29-30 Ağustos 2009
Haftasonu farklı bir yerlere gidelim diye düşündük ve son zamanlarda fibromiyaljimin de kendisini iyiden iyiye hissettirmesiyle aklımıza Yalova Termal geldi. Cumartesi sabahtan gidip bir gece kalmayı ve Pazar günü akşamüstü geri dönmeyi planladık.
İstanbul'dan arabaya ihtiyaç duymadan da gidilebilecek yakın mesafe yerlerden biri Yalova. Deniz otobüsüyle yolculuk, Bostancı'dan 75, Kartal'dan 45 dakika kadar bir zaman alıyor. Biz de Cumartesi sabah deniz otobüsüyle 10:15 civarında Yalova'ya vardık ve Termal tesislerine geçmeden önce merkezde biraz yürüyerek zaman geçirdik.
Daha önce hiç görmediğim Yalova'yla ilgili zihnimdeki çağrışımlar: Yaşıtlarımdan bazılarının anneanne-babaannelerinin yanında yazlarını geçirdiği bir sayfiye yeri olması, güzel meyve-sebzeleri, Atatürk, ve belki de hepsinden çok öne çıkan 17 Ağustos. Şehir merkezinde yürüdüğümüz yerlerde depreme ait hiçbir ize rastlamadık. Bende depremle ilgili çok acı çağrışımlar yapan sahil ilçeleri Çınarcık ve Armutlu'ya ise gitmedik; zaten bir buçuk gün gibi kısa bir zamanımız olduğu için gezimizi sadece termal tesisler ve doğa yürüyüşleriyle sınırlı tuttuk.
yalova termal tesisleri
Yalova Termal'e şehir merkezinden minibüslerle ulaşılabiliyor. Bu güzergahın bir kısmında, iki yanında yüksek ağaçlar bulunan gölgeli, güzel bir yoldan geçiliyor. Buraya ağaçlardan ötürü Mavi-yeşil yol deniyormuş ve buradaki ağaçlar Atatürk'ün emriyle dikilmiş. Zaten termal tesislerinin şu anki halini almasında Atatürk'ün buraya verdiği önemin ciddi katkısı var. Yalova'da en çok hoşuma giden şey, özellikle Termal'e doğru bitki örtüsünün güzelliğiydi.
Termal kaynaklar, Konstantin zamanında kaplıca olarak kullanılmaya başlanmış, tesis içinde birkaç tarihi kalıntıya da rastlamak mümkün. Osmanlılar burayı unutmuş, ta ki romatizmalı annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan (not. ismi gösterişli bu karakter, sağlıkla ilgili farklı yerlerin tarihçesinde karşımıza çıkıyor, bu yüzden özellikle yazmak istedim) için köşkler yaptıran Abdülmecit ve daha sonra II. Abdülhamit burayı tekrar hatırlayana kadar. Cumhuriyet döneminde de Atatürk tesislere özel bir ilgi gösteriyor ve burayı hem bir termal turizm merkezi haline getirecek yatırımların yapılmasına ön ayak oluyor, hem de kendisi burayı bir yazlık çalışma ofisi-sayfiye yeri olarak bizzat kullanıyor. Bir başka not, tesisler 1911'de Roma'da yapılan kaplıcalararası (!) bir yarışmada altın madalya almış ve bu madalya Çamlık otelin girişinde sergileniyor.
Tesis, bir sürü farklı otel binası, bir açık havuz, birkaç çeşit banyo-hamam, restoran-kafeler ve yürüyüş yollarından oluşuyor. Sanırım Ramazan'ın ve yaz mevsimi oluşunun etkisiyle tesis boşa yakındı. Sadece Pazar günü dışarıdan gelen ve hamam-banyoları günübirlik kullanan aile boyu kalabalıklar biraz arttı. Yaş ortalaması ise tahmin edilebileceği üzere bayağı yüksekti.
İşin termal boyutuna gelince, ben hamam sefasından hiç hoşlanmadığım ve çok da hijyenik bulmadığım için sadece açık termal havuzla yetindim. Akşam güneş batmaya yakın ve sabah serinliğinde olmak üzere iki kez sıcak havuza girdik. Su, insanı mayıştırıyor ve cildini gerçekten yumuşacık yapıyor. Bir de yürüyüş yollarının arasında, "göz suyu", "ayak suyu", "mide suyu" vs. olarak adlandırılan ayrı ayrı çeşmeler bulunuyor ki biz bunları denemeye yeltenmedik, sadece bu suları vücutlarının ilgili kısımlarına süren insanları izlemekle yetindik!
Otel biraz köhne ve tesislerin işletmesi genel olarak çok iyi değil. Çalışan personel, devlet memuru gibi; yaptığı işten hoşlanıyor gibi gözüken pek kimseye rastlamadım. Herkes birbirinden habersiz; resepsiyon insanları havuza yollamaya devam ederken, kullanım saati içinde olmasına rağmen havuz görevlileri birden açık havuzu boşaltmaya karar veriyorlar mesela. Ramazan oluşunun da etkisiyle restoran kısmı terkedilmiş bir görüntü içinde. Yalnız, bir Metin abi karakteri var ki, bahsetmek lazım düşer. Kendisi, Yalova Termal tesisinin bilgi kaynağı, her şeyi bilen adam.
Cumartesi öğlen restorana gittiğimizde, kış uykusundan uyanmış gibi duran ve girişte bizi şüpheli gözlerle süzen garson, aralık bir kapıdan içeri doğru seslenir:
- Metin abi, öğle yemeği servisi kaçta başlıyordu?
(Derinden ve kalın bir ses)
- Birde.
- Peki saat kaç abi?
- Bir.
Böylece garson, bizi içeri almak zorunda kalır.
İçeride, benim yemeklerle ve fiyatlarla ilgili bitip tükenmek bilmeyen sorularıma garson yanıt bulamayınca çareyi yine Metin abiye danışmakta bulur:
- Set menünün fiyatı ne kadar Metin abi?
- Yirmi lira.
Ayşe:
- Peki sadece ana yemek alırsak?
Bıkkın garson uzaklara seslenir:
- Metin abi, sadece ana yemek alırlarsa?
- O zaman iş değişir tabii.
O zaman fiyatın ne olacağına karar verebilecek tek kişi de, tahmin edilebileceği gibi, yine Metin abi.
Sadece uzaklardan gelen bilge sesiyle bile öğle yemeğimizi şenlendiren Metin abiye bir kez daha saygılar.
Tesisteki yemekler çok vasat, tek beğendiğim şey taze ve kıpkırmızı domatesler ve Pazar öğlen girişteki restoranda yediğimiz kiremitte alabalık oldu.
Bizim için en büyük hayalkırıklığı ise otel içindeki yürüyüş parkurlarını kullanamayışımızdı. Otelin çevresinde kısa ve uzun olmak üzere iki yürüyüş parkuru bulunuyor, biz de akşamüstü uzun parkurda ağaçlara baka baka yürürüz diye bir beklenti içindeydik. Yürüyüşe başladıktan bir on dakika kadar sonra ikimizin de kafasının etrafına yaklaşık yirmişer sinek musallat oldu, ben giderim o gider misali, bizimle birlikte onlar da yürüyüşe başladı. Ben hayatımda böyle böcek görmedim, ellerimizi kollarımızı silecek gibi sallayarak hızla yürüyoruz, kafamızı kaldırıp çevreye bile bakamıyoruz; çünkü durduğumuz an böcekler gözümüze giriyor. Acaba bitlendik mi, niye sadece kafamızda dolaşıyor bunlar diye düşünürken, bir de baktık çevredeki herkes aynı dertten muzdarip. Piknik alanına ulaşmıştık ki, dağa doğru uzayıp giden yola daha fazla devam edemeyeceğimizi anladık ve böceklerin muhalefeti sebebiyle gerisin geri otele döndük. Otel civarına gelince böcekler birden kesildi.
Otelin bahçesi de oldukça geniş sayılır. Bahçe içinde termal tesisler dışında, Atatürk köşkü (ki içi rehberle gezilebiliyor, burayı 30 Ağustos'ta gezmemiz hoş bir tesadüf oldu), Yaveran köşkü (mimari olarak daha güzel bir köşk, Osmanlı döneminden kalma; ama gezilmiyor), Sinema cafe (en sevdiğim yerdi, beyaz bir bina, arkasında antik birkaç sütun var, buraların en sosyal yeri sayılır!), Aşıklar Merdiveni denen bir çifte merdiven ve çeşmeler bulunuyor. Çamlık otelin önünde 200 yıllık bir çınarın altında çay-kahve içmek mümkün. Bir de tesis içinde 3 azize isimli kalıntılar olduğu yazılıyordu; ama biz tüm çabamıza rağmen kendilerine rastlayamadık; konuyla ilgili bilgi alabildiğimiz tek kişi de boşuna bu kalıntıları aramamamızı, kalıntıların orman içinde sarp bir tepede bulunduğunu, yürümenin zor olduğunu ve zaten bu kalıntıların gerçekten üç azizeye mi ait olduğunun tartışmalı olduğunu söyleyerek kalıntıları bayağı kötüledi!!
Kısacası, evet, Termal bir kez görülebilir belki, sakin ve huzurlu bir yer; ama özellikle hamam sefasına pek düşkün olmayanlar için biraz sıkıcı. Bir daha mı? Belki bir otuz yıl kadar sonra.karaca arboretum
Pazar öğleden sonra termal tesislerinden ayrılıp tesislerin önünden kalkan minibüslerle Mavi-yeşil yol üzerinde bulunan Karaca Arboretumu'na gittik. Arboretum, canlı ağaç müzesi anlamına geliyor ve içinde 7000'den fazla ağaç türü bulunan Karaca Arboretumu, Türkiye'nin 1., dünyanın ise 14.büyük arboretumu. Hayrettin Karaca'nın evinin de bulunduğu bahçenin bir kısmı, rehber eşliğinde yarım saat kadarlık bir süre boyunca gezdiriliyor. Bizim rehberimiz, arboretumda çalışan yeni mezun bir ziraat mühendisiydi.
Bahçeyi gezerken Engin adeta kendini kaybetti, rehberimiz bile bu işe şaşarak "buraya böyle ilgi gösterenlere fazla rastlamıyoruz" yorumunu yaptı. Meşeyle çınarı bile ayıramayan ben de ağaç bilgimi kendime göre bayağı artırarak Atlantik sedirini tanır hale geldim! Ancak tabii ki, tematik bitkilere daha çok odaklandım: bulut ağacı, oya ağacı, sigara ağacı, kadife Japon çamı gibi adını bile ilk kez duyduğum ağaçlarla daha çok ilgilendim. Bahçenin düzenlemesi güzel, ara ara birkaç sade bina ve çeşitli düzenlemelerle yerleştirilmiş ve neredeyse çoğu künyeli bitkileri görebiliyorsunuz; yanınızdaki rehber de istediğiniz konuda size bilgi veriyor. Üzerinde yürüdüğümüz çimler de bana farklı geldi; süngerimsi, pofuduk bir zemin üzerinde yürüyormuş gibi hissediyorsunuz ve çok huzur verici.
Çıkarken, ağaca ve aslında genel olarak da doğaya hiç değer verilmeyen bu ülkede, kimse pek ilgilenmese de, görkemli ve zevksiz bir malikane yapmak yerine araziyi bu şekilde değerlendirerek bir zenginlik yarattığı için Karaca'yı takdir ettik.
Not: Arboretum, haftasonları rehber eşliğinde ziyarete açık, haftaiçi ise önceden randevu alınarak en az 10 kişilik gruplarla gezilebiliyormuş.
dönüş
Arboretum dönüşü Yürüyen Köşk'ü de ziyaret etmek istiyorduk; ama saat beşi geçtiği için gidemedik. (Yürüyen Köşk, Atatürk'ün Termal tesisleri içindeki köşkü yapılmadan önce kaldığı bir binaymış. İsminin arkasındaki öykü ilginç; evin yanında bulunan bir ağacın çok fazla büyüyüp eve zarar vermesinden ötürü kesilmesini önerenlere karşın Atatürk ağaca dokunulmamasını ve buna karşılık evin temellerinden oynatılarak taşınmasını istemiş; böylece ev 'yürütülmüş'.)
Dönüşte deniz otobüsü saatini, iskele yanındaki bir kır kahvesinde karamelli double magnum eşliğinde bekledik ve gelişimize göre çok daha büyük bir kalabalıkla Kartal'a döndük.
Yalova'yı, daha doğrusu Termal civarını, en fazla bir iki gün geçirilebilecek, yeşil ve sakin bir yer olarak hatırlayacağım.