Şehir merkezinde gidilecek yerler..
Amsterdam, Centraal (yani merkez tren istasyonu) merkezde olmak üzere iç içe daireler şeklinde kanallardan oluşan bir yarım ayı andırıyor. Çok estetik bir bina olan Centraal, tüm ulaşımın kalbi; trenlerin, otobüs ve tramvayların, metronun, kanal turlarının başlangıç noktası. Turistik gezilerin merkezi. Ama her şehirde olduğu gibi burada da tren garına yaklaştıkça sokakların çehresi biraz değişiyor, daha izbe, daha karanlık, daha tekinsiz gibi geliyor insana.
Dam Meydanı, Centraal’a çok yakın sayılır (zaten Amsterdam’da her yer birbirine yürüme mesafesinde!). Dam’da restorasyondan ötürü uzun süredir örtülerle kapalı olan ve çok yakında tamamen açılacağı söylenen Kraliyet sarayı, ünlü çok katlı alışveriş merkezi de Bijenkorf, Hollanda ulusal anıtı, Madame Tussauds, hediyelik eşya satan mağazalar, atlı arabalar, kostümlü kişiler ve insan heykeller var.
Pek çok alışveriş caddesi Dam’a açılıyor. Bunların en meşhuru Kalverstraat. Biraz daha aşağıya indikçe alışveriş caddeleri daha güzelleşiyor, butikler başlıyor. Bana artık yurtdışından kıyafet alışverişi yapmak çok anlamlı gelmediği için sadece vitrinlere bakarak geçiyorum, zaten bu sokaklar genellikle çok kalabalık, kalabalığa dalmak da, bu soğukta paltoları, atkıları takıp çıkarıp kıyafet denemek de insanın içinden pek gelmiyor.
Bence burada en ilginç alışveriş peynirler ve çiçekler. Kanal kıyısında yan yana yüzer platformlar üzerindeki satıcılardan oluşan Bloemenmarkt yani çiçek pazarı görülmeye kesinlikle değer bir yer. Başta lale olmak üzere daha pek çok çiçeğin soğanını, tohumunu ve hediyelik eşyaları burada bulmak mümkün. Bir de Amsterdam’da mücevherciler var, özellikle elmas, Belçika-Antwerp kadar olmasa da, burada da meşhurmuş. Tüm şehirde gezdiğim dükkanlar arasından beni en çok güldüren Museumsplein’deki Coster Diamonds’ın içindeki elmas outlet'i oldu!!
Şehirde Dam dışında birkaç önemli meydan var. Bunlardan en meşhurları Rembrandtplein ve Leidseplein. Leidseplein şehrin eğlence merkezi. Cafeler, lokantalar, tiyatrolar, sinemalar, barlar, bolca Coffeeshoplar, ışıl ışıl ağaçlar.. Nedense burası bana biraz Londra’nın Leicester Square’ini andırdı.
Benim en hoşuma giden meydan ise Spui. Burası sakin, huzurlu bir yer. Bir sürü İngilizce kitap satan büyük kitapçı var burada. Saatler geçirdim. Bir de komik şekilli ağaçların olduğu bir kısmında uzun süren araştırmalarım sonunda ahşap bir kapı olduğunu keşfettim, buradan turist kitaplarında geçen Begijnhof’a giriliyor. Burası beguine isimli Katolik rahibelerinin yaşadığı bir yermiş. Ortası çim, etrafı güzel evlerle çevrili küçük bir meydan, saklı bir bahçe gibi. Bahçeyi şöyle bir dolaşıp dışarıdan evlere bakmak mümkün. Amsterdam’ın en eski evi olduğu söylenen Het Houten Huis (yani ‘The Wooden House’) da burada.
Bir de meşhur Red Light District var tabii. Gitmeden önce okuduklarımdan çok tekinsiz bir yer izlenimi edinmiştim; ama gece olmasına rağmen çok fazla tedirginlik hissetmeden gezdim. Zaten burası artık şehrin en önemli turistik mekanları arasına girmiş, herkes turlarla, aileleriyle vs. bile geliyor.. Tek kural var: Asla fotoğraf çekme! Yoksa başınıza geleceklerin bir garantisi yokmuş.. Red Light District’in en ünlü kısmındaki kanalda toplanan belki 40-50 tane bembeyaz kuğu gece yarısına doğru iyice kalabalıklaşmış kırmızı ışıklar altındaki o ilginç ortama garip bir tezat oluşturuyordu!
Tabii son olarak bahsetmem gereken şey de özellikle şehir merkezinde çok sık duyulan o ekşi esrar kokusu ve coffeeshoplar. Fark etmemek, bahsetmemek imkansız!
Müzeler
Amsterdam’daki müzelerle ilk tanışmam geçen cuma iş çıkışı Van Gogh Müzesi’ne yaptığım geziyle oldu. Cuma olduğunu özellikle belirtiyorum; çünkü sadece bugüne mahsus olarak müze saat 22:00’ye kadar açık kalıyormuş. Ofisteki birkaç kişi “Bütün haftanın yorgunluğu üzerine cuma akşamı müzeye mi gidilirmiş, orada bir tek sen olursun herhalde” diyerek biraz burun kıvırdılarsa da tüm ben yorgunluğuma, aylaklığın cazibesine ve delicesine yağan sağanak yağmura rağmen planımı değiştirmeyip müzenin yolunu tuttum. Ne yalan söyleyeyim, tüm bu koşullar altında hakikaten sessiz sakin bir ortam bekliyordum.
Müzeye girer girmez karşılaştığım manzaraya çok şaşırdım: Bir kalabalık, bir kalabalık.. Müzenin orta yerinde mini bir sahne var, çevresine koltuklar dizilmiş. Onun da etrafında kokteyl masaları, atıştırmalıklar, şaraplar. İnsanlar müzeye değil sanki iş çıkışı bir kadeh bir şey içmeye gelmiş.. Derken bir grup geldi ve müzenin ortasında bir saat süren bir caz konseri başladı. Müzeyi müzik eşliğinde dolaştım, bu kısım bana çok ilginç geldi. İstanbul’da İstanbul Modern’in ve Pera Müzesi’nin biraz daha yakın olabileceği bir ortam denebilir belki; ama tam da değil. Sanırım Van Gogh Müzesi’nin klasik anlamda bir müze değil, yaşayan bir mekan olması istenmiş. Gerek bu tarz etkinlikleri, gerek geçici sergileri, gerekse de yeni fonlarla koleksiyonunu genişletmesi bunun göstergeleri.
Müzeye gelince, Van Gogh’un eserleri müzenin neredeyse yarısını oluşturuyor, geri kalanı ya Van Gogh’un kendi koleksiyonundaki eserler, ya aynı çağda etkilenmiş olduğu eserler-objeler, ya da daha sonraki yıllarda onun etkisinin görüldüğü başka sanatçıların eserleri. Van Gogh koleksiyonunu biraz az, müzenin düzenlemesini biraz dağınık buldum, beklediğim kadar zevk almasam da görülmeye değer bir müze.
Sonraki günlerde bir diğer hedefim, ünlü Rijksmuseum idi, sanırım tercümesi Kraliyet Müzesi.. Muhteşem bir bina, dışarıdan bakınca Louvre gibi kocaman, gez gez bitmez bir şey bekliyor insan.. Ama müzenin büyük kısmı çok uzun süredir yenileme çalışmalarından ötürü kapalı olduğu için o koskoca binanın sadece çok küçük bir kısmı ziyarete açık. Koleksiyonun en önemli parçalarını geçici bir yerde toplamışlar, yaklaşık 1 saatte bunları gezmek mümkün. Klasik resimle aram pek hoş olmasa da iki önemli tabloyu hakkıyla inceledim: Vermeer’in Mutfak Hizmetçisi (sütün akışına dikkat!) ve Rembrandt’ın Night Watch’u.
Hollanda tarihi vs. ile ilgili birkaç müzeye daha gittim ama bu tarihi hiç bilmediğim ve fazla da ilgimi çekmediği için çok zaman harcamayıp hızlı hızlı gezdim. Beni tüm bunların içinde en çok etkileyen yer ise Anne Frank’ın evi oldu. Meşhur günlüklerinin geçtiği mekan çok küçük bir kanal evi, ve aslına bakarsanız minicik bir yer, içi de bomboş; ama tüm bunlara rağmen insanı çarpıyor.. Özellikle evin ön ve arka kısımlarını ayıran, sığınağı gizleyen kitaplık şeklindeki kapıdan geçerken insanın içi bir acayip oluyor. Anne Frank müzesi çok küçük bir mekan olduğu için sadece sınırlı sayıda ziyaretçi alınıyor ve günün çok erken saatinde gitmezseniz ya da online bilet almazsanız içeri girmek için saatlerce kuyruk beklemek gerekebiliyor..
Son olarak Heineken Experience.. Bu ünlü Hollanda birasının eski fabrikasını bir show room haline getirmişler. Bira yapım aşamaları konusunda bilgi veren bölümlerden sonra fabrikayı geziyor ve özel interaktif bir bölümde bir platform üzerinde durup biranın başına gelenleri küçük çapta bizzat yaşıyorsunuz: sallanıp, karıştırılıp, kaynatılıp vs. en sonunda şişelenerek çıkıyorsunuz! Tüm bunlardan sonra iki çeşit bira için olsa da kısa bir tadım bölümü var. Heineken Experience mutlaka görülmesi gereken bir yer olmasa da burası için genel olarak eğlenceli ve bol bol Heineken reklamının yapıldığı bir ortam diyebilirim.
Concertgebouw
Amsterdam’a gideceğimi öğrendiğim ilk günlerden beri aklımdakilerden biri de Concertgebouw’u yani adı genellikle Kurt Masur ile anılan o meşhur konser salonunu görmek. Bir Avrupa klasiği, klasik müzik konserleri yine çok çok pahalı; ama sonunda biletimi ayarladım ve bu güzel binayı keşfettim.
Akustik gerçekten çok iyi, müzik doruğa ulaştığında insan bunu tam olarak hissediyor. Salonda dikkat çekici derecede coşkulu bir dinleyici vardı.
Concertgebouw içinde bir de cafe var. Konser arasında içki-kahveler bedava. Ayrıca bilet aldığınız gün konserden 2-3 saat önce ve sonraki zaman aralığında tüm toplu taşıma ücretsiz. Pazar günleri kısa sabah konserine giderseniz bazı müzelere %50 indirimle girilebiliyor. Tüm bunların haricinde bir de haftaiçi öğlen bedava kısa konserler varmış sanırım (çalıştığım için denk gelmedi). Yani diyorlar ki: gelin, yeter ki Concertgebouw’a gelin!
Amsterdam, Centraal (yani merkez tren istasyonu) merkezde olmak üzere iç içe daireler şeklinde kanallardan oluşan bir yarım ayı andırıyor. Çok estetik bir bina olan Centraal, tüm ulaşımın kalbi; trenlerin, otobüs ve tramvayların, metronun, kanal turlarının başlangıç noktası. Turistik gezilerin merkezi. Ama her şehirde olduğu gibi burada da tren garına yaklaştıkça sokakların çehresi biraz değişiyor, daha izbe, daha karanlık, daha tekinsiz gibi geliyor insana.
Dam Meydanı, Centraal’a çok yakın sayılır (zaten Amsterdam’da her yer birbirine yürüme mesafesinde!). Dam’da restorasyondan ötürü uzun süredir örtülerle kapalı olan ve çok yakında tamamen açılacağı söylenen Kraliyet sarayı, ünlü çok katlı alışveriş merkezi de Bijenkorf, Hollanda ulusal anıtı, Madame Tussauds, hediyelik eşya satan mağazalar, atlı arabalar, kostümlü kişiler ve insan heykeller var.
Pek çok alışveriş caddesi Dam’a açılıyor. Bunların en meşhuru Kalverstraat. Biraz daha aşağıya indikçe alışveriş caddeleri daha güzelleşiyor, butikler başlıyor. Bana artık yurtdışından kıyafet alışverişi yapmak çok anlamlı gelmediği için sadece vitrinlere bakarak geçiyorum, zaten bu sokaklar genellikle çok kalabalık, kalabalığa dalmak da, bu soğukta paltoları, atkıları takıp çıkarıp kıyafet denemek de insanın içinden pek gelmiyor.
Bence burada en ilginç alışveriş peynirler ve çiçekler. Kanal kıyısında yan yana yüzer platformlar üzerindeki satıcılardan oluşan Bloemenmarkt yani çiçek pazarı görülmeye kesinlikle değer bir yer. Başta lale olmak üzere daha pek çok çiçeğin soğanını, tohumunu ve hediyelik eşyaları burada bulmak mümkün. Bir de Amsterdam’da mücevherciler var, özellikle elmas, Belçika-Antwerp kadar olmasa da, burada da meşhurmuş. Tüm şehirde gezdiğim dükkanlar arasından beni en çok güldüren Museumsplein’deki Coster Diamonds’ın içindeki elmas outlet'i oldu!!
Şehirde Dam dışında birkaç önemli meydan var. Bunlardan en meşhurları Rembrandtplein ve Leidseplein. Leidseplein şehrin eğlence merkezi. Cafeler, lokantalar, tiyatrolar, sinemalar, barlar, bolca Coffeeshoplar, ışıl ışıl ağaçlar.. Nedense burası bana biraz Londra’nın Leicester Square’ini andırdı.
Benim en hoşuma giden meydan ise Spui. Burası sakin, huzurlu bir yer. Bir sürü İngilizce kitap satan büyük kitapçı var burada. Saatler geçirdim. Bir de komik şekilli ağaçların olduğu bir kısmında uzun süren araştırmalarım sonunda ahşap bir kapı olduğunu keşfettim, buradan turist kitaplarında geçen Begijnhof’a giriliyor. Burası beguine isimli Katolik rahibelerinin yaşadığı bir yermiş. Ortası çim, etrafı güzel evlerle çevrili küçük bir meydan, saklı bir bahçe gibi. Bahçeyi şöyle bir dolaşıp dışarıdan evlere bakmak mümkün. Amsterdam’ın en eski evi olduğu söylenen Het Houten Huis (yani ‘The Wooden House’) da burada.
Bir de meşhur Red Light District var tabii. Gitmeden önce okuduklarımdan çok tekinsiz bir yer izlenimi edinmiştim; ama gece olmasına rağmen çok fazla tedirginlik hissetmeden gezdim. Zaten burası artık şehrin en önemli turistik mekanları arasına girmiş, herkes turlarla, aileleriyle vs. bile geliyor.. Tek kural var: Asla fotoğraf çekme! Yoksa başınıza geleceklerin bir garantisi yokmuş.. Red Light District’in en ünlü kısmındaki kanalda toplanan belki 40-50 tane bembeyaz kuğu gece yarısına doğru iyice kalabalıklaşmış kırmızı ışıklar altındaki o ilginç ortama garip bir tezat oluşturuyordu!
Tabii son olarak bahsetmem gereken şey de özellikle şehir merkezinde çok sık duyulan o ekşi esrar kokusu ve coffeeshoplar. Fark etmemek, bahsetmemek imkansız!
Müzeler
Amsterdam’daki müzelerle ilk tanışmam geçen cuma iş çıkışı Van Gogh Müzesi’ne yaptığım geziyle oldu. Cuma olduğunu özellikle belirtiyorum; çünkü sadece bugüne mahsus olarak müze saat 22:00’ye kadar açık kalıyormuş. Ofisteki birkaç kişi “Bütün haftanın yorgunluğu üzerine cuma akşamı müzeye mi gidilirmiş, orada bir tek sen olursun herhalde” diyerek biraz burun kıvırdılarsa da tüm ben yorgunluğuma, aylaklığın cazibesine ve delicesine yağan sağanak yağmura rağmen planımı değiştirmeyip müzenin yolunu tuttum. Ne yalan söyleyeyim, tüm bu koşullar altında hakikaten sessiz sakin bir ortam bekliyordum.
Müzeye girer girmez karşılaştığım manzaraya çok şaşırdım: Bir kalabalık, bir kalabalık.. Müzenin orta yerinde mini bir sahne var, çevresine koltuklar dizilmiş. Onun da etrafında kokteyl masaları, atıştırmalıklar, şaraplar. İnsanlar müzeye değil sanki iş çıkışı bir kadeh bir şey içmeye gelmiş.. Derken bir grup geldi ve müzenin ortasında bir saat süren bir caz konseri başladı. Müzeyi müzik eşliğinde dolaştım, bu kısım bana çok ilginç geldi. İstanbul’da İstanbul Modern’in ve Pera Müzesi’nin biraz daha yakın olabileceği bir ortam denebilir belki; ama tam da değil. Sanırım Van Gogh Müzesi’nin klasik anlamda bir müze değil, yaşayan bir mekan olması istenmiş. Gerek bu tarz etkinlikleri, gerek geçici sergileri, gerekse de yeni fonlarla koleksiyonunu genişletmesi bunun göstergeleri.
Müzeye gelince, Van Gogh’un eserleri müzenin neredeyse yarısını oluşturuyor, geri kalanı ya Van Gogh’un kendi koleksiyonundaki eserler, ya aynı çağda etkilenmiş olduğu eserler-objeler, ya da daha sonraki yıllarda onun etkisinin görüldüğü başka sanatçıların eserleri. Van Gogh koleksiyonunu biraz az, müzenin düzenlemesini biraz dağınık buldum, beklediğim kadar zevk almasam da görülmeye değer bir müze.
Sonraki günlerde bir diğer hedefim, ünlü Rijksmuseum idi, sanırım tercümesi Kraliyet Müzesi.. Muhteşem bir bina, dışarıdan bakınca Louvre gibi kocaman, gez gez bitmez bir şey bekliyor insan.. Ama müzenin büyük kısmı çok uzun süredir yenileme çalışmalarından ötürü kapalı olduğu için o koskoca binanın sadece çok küçük bir kısmı ziyarete açık. Koleksiyonun en önemli parçalarını geçici bir yerde toplamışlar, yaklaşık 1 saatte bunları gezmek mümkün. Klasik resimle aram pek hoş olmasa da iki önemli tabloyu hakkıyla inceledim: Vermeer’in Mutfak Hizmetçisi (sütün akışına dikkat!) ve Rembrandt’ın Night Watch’u.
Ne yalan söyleyeyim, Night Watch ismini Amsterdam’a gelmeden önce hiç duymamıştım, oysa resim tarihine damgasını vuran bir esermiş. Başına gelenler ise pişmiş tavuğun başına gelenleri aratmıyor.. Önce sergilenmek üzere götürüldüğü Town Hall binasına sığmadığı için kenarlarından biraz kırpılarak küçültülmüş. Daha sonra 1970’lerde meczup biri müzede tabloya bıçakla saldırmış, tabloyu pek çok yerinden yaralamış!! Sonradan restore edilse de şu an tabloya dikkatle bakınca bu izleri görmek mümkün. Son olarak da 90’lı yıllarda bir başkası tablonun üzerine asit dökmüş ama tabloya bir zarar gelmemiş.. (Bu arada bir başka not, ben Rembrandt’ı ressamın soyadı sanıyordum, meğer adıymış. Soyadı ise Van Rijn- yani “from the river” imiş..)
Hollanda tarihi vs. ile ilgili birkaç müzeye daha gittim ama bu tarihi hiç bilmediğim ve fazla da ilgimi çekmediği için çok zaman harcamayıp hızlı hızlı gezdim. Beni tüm bunların içinde en çok etkileyen yer ise Anne Frank’ın evi oldu. Meşhur günlüklerinin geçtiği mekan çok küçük bir kanal evi, ve aslına bakarsanız minicik bir yer, içi de bomboş; ama tüm bunlara rağmen insanı çarpıyor.. Özellikle evin ön ve arka kısımlarını ayıran, sığınağı gizleyen kitaplık şeklindeki kapıdan geçerken insanın içi bir acayip oluyor. Anne Frank müzesi çok küçük bir mekan olduğu için sadece sınırlı sayıda ziyaretçi alınıyor ve günün çok erken saatinde gitmezseniz ya da online bilet almazsanız içeri girmek için saatlerce kuyruk beklemek gerekebiliyor..
Son olarak Heineken Experience.. Bu ünlü Hollanda birasının eski fabrikasını bir show room haline getirmişler. Bira yapım aşamaları konusunda bilgi veren bölümlerden sonra fabrikayı geziyor ve özel interaktif bir bölümde bir platform üzerinde durup biranın başına gelenleri küçük çapta bizzat yaşıyorsunuz: sallanıp, karıştırılıp, kaynatılıp vs. en sonunda şişelenerek çıkıyorsunuz! Tüm bunlardan sonra iki çeşit bira için olsa da kısa bir tadım bölümü var. Heineken Experience mutlaka görülmesi gereken bir yer olmasa da burası için genel olarak eğlenceli ve bol bol Heineken reklamının yapıldığı bir ortam diyebilirim.
Concertgebouw
Amsterdam’a gideceğimi öğrendiğim ilk günlerden beri aklımdakilerden biri de Concertgebouw’u yani adı genellikle Kurt Masur ile anılan o meşhur konser salonunu görmek. Bir Avrupa klasiği, klasik müzik konserleri yine çok çok pahalı; ama sonunda biletimi ayarladım ve bu güzel binayı keşfettim.
Akustik gerçekten çok iyi, müzik doruğa ulaştığında insan bunu tam olarak hissediyor. Salonda dikkat çekici derecede coşkulu bir dinleyici vardı.
Concertgebouw içinde bir de cafe var. Konser arasında içki-kahveler bedava. Ayrıca bilet aldığınız gün konserden 2-3 saat önce ve sonraki zaman aralığında tüm toplu taşıma ücretsiz. Pazar günleri kısa sabah konserine giderseniz bazı müzelere %50 indirimle girilebiliyor. Tüm bunların haricinde bir de haftaiçi öğlen bedava kısa konserler varmış sanırım (çalıştığım için denk gelmedi). Yani diyorlar ki: gelin, yeter ki Concertgebouw’a gelin!
1 yorum:
Yine harika eline saglik! ne zamandir burada yasiyorum yapilacaklar listesine eklediklerim oldu inan Ayse cok tesekkurler :)
Yorum Gönder