Iamsterdam Card | Müzeler, ulaşım, indirimler (1-2-3 günlük seçenekler) |
Kanal gezisi | Holland International |
Ulaşım | * Ulaşım ile ilgili genel bilgiler * Ulaşım planlayıcı (Reisplanner) * Havaalanından ulaşım: Hotel shuttle (15,5 EUR) |
Otel | Best Western Delphi (Apollolaan- 5 nolu tramvay!) |
28.01.2011
amsterdam - not defterimden..
amsterdam günlükleri – 5
Amsterdam genç, canlı bir şehir, bu da her şeyden çok insanlardan kaynaklanıyor.
Amsterdamlılar, veya tanıdığım kadarıyla Hollandalılar bende genel olarak çok olumlu bir izlenim bıraktı. Sokakta gördüğünüz insanlar genellikle güleryüzlü ve çok yardımseverler. Çok iyi İngilizce konuşuyorlar, iletişim kurmamak biraz zor! Bir şey sorduğunuzda hemen ilgileniyor, konuşuyor, gülümsüyorlar, diğer Avrupa şehirlerindeki o burnu havada soğukluğa burada fazla rastlamadım. Belki bunda insanların çok farklı kültürlerle birlikte yaşamaya alışık olmalarının bir etkisi vardır. Özellikle Amsterdam gerçekten uluslararası bir şehir, burada turistler dışında da çok fazla yabancı var. Özellikle dikkat çekici bir Uzakdoğulu ağırlığı fark ediliyor..
Burada süt ve süt ürünleri deliler gibi tüketiliyor ve sonuçlar sanırım ortada! Hollandalılar genel olarak çok uzun boylu, çok kocamanlar; insan onların yanında kendini yer cücesi gibi hissediyor. Ofiste 1,78 boyundaki bir kadının kendini yeni nesilin yanında küçücük hissettiğini duyunca çok güldüm.. Süt içmeyi sevmeyen ve sütün boy uzattığına inanmayan çocukları lütfen Hollanda’ya alalım!
Gördüğüm kadarıyla insanlar spora çok düşkün. Sabah akşam bisiklete bindikleri yetmezmiş gibi konuştuğum kişilerin çoğu haftasonu için planladığı spor etkinliklerinden bahsediyor: basketbol, paten vs. Yeterli kar olması durumunda her sene ülkenin kuzeyindeki Friesland’de yapılan 11 City Tour isimli çok meşhur bir paten yarışları varmış, anladığım kadarıyla çok geleneksel bir aktivite ve onlar için çok önemli.. Ne zaman hava durumuyla ilgili bir laf açılsa konu bu yarışa geliyor, “Umarız bu sene bol kar yağar da paten yarışını izleriz” diye ekliyorlar.
Bir de Ajax konusu var, ilgi alanıma girmediği için pas geçiyorum..
Ulaşım
Amsterdam’ın merkezi nispeten küçük sayılır. Şehir içinde pek araba yok, yürüyerek veya bisikletle, onun dışında da genelde tramvay ve kanal tekneleriyle ulaşım sağlanıyor. Centraal’dan kalkan tramvaylar şehir merkezinin neredeyse her noktasını dolaşıyor. Ben bu gezide otelimin çok yakınından geçen ve merkezdeki her yere gidebildiğim efsane 5 numaralı tramvayın abonesi oldum! Tramvay sistemi genellikle çok etkin işliyor. Neredeyse her gün tepe tepe kullanmama rağmen sadece bir kere sistemin aksadığını gördüm- orada da yaklaşık bir saat boyunca genel sistem arızalandığından tüm tramvay ulaşımı durdu!
Merkez-havaalanı ulaşımı için bence araba çok iyi bir seçim değil; çünkü özellikle sabah ve akşam iş çıkış saatlerinde yoğun trafik olabiliyor. Havaalanından kalkan trenler Centraal, Station Zuid gibi merkezi istasyonlara çok kısa sürede ulaştıklarından kesinlikle arabadan daha iyi bir alternatifler.
Sular üzerinde kurulu Amsterdam’da diğer Avrupa şehirlerindeki gibi bir metro sisteminden bahsetmek zor. Gerçi bir metro var; ama şehrin merkezinden değil, biraz çevresinden geçiyor. Bir de merkeze metro yapmak için bir proje devam ediyormuş; ama aynen bizim Ankara metrosunda olduğu gibi tahmini bitiş tarihi meçhul bir proje, ertelendikçe erteleniyormuş.
Bilet sistemine gelince, o konu biraz karışık.. Eskiden kullandıkları strippenkart isimli bir sistemleri varmış. Undutchables kitabında ironik bir şekilde bahsedildiğine göre, insanlar tam bu sistemi çözmüş, işte o zaman şehir idaresi sistemi değiştirmenin zamanı geldiğine karar vermiş! Şimdi ov chipcard adı verilen yeni bir sistem kullanılıyor. Bizdeki akbil benzeri bir şey; ama elbette o kadar basit değil!
1- Gerçek ov chipcard: Kimlik gibi, kişiye özel bir kart, Amsterdam’da yaşayanlar için. Önce kart için sabit bir ücret ödeniyor ve sonra da karta istendiği kadar kredi yükleniyor. Mantığı ise mesafe bazlı ücretlendirme, Londra’daki oystercard gibi. Her yolculukta belirli bir baz ücret kesiliyor, üzerine de check-in check-out arasındaki mesafeye göre değişken bir ücret uygulanıyor.
2- Anonim ov chipcard: Yukarıdakinin kimliksiz olanı, Amsterdamlıymış gibi yapmak isteyen turistler için- yani bu benim kartım!
3- Disposable ov chipcard: Kağıttan yapılma, kimlik ücreti olmayan en basit kart. Bunların da 1 haftalık (her yerde bulunmuyor), 1 günlük ve 1 saatlik (bunlar her yerde var) çeşitleri var.
Trenlere toplu bilet alayım derseniz onların ücretlendirmesi ayrı. Burada da zone sistemi var. Sezonluk bilet almak için bir baz zone, bir de kaç seyahat edeceğiniz komşu zone sayısı seçiyorsunuz. Bir karmaşa bir karmaşa. Bu sistemle ilgili siteyi incelediğimde aklıma hemen üniversitedeki Travelling Salesman problemleri geldi! Biraz daha zorlasalar işi oraya kadar götüreceklermiş! Eğer Hollandalılar bu sistemi anlıyor ve etkin kullanıyorlarsa bence şapka çıkartmak lazım! Abartmadığımı kanıtlamak için bağlantı burada.
Bence tüm ulaşım sistemini biraz fazla karıştırmışlar. Kısa zaman kalıyorsanız çok sorun değil; ama daha uzun zamanda Amsterdam’da ulaşımı ucuza getirmek ve neye ihtiyacınız olduğuna karar vermek için sistemi biraz anlamak gerekiyor.
Yemekler
Hollanda mutfağında çorbalar (ör. erwtensoep), sandviçler, patates kızartması vs. dışında çok öne çıkan bir yemek yok. Ama Amsterdam’da pek çok farklı mutfaktan güzel restoranlar bulmak mümkün. Adım başı İtalyan ve Arjantin lokantaları var. Özellikle bu Arjantin işini pek çözemedim; sanırım zamanında bir Arjantinli buraya gelip bir steakhouse açmış ve çok büyük bir başarı kazanmış. Onun peşinden gidenler de Amsterdam’da böyle bir Arjantin furyası başlatmışlar. Aslında bu lokantaların çoğunun Arjantin ile ilgisi yok, sadece adları böyle, işletmeleri tamamen başkalarına ait, garsonlar ise her yerden. Örneğin Toro Dorado’daki garsonlarımızın biri Nepalli, biri Portekizliydi!
Burada kaldığım süre boyunca denediğim değişik mutfakları sayarsam belki Amsterdam lokantalarının ne kadar çeşitli bir yelpazeye yayıldığına bir örnek olur: İtalyan, Arjantin, Meksika, Thai, Çin, Hint, Japon.. Bir de çok fazla Endonezya lokantası gördüm; ama henüz denemeye fırsat olmadı. Tam merkezde olmasa da pek çok bölgede çok fazla Türk lokantası da var. Dahası, Muntplein’a yakın bir Güllüoğlu’na rastladım!
Not. Çok uzun ve garip Reguliersdwarsstraat isimli sokakta yan yana pek çok güzel ve hesaplı restoran bulmak mümkün.
Özel olarak bahsetmek istediğim iki restoran var. Birincisi arabayla gittiğimiz Volendam şehrindeki bir otel restoranı, Spaander. Volendam otantik bir balıkçı köyü. Spaander ise bu çevrede yıllardır bilinen, klasik bir restoranmış. Bu çevrelerde fümesi meşhur bir cins yılan balığı yaygınmış, adı paling. Spaander restoranında paling ve yine Hollanda’da çok tüketilen herring (ringa) yedik ve clam chowder’a benzer harika ötesi bir balık çorbası içtik, bu üçünü unutamıyorum!
Bambaşka bir tarz, ama mutlaka bahsetmem gereken bir başka lokanta: Pasta e Basta. Burası popüler bir mekan, günlerce yer bulamadım ama son hafta talihim açıldı ve rezervasyonla güzel bir masa ayarlayabildim.
Burası çok ilginç bir restoran (babamın kulaklarını epeyce çınlattım). Garsonlar size menüyü veriyorlar, istediklerinizi seçiyorsunuz, derken tam sipariş verecekken garson gelip “Pardon, şu andan itibaren konuşamayacağım, birazdan görüşürüz” gibi garip bir şey söylüyor, siz de anlamadan şaşıp kalıyorsunuz. Sonra mikrofonlu biri çıkıp “Lütfen şimdi konuşmayı bırakın” diye anons yapıyor ve sahneye garsonlardan biri çıkıp şarkı söylemeye başlıyor. Jazz, pop, opera aryaları.. Bir şarkı bitince 10-15 dakika hayat normale dönüyor, konuşma izni çıkıyor, garsonlar servise devam ediyor. Ama bir sonraki anonsta eğer şarkı mikrofonsuz söylenecekse tekrar susulup aynı süreç tekrarlanıyor, çok alem!!
Garsonların hepsi güzel sesli, gece boyunca sırayla şarkılar söylüyorlar.. İşin komiği, bir şarkının ortasında herkes şşt pşşt diye susturulurken lokantanın güvenlik alarm sistemi ötmeye başlamasın mı! Alelacele şifre girip alarmı susturdular; ama içimden kıs kıs güldüm, demek ki bu Pronet sülalesi her yerde aynı derecede ızdıraplı! Neyse, yemekler genel olarak güzel. İtalyan tarzı makarnalar, risottolar vs. var, özellikle deniz mahsullü makarnaları güzeldi.. Bir de açık büfe başlangıçlar var ki gece boyunca çalan kuyruklu piyanonun üstünden alınıyor. Kısacası Pasta e Basta, yemekleri, müzikleri ve ambiyansı ile bayağı ilginç bir yer. Sadece akşamları açıklar ve rezervasyon kesinkes şart.
Peynirlerden daha önce bahsetmiştim; ama burada en sevdiğim şeylerden biri olduğu için tekrar değinebilirim.. Dönüş için planladığım ganimetler arasındaki bazı peynirler: Gouda, Edam, Milner, Maasdammer, Old Amsterdam, Kantenaar.. Bir not, buradaki peynirler yaşlarına göre sınıflandırılıyor. Bizdeki eski kaşar-yeni kaşar ayrımı gibi burada daha detaylı bir derecelendirme var. Aynı peynirin gencini, orta yaşlısını, yaşlısını bulmak mümkün. Peynir yaşlandıkça sertleşiyor, kuruyor ve bu yüzden aynı gramajda daha çok yağ içeriyor. 45+, 48+ şeklinde numaralandırılan peynirler gerçekten çok yağlı ve çok kalorili imiş; ama ne gam!
Bir de son olarak drop’tan bahsetmeliyim sanırım. Aslında yıllar önce tanışmıştım drop’la. Hollanda’dan gelen biri “Bakın bu Hollanda’nın en önemli spesiyalitesidir, mutlaka tadın” diyerek ikram etmişti bunu. O zaman bu zaman adını unutmuşum; ama tadını asla!! Sadece mikroskobik bir parça drop tatmak bile beni derhal o güne götürdü, tüm eski kötü anılarımı bir anda ateşledi! Bu, tarif etmesi zor bir tat.. Dışarıdan çok koyu renkli, harika bir bitter çikolata gibi görünüyor; ama bu sadece bir aldatmaca!! Ağzınıza attığınızda kayış gibi ve garip bir şekilde tuzlu bir şeyle karşılaşıyorsunuz.. Gerçi dropun başka çeşitleri de varmış, az tuzlu, hatta tatlı vs. Bazıları seviyor; ama ben kesinlikle minicik bir parçasını bile yutmayı henüz başaramadım; bu hayat için bu kadar drop macerasının yeterli olduğuna karar verdim. Beğenene..
Çıkınımı toplarken..
Amsterdam konulu yazı dizimi (!) böylece tamamlamış bulunuyorum.
Kısa bir değerlendirme: Soğuk havaya rağmen dolu dolu bir üç hafta geçirdim..
Bu sürenin sonunda şaşkın ördek gibi bisiklet yollarına girmemeyi artık öğrendim; uslu bir Hollandalı gibi tramvaylarda check-in & check-out yapmaya alıştım.. Artık sabahları uyandığımda kapkaranlık olan ve bir türlü aydınlanmak bilmeyen havaya da, akşam erkenden kapanan ve bazılarına hiç denk gelemediğim dükkanlara da fazla hayıflanmıyorum. İnsanların çalıştığı ve yaşadığı yerlerin ayrı şehirler gibi görünseler de genelde birbirlerine İstanbul’daki bazı semtlerden çok daha yakın olduğunu sonunda algıladım, artık fazla şaşırmıyorum. h şeklinde okunan g harflerini garipsemiyorum (‘fan Hoh’, ‘Houda’ peyniri, ‘lohin’!!).. Çok mükemmel olmasa da sanırım ‘zuid’ (south) kelimesini artık doğru telaffuz edebiliyorum- bu benim gurur meselemdi, bunu İngilizce’ye sığınmadan söylediğimde insanların beni anlaması gözlerimi yaşartıyor!!
Oscar konuşması gibi olacak ama, aldığım tüm peynir ve lale soğanlarını bavuluma sığdırmaya çalıştığım şu son dakikalarda, başta bu gezi için bana sponsor olan şirketime (not: isim vermiyorum, reklam yapmıyorum!), geçen haftasonu bana eşlik eden anneme ve babama, bizi Amsterdam yakınındaki Monnickendam ve Volendam’da kısa bir gezintiye çıkaran İbrahim Güngen ve eşi Carla’ya, ayrıca yorumları için Gülçin’e çok teşekkür ederim!
24.01.2011
amsterdam günlükleri – 4
Amsterdam, Centraal (yani merkez tren istasyonu) merkezde olmak üzere iç içe daireler şeklinde kanallardan oluşan bir yarım ayı andırıyor. Çok estetik bir bina olan Centraal, tüm ulaşımın kalbi; trenlerin, otobüs ve tramvayların, metronun, kanal turlarının başlangıç noktası. Turistik gezilerin merkezi. Ama her şehirde olduğu gibi burada da tren garına yaklaştıkça sokakların çehresi biraz değişiyor, daha izbe, daha karanlık, daha tekinsiz gibi geliyor insana.
Dam Meydanı, Centraal’a çok yakın sayılır (zaten Amsterdam’da her yer birbirine yürüme mesafesinde!). Dam’da restorasyondan ötürü uzun süredir örtülerle kapalı olan ve çok yakında tamamen açılacağı söylenen Kraliyet sarayı, ünlü çok katlı alışveriş merkezi de Bijenkorf, Hollanda ulusal anıtı, Madame Tussauds, hediyelik eşya satan mağazalar, atlı arabalar, kostümlü kişiler ve insan heykeller var.
Pek çok alışveriş caddesi Dam’a açılıyor. Bunların en meşhuru Kalverstraat. Biraz daha aşağıya indikçe alışveriş caddeleri daha güzelleşiyor, butikler başlıyor. Bana artık yurtdışından kıyafet alışverişi yapmak çok anlamlı gelmediği için sadece vitrinlere bakarak geçiyorum, zaten bu sokaklar genellikle çok kalabalık, kalabalığa dalmak da, bu soğukta paltoları, atkıları takıp çıkarıp kıyafet denemek de insanın içinden pek gelmiyor.
Bence burada en ilginç alışveriş peynirler ve çiçekler. Kanal kıyısında yan yana yüzer platformlar üzerindeki satıcılardan oluşan Bloemenmarkt yani çiçek pazarı görülmeye kesinlikle değer bir yer. Başta lale olmak üzere daha pek çok çiçeğin soğanını, tohumunu ve hediyelik eşyaları burada bulmak mümkün. Bir de Amsterdam’da mücevherciler var, özellikle elmas, Belçika-Antwerp kadar olmasa da, burada da meşhurmuş. Tüm şehirde gezdiğim dükkanlar arasından beni en çok güldüren Museumsplein’deki Coster Diamonds’ın içindeki elmas outlet'i oldu!!
Şehirde Dam dışında birkaç önemli meydan var. Bunlardan en meşhurları Rembrandtplein ve Leidseplein. Leidseplein şehrin eğlence merkezi. Cafeler, lokantalar, tiyatrolar, sinemalar, barlar, bolca Coffeeshoplar, ışıl ışıl ağaçlar.. Nedense burası bana biraz Londra’nın Leicester Square’ini andırdı.
Benim en hoşuma giden meydan ise Spui. Burası sakin, huzurlu bir yer. Bir sürü İngilizce kitap satan büyük kitapçı var burada. Saatler geçirdim. Bir de komik şekilli ağaçların olduğu bir kısmında uzun süren araştırmalarım sonunda ahşap bir kapı olduğunu keşfettim, buradan turist kitaplarında geçen Begijnhof’a giriliyor. Burası beguine isimli Katolik rahibelerinin yaşadığı bir yermiş. Ortası çim, etrafı güzel evlerle çevrili küçük bir meydan, saklı bir bahçe gibi. Bahçeyi şöyle bir dolaşıp dışarıdan evlere bakmak mümkün. Amsterdam’ın en eski evi olduğu söylenen Het Houten Huis (yani ‘The Wooden House’) da burada.
Bir de meşhur Red Light District var tabii. Gitmeden önce okuduklarımdan çok tekinsiz bir yer izlenimi edinmiştim; ama gece olmasına rağmen çok fazla tedirginlik hissetmeden gezdim. Zaten burası artık şehrin en önemli turistik mekanları arasına girmiş, herkes turlarla, aileleriyle vs. bile geliyor.. Tek kural var: Asla fotoğraf çekme! Yoksa başınıza geleceklerin bir garantisi yokmuş.. Red Light District’in en ünlü kısmındaki kanalda toplanan belki 40-50 tane bembeyaz kuğu gece yarısına doğru iyice kalabalıklaşmış kırmızı ışıklar altındaki o ilginç ortama garip bir tezat oluşturuyordu!
Tabii son olarak bahsetmem gereken şey de özellikle şehir merkezinde çok sık duyulan o ekşi esrar kokusu ve coffeeshoplar. Fark etmemek, bahsetmemek imkansız!
Müzeler
Amsterdam’daki müzelerle ilk tanışmam geçen cuma iş çıkışı Van Gogh Müzesi’ne yaptığım geziyle oldu. Cuma olduğunu özellikle belirtiyorum; çünkü sadece bugüne mahsus olarak müze saat 22:00’ye kadar açık kalıyormuş. Ofisteki birkaç kişi “Bütün haftanın yorgunluğu üzerine cuma akşamı müzeye mi gidilirmiş, orada bir tek sen olursun herhalde” diyerek biraz burun kıvırdılarsa da tüm ben yorgunluğuma, aylaklığın cazibesine ve delicesine yağan sağanak yağmura rağmen planımı değiştirmeyip müzenin yolunu tuttum. Ne yalan söyleyeyim, tüm bu koşullar altında hakikaten sessiz sakin bir ortam bekliyordum.
Müzeye girer girmez karşılaştığım manzaraya çok şaşırdım: Bir kalabalık, bir kalabalık.. Müzenin orta yerinde mini bir sahne var, çevresine koltuklar dizilmiş. Onun da etrafında kokteyl masaları, atıştırmalıklar, şaraplar. İnsanlar müzeye değil sanki iş çıkışı bir kadeh bir şey içmeye gelmiş.. Derken bir grup geldi ve müzenin ortasında bir saat süren bir caz konseri başladı. Müzeyi müzik eşliğinde dolaştım, bu kısım bana çok ilginç geldi. İstanbul’da İstanbul Modern’in ve Pera Müzesi’nin biraz daha yakın olabileceği bir ortam denebilir belki; ama tam da değil. Sanırım Van Gogh Müzesi’nin klasik anlamda bir müze değil, yaşayan bir mekan olması istenmiş. Gerek bu tarz etkinlikleri, gerek geçici sergileri, gerekse de yeni fonlarla koleksiyonunu genişletmesi bunun göstergeleri.
Müzeye gelince, Van Gogh’un eserleri müzenin neredeyse yarısını oluşturuyor, geri kalanı ya Van Gogh’un kendi koleksiyonundaki eserler, ya aynı çağda etkilenmiş olduğu eserler-objeler, ya da daha sonraki yıllarda onun etkisinin görüldüğü başka sanatçıların eserleri. Van Gogh koleksiyonunu biraz az, müzenin düzenlemesini biraz dağınık buldum, beklediğim kadar zevk almasam da görülmeye değer bir müze.
Sonraki günlerde bir diğer hedefim, ünlü Rijksmuseum idi, sanırım tercümesi Kraliyet Müzesi.. Muhteşem bir bina, dışarıdan bakınca Louvre gibi kocaman, gez gez bitmez bir şey bekliyor insan.. Ama müzenin büyük kısmı çok uzun süredir yenileme çalışmalarından ötürü kapalı olduğu için o koskoca binanın sadece çok küçük bir kısmı ziyarete açık. Koleksiyonun en önemli parçalarını geçici bir yerde toplamışlar, yaklaşık 1 saatte bunları gezmek mümkün. Klasik resimle aram pek hoş olmasa da iki önemli tabloyu hakkıyla inceledim: Vermeer’in Mutfak Hizmetçisi (sütün akışına dikkat!) ve Rembrandt’ın Night Watch’u.
Hollanda tarihi vs. ile ilgili birkaç müzeye daha gittim ama bu tarihi hiç bilmediğim ve fazla da ilgimi çekmediği için çok zaman harcamayıp hızlı hızlı gezdim. Beni tüm bunların içinde en çok etkileyen yer ise Anne Frank’ın evi oldu. Meşhur günlüklerinin geçtiği mekan çok küçük bir kanal evi, ve aslına bakarsanız minicik bir yer, içi de bomboş; ama tüm bunlara rağmen insanı çarpıyor.. Özellikle evin ön ve arka kısımlarını ayıran, sığınağı gizleyen kitaplık şeklindeki kapıdan geçerken insanın içi bir acayip oluyor. Anne Frank müzesi çok küçük bir mekan olduğu için sadece sınırlı sayıda ziyaretçi alınıyor ve günün çok erken saatinde gitmezseniz ya da online bilet almazsanız içeri girmek için saatlerce kuyruk beklemek gerekebiliyor..
Son olarak Heineken Experience.. Bu ünlü Hollanda birasının eski fabrikasını bir show room haline getirmişler. Bira yapım aşamaları konusunda bilgi veren bölümlerden sonra fabrikayı geziyor ve özel interaktif bir bölümde bir platform üzerinde durup biranın başına gelenleri küçük çapta bizzat yaşıyorsunuz: sallanıp, karıştırılıp, kaynatılıp vs. en sonunda şişelenerek çıkıyorsunuz! Tüm bunlardan sonra iki çeşit bira için olsa da kısa bir tadım bölümü var. Heineken Experience mutlaka görülmesi gereken bir yer olmasa da burası için genel olarak eğlenceli ve bol bol Heineken reklamının yapıldığı bir ortam diyebilirim.
Concertgebouw
Amsterdam’a gideceğimi öğrendiğim ilk günlerden beri aklımdakilerden biri de Concertgebouw’u yani adı genellikle Kurt Masur ile anılan o meşhur konser salonunu görmek. Bir Avrupa klasiği, klasik müzik konserleri yine çok çok pahalı; ama sonunda biletimi ayarladım ve bu güzel binayı keşfettim.
Akustik gerçekten çok iyi, müzik doruğa ulaştığında insan bunu tam olarak hissediyor. Salonda dikkat çekici derecede coşkulu bir dinleyici vardı.
Concertgebouw içinde bir de cafe var. Konser arasında içki-kahveler bedava. Ayrıca bilet aldığınız gün konserden 2-3 saat önce ve sonraki zaman aralığında tüm toplu taşıma ücretsiz. Pazar günleri kısa sabah konserine giderseniz bazı müzelere %50 indirimle girilebiliyor. Tüm bunların haricinde bir de haftaiçi öğlen bedava kısa konserler varmış sanırım (çalıştığım için denk gelmedi). Yani diyorlar ki: gelin, yeter ki Concertgebouw’a gelin!
23.01.2011
amsterdam günlükleri – 3
Burada kala kala artık buz gibi havaya da, kat kat giyinip dolaşmaya da sanırım alıştım; ama tekrar belirtmeden geçemeyeceğim: bu mevsimde, özellikle nemli ve rüzgarlı havada soğuk gerçekten insanın içine işliyor. Yine de, bu üç hafta boyunca farklı havalara da rastladım: Sağanak yağmur, çok hafif serpiştiren kar, rüzgar ve sadece bir gün için olsa da çok parlak ve bana güneş gözlüğü taktırtan güneşli hava! Buraların havasının çok değişken olduğunu söylüyorlar, katılıyorum!
Buradaki esas konu ise su. Hollandalıların esas meselesi, en büyük mücadeleleri, onları dünya için çok önemli hale getiren esas şey, su. Bütün ülke aslında kocaman bir delta gibi. Ama toprak çok değerli ve az olduğu için Golden Age döneminden bugünlere kadar denizi boşaltıp kurutmuş ve lock’lar, dijk denen insan yapımı yükseltiler vs. ile deniz seviyesinin altında bitek topraklar kazanmışlar. Hatta Amsterdam’ın kuzeyinde kara içine doğru giren çok azgın açık denizi kapatıp bir iç deniz yaratmışlar, sonra da yavaş yavaş bu iç denizi de boşaltıp topraklarını genişletmişler. Çok acayip bir ülke, acayip bir mühendislik harikası, acayip bir çaba. Haritadan bakıp ne kadar büyük bir alanın bu şekilde kazanıldığını düşününce insanın ağzı açık kalıyor. Konuya uygun düşen popüler bir söz: “God created the world, but the Dutch created the Netherlands.”.
Şehir dışına çıkıp biraz yol aldığınızda gördüğünüz en çarpıcı şey şu: Her yer dümdüz. Ama gerçekten dümdüz, alabildiğine.. (Tek yükselti, birkaç metrelik insan yapımı dijk’lar) Örneğin Schipol ve çevresi aslında deniz seviyesinin altında, oralar da bu şekilde boşaltılarak yapılmış. İşin garibi, tüm bunlara rağmen yağmurda buraları seller götürmüyor, bizdeki gibi her çiseleyen yağmurda felaketler yaşanmıyor!
Kanallar, evler..
Amsterdam’da romantik bir fotoğraf karesi: Bir kanal, iki yanında güzel evler, arada kavisli bir taş köprü, kanaldan geçen bir gezi teknesi ve her yerde park etmiş bisikletler.. İnsan ilk gördüğünde hemen fotoğraf makinasına sarılıyor; ama sonradan bunun bütün şehri kaplayan ve sürekli tekrarlayan bir pattern olduğunu fark ediyorsunuz. Her yer böyle. Ben iki gün içinde kaybola kaybola da olsa (!) tüm merkezi arşınladım; dere tepe düz gittim diyeceğim ama bizim bu deyimimiz de tepesiz Hollanda için biraz ironik kaçıyor!!
Amsterdam şehrinin merkezi bence koskocaman bir inşaat projesi gibi; resmen sular üzerine bir şehir kurulmuş. Gezerken yer yer durup düşünüyorum: üzerinde yürüdüğüm bu sokaklar bir zamanlar deniz ya da nehrin bir parçasıymış ve gördüğüm bütün o güzel evler aslında tahta kazıkların üzerinde duracak şekilde yapılmış… Ne garip!
Burada Venedik’ten çok daha fazla kanal var. Grachtengordel dedikleri üç büyük kanaldan oluşan bir çember şehir merkezini sarıyor ve burada çok güzel kanal evleri var.. Bunun dışında şimdinin bazı meşhur caddeleri de, örneğin Rokin ve Damrak, eskiden kanalmış. Amsterdamlılar yere ihtiyaç duydukça suyu boşaltıp şehri genişletmişler yani.. Meşhur Dam Meydanı da adından anlaşıldığı gibi eskiden bir barajmış, düşününce acayip geliyor. (Not: Amsterdam isminin de buradan geldiği söyleniyor; Amstel Dam ~ Amstel nehri üzerinde yapılmış baraj)
Kanal evlerinin bazıları ileriye doğru çıkmış, bazıları eğrilmiş, çok ilginç. Bunların en meşhuru yana doğru eğrilmiş Sluyswacht; buralar için bir nevi Pisa kulesi denebilir ve içinde hala aktif bir cafe var! Evlerin üzerinde durduğu ahşap kazıklar da zamanla çürüyormuş. Ancak bunları esas çürüten şey, su değil; tam tersi su seviyesinin düşmesiymiş. Havayla temas eden ahşaplar hızla çürüdüğünden şehir yönetiminin su seviyesini belli aralıklarda tutma gibi garip bir görevi de varmış!
Son olarak, kanal evleriyle ilgili ilginç bir nokta: Evler genelde iki üç katlı ve en üst katta dışarıya doğru büyük kancalar var. Neredeyse tüm evlerde bu garip kancaları görmek mümkün. Önce bunların mantığını anlayamadık; ama sonradan öğrendik ki bu kancalar aslında eşya taşımak için kullanılıyormuş! Evler ve özellikle evlerin içindeki merdivenler çok dar olduğu için üst katlara mobilya taşımak ancak dışarıdaki bu kancalar ve onlara takılı halatlar sayesinde mümkün olabiliyormuş..
20.01.2011
amsterdam günlükleri – 2
Amsterdam’da neredeyse ikinci haftamı bitirmek üzereyim; ama koşturmacadan yazmaya ancak vakit bulabiliyorum. Yazılar yine parça parça..
Biraz genel kültür, daha doğrusu Hollanda ile benim garibime giden bazı ilginç bilgiler..
Netherlands vs Holland
Türkçe’de Hollanda deyip geçsek de diğer dillerde hep bu kavram kargaşası var. Sonuç olarak benim anladığım şu: Bu ülkenin resmi adı “the Netherlands”, yani alçak (yani deniz seviyesinin altında- aman tercüme kurbanı olmayayım) topraklar. Mesela Fransızcası aynen bunun çevirisi- les Pays-bas.
Kuzey ve güney olmak üzere iki kısımdan oluşan Holland ise bu ülkenin sadece bir parçası. Ancak bu iki Holland eyaleti ülkenin kalbi, üç büyük şehir Amsterdam, Lahey ve Rotterdam burada, tarihte de günümüzde de Holland ülkenin en önemli kısmı olmuş; belki de bu yüzden bu eyaletler tüm ülkeyle eş tutulabiliyor. İşin aslı bu olsa da çoğu ortamda Netherlands ve Holland aynı anlama gelecek şekilde de kullanılabiliyor. Biraz England-UK durumuna benziyor sanki.
Dünya coğrafyasındaki “yeni”ler
Hollanda dünya coğrafyasına isimlerle damgasını vurmuş. Koloni zamanından kalan keşiflerde tüm dünyaya “yeni” Hollanda isimleri verilmiş. Örnekler bol, New Amsterdam (New York-Manhattan), New Holland (Avustralya), New Zealand (Zeeland Hollanda’nın bir eyaleti, ~SeaLand) vs.
Flemish vs Dutch
Bunların ikisi de sanırım Felemenkçe olarak geçiyor Türkçe’de. Aynı dil ailesinden gelseler de bu iki dil arasında bazı ufak farklılıklar varmış. Flemish Belçika’daki Flamanlar, Dutch (ya da orijinali Nederlands) ise Hollandalılar tarafından konuşuluyor. Benim konuştuğum Hollandalılara göre Flamanlar ve Hollandalılar arasında dil açısından çok büyük farklar olmasa da, kültürler çok farklı. Biraz stereotipik olacak ama anladığım kadarıyla Hollandalılar, kendilerini Flamanlara göre biraz daha “Alman” buluyorlar; daha organize, daha direkt, gerek iş gerek normal hayatta daha şeffaflar. Flamanlar ise biraz daha “Fransız”, özellikle hayattan zevk alma konusunda. (Neyse, Belçikalılara hiç girmeyelim, deneyimle sabit, bunlar hassas konular!!!)
Amsterdam vs The Hague (Lahey)
Bir başka kafa karışıklığı. Amsterdam ülkenin resmi başkenti olsa da devletin merkezi Lahey. Parlamento da, Kraliçe de, Avrupa Birliği Adalet Divanı da, tüm elçilikler de burada. Koskoca Amsterdam’da Türkiye’nin ne elçiliği ne de konsolosluğu olduğunu öğrenmek beni çok şaşırtmıştı.
The UnDutchables!
Bu da yabancı gözünden Hollandalıları inceleyen, biraz tiye alan bir kitap. Tüm kitapçılarda karşıma çıkıyor, içini karıştırmadan edemiyorum. Hollandalılarla yeni yeni haşır neşir olmaya başlayan biri olarak şimdiden beni bile güldürdüğüne göre Hollandalıların gerçekten kendilerine has özellikleri var diyebiliriz..
Bir örnek.. Kitabın eski bir baskısının kapağında Amsterdam sokaklarında rastladığım ve beni şaşırtan bir manzarayı görünce bazı şeyleri garipsemekte yalnız olmadığımı anladım. Manzara şu: Adamın biri bisiklete biniyor (artık bunda şaşıracak bir şey yok), adamın köpeği var (eh, Hollandalılar köpeklere düşkün bunda da şaşıracak bir şey yok); ama adam bir yandan yolda bisiklete biniyor, bir yandan da kaldırımda onun yanında koşturan köpeğinin tasmasını tutuyor ve onu gezdiriyor! İstanbul’da biri bu aktiviteyi denerse başına neler gelebileceğini tahmin bile etmek istemiyorum!!
Kitapla ilgili daha detaylı bilgi için Amazon linki burada.
12.01.2011
ayşe sıcağı sıcağına amsterdam’dan bildiriyor..
Bu, benim için farklı bir gezi. Gezmek için değil, iş için buradayım, yaklaşık 3 haftalığına buradayım, iş arkadaşları dışında yalnızım, daha önce görmediğim Amsterdam hakkında hiçbir şey bilmeden, üstüne üstlük pişmiş tavuğun başına gelmeyecek bazı ilginç aksiliklerin sonrasında nihayet buradayım. O yüzden bu geziyle ilgili notlarımı farklı bir tarz deneyerek günlük havasında kısa kısa parçalar halinde yazmak istedim bu sefer.
Bu, Amsterdam’da üçüncü günüm. İlk izlenim, Schiphol. Burası adeta bir şehir. Kocaman bir terminal, dev bir alışveriş merkezi, altında tren garı, dışında otobüsler, oteller, iş merkezleri. Acayip büyük, hareketli, insanı içine çeken bir yer. Gelir gelmez otele geçerim derken burada birkaç saat dolaşmaktan kendimi alamadım.
Amsterdam’ın şehir merkezine kanallar ve o harika evler damgasını vuruyor. Henüz çok az bir kısmını, onu da hızla görebildiğim bu binalar beni ilk saniyede çarptı. Üçgen çatılar, taş-kiremit görünümlü, legodan evlere benzeyen harika binalar, kocaman şatomsu yapılar, zarif kanal evleri.. Amsterdam’ın kendine özgü müthiş bir mimarisi var. Umarım haftasonuna yürüyüş yapıp bolca fotoğraf çeker ve doya doya izlerim bu binaları..
Otelim Museumplein’e yakın sayılır. Şehrin mesken bölgesinde, elit bir muhit. Bahçeli, 2-3 katlı müstakil evler, köpeklerini gezdiren hali vakti yerinde insanlar var; merkezin içinde değil ama yürüme mesafesinde. Butik bir otel sayılır. Burada ilk gün ilginç şeyler başıma geldi. Bana verilen odayı beğenmediğim için resepsiyondan elime bir tomar anahtar tutuşturdular ve seç beğen al dediler bana. Böylece neredeyse tüm oteli gezip hepsi birbirinden farklı odalar arasından bir tanesini seçtim, daha önce böyle bir şey yaşamamıştım!
Museumplein bölgesini çok sevdim, şimdilik sadece dışarıdan gördüğüm müzeler ve Concertgebouw için planlar yapmaya başladım sayılır..
Amsterdam denince akla gelenlerden ilki tabii ki bisikletliler. Genci- orta yaşlısı, öğrencisi- iş adamı, çocuklusu-çocuksuzu burada herkes bisiklete biniyor. İş yerinde takım elbiseli kocaman insanların kar kış demeden her sabah işe 4 km kadar bisiklete binerek geldiklerini öğrenmek beni şaşırttı, sanırım bu yüzden bu kadar inceler.. Özellikle sabah mesai öncesi işe giden bisikletli ordularını izlemek ilginç. Bisiklet yolları ayrılmış; ama harika binaları seyrederken yanlışlıkla bisiklet yoluna girmek başa bela olabilir; çünkü bisikletliler her yerden çıkıyor ve vızır vızır geçiyorlar. (Konuya dokunan bir karikatür: "I Am Steerin’, Damn!")
Her şeyin ötesinde bayıldığım esas konu ise elbette peynirler.. Burası bir peynir rüyası gibi! Türkiye’de küçücük bir parçası çok pahalıya satılan her türlü yabancı peynir burada sudan ucuz. Füme peynirler, krem peynirler, tekerlek şeklinde, parafinli, karabiberli, hardallı, otlu peynirler, kısaca ne ararsanız.. Bence Hollanda’da basit bir sandviç en güzel öğün olabilir. Çıtır çıtır ekmekler, tereyağları, harika peynirler ve jambonlar insanı çağırıyor.. Dönüşte bir bavul peynirle dönmek istiyorum sanırım!