint ve Nepal müziklerimi dinleyip fotoğraflarıma tekrar tekrar bakmaya devam edeceğim sanırım.
Ve Ganeş’in bana yeni başlangıçlar getirmesini bekleyeceğim..


Varanasi'de okul servisi