13/05/09 çarşamba
Gitmeyi çok istediğimiz; ama başka bir şehirde olduğu için zaman ayırıp ayıramayacağımızı önceden kestiremediğimiz Dalí müzesini de sıkışık programımıza dahil etmeye karar verdik. Daha önceden internetten bakıp not ettiğim tren saatlerine göre sabah erkenden Catalunya Express ile yaklaşık iki saatte Figueres’e gidip gelecektik.
Sabah erkenden kalkıp Passeig de Gracia’nın yolunu tuttuk. Burada metronun yanı sıra tren istasyonu da var; çok büyük ve karışık bir istasyon. İçeride bayağı yürüdükten sonra biletimizi alıp treni beklemeye başladık. Bu arada da sandviç ve Actimelden (ilk kez denedim!) oluşan Avrupai kahvaltımızı yaptık. Trenler inanılmaz dakik, temiz ve modern; bu güzel demiryolu ağı bütün İspanya’yı baştan sona sarıyor. Medeniyet böyle bir şey diye aklımızdan geçirip arada biraz da uyuklayarak keyifli bir yolculuk yaptık. Yolda çok güzel bir Ortaçağ kasabası olduğunu duyduğumuz ancak yine zamansızlıktan duramadığımız Girona’nın da dışından geçtik, birkaç binasını görebildik. Saat 10:09’da (şaşmadı) Figueres’e vardık.
Figueres küçücük bir kasaba; ama burada da minik bir meydan ve Ramblas caddesi var! Aslında başka hiçbir dikkat çeken özelliği olmayan bu kasabayı Dalí meşhur etmiş; her gün akın akın turistin ziyaret ettiği ünlü müzesini bu şehirde kurarak doğduğu şehre başka kimsenin yapamayacağı bir iyilik yapmış.
15 dakika kadar yürüdükten sonra Dalí Müzesi’ne (Teatre-Museu Dalí) vardık. İşte beklediğimiz görüntü: Koyu kırmızı bir bina, bir kule, binanın çatısında dizili yumurtalar (yumurtanın kusursuz şekline bir övgü gibi adeta), cam küre ve duvarı kaplayan ekmeğimsi nesneler! Fazla kuyruk yoktu, hemen içeri girdik.
Müze eski bir tiyatro binasından dönüştürülmüş ve Dalí’den bekleneceği üzere “bir acayip”. Bu müzeyi gezerken, daha önce İstanbul’daki SSM Dalí sergisini ziyaret etmiş olduğum için bir kez daha sevindim; çünkü bu sergi Dalí’yi yeni öğrenen biri için çok kapsayıcı ve bilgilendiriciydi. Figueres’teki müze ise düzenleme olarak biraz daha karışık ve eserler üzerine çok detaylı bir bilgilendirme yok; bu yüzden Dalí’yi ve eserlerini hiç tanımayan biri gezerken zorlanabilir diye düşündüm. (Tavsiye-3: Müze girişinde parayla satılan küçük kitapçık bize çok yardımcı oldu.) Benim müzede en beğendiğim yerler, tiyatronun taş duvarlarla çevrili iç avlusu (ki orta kısımda içinde sulanan yeşilliklerle dolu bir siyah Cadillac, üzerinde bir heykel ve heykelin çektiği modern bir kayık yer alıyor!) ve ana tiyatro salonuydu (tepesi gökkubbeli, her bir köşesinde Dalí’nin eserleri var). Bir odada da bir mercekten bakıldığında Mae West’in yüzünü oluşturan ilginç mobilyalar yer alıyordu.
Çıkışta ayaküstü bir şeyler yiyip biraz hediyelik eşya aldık: Dalí’nin tasarladığı dudaklı parfüm şişelerinin minik versiyonları ve yine Dalí’yle özdeşleşen yumurtalar. Unutmadan- zaten unutmak mümkün değil- Dalí müzesinin ikinci bir kısmı var ve buraya az bir fark ödeyerek müze biletine ilaveten ikinci bir bilet alarak girilebiliyor; ancak nedense biz gezerken ana müze ziyaretçilerinin neredeyse hiçbiri buraya rağbet göstermedi. Dalí-Joies adlı bu müzede Dalí tarafından tasarlanan ve bir ustayla birlikte yapılan mücevherler sergileniyor. On parmağında kaç marifet olduğunu çözemediğim Dalí, kuyumculuk konusunda döktürmüş. Gerek kendisiyle özdeşleşen figürlerin mücevherlere uyarlanması (uzun bacaklı fil, eriyen saat vs.), gerekse de orijinal bazı mücevherler (mesela gerçekten pıt pıt atan yakuttan bir kalp!) ve bunlara ait çizimleri çok beğendim. Hepsi incecik işlenmiş parçalar göz alıcıydı. Müzede üst kata çıkarken karşılıklı yerleştirilen aynaları da çok sevdik; burada bir sürü sonsuza giden ayşe-engin fotoğrafı çektik.
Dönüşte tren garına doğru yürürken Barselona’da varlığını pek hissetmediğimiz siesta’nın tam olarak ne anlama geldiğini anladık. Bu küçücük kasabada, özellikle müzeden uzaklaştıkça yollar boşaldı, açık tek bir dükkan kalmadı. İstasyonda biraz bekledikten sonra sabah geldiğimiz Catalunya Express’i yakalayarak dönüş yoluna çıktık. Anons sesi “Prossima Parada.. Barcelona”yı duyana kadar, bir adamın bir şehri nasıl etkileyebildiğini, hem Gaudi-Barselona hem de Dalí-Figueres örneklerinden yola çıkarak tekrar tekrar düşündüm ve bir kez daha bu isimleri takdir ettim.
Dönüşte yine otele uğradıktan sonra (sürekli bunu tekrarlamamın sebebi, merkezi bir otelde kalmanın ne büyük bir nimet olduğunu her fırsatta, özellikle ayaklarımıza kara sular inmişken anlamamızdandır) otobüsle limana indik. Moll denilen dalgakıran benzeri çıkıntıların birinde MareMagnum adında güzel bir alışveriş merkezi var, tipik bir marina alışveriş mekanı; sade dekor, az sayıda ve şık dükkanlar. Hemen yanındaki Akvaryum bir sonraki durağımızdı. Özellikle Engin burayı çok beğendi. Ben ise daha “tematik” balıklara odaklandım, Picasso balığı (daha ismini okumadan “Bu balığı Picasso çok severdi” dediğimi de belirteyim), dolunay balığı (aslında başka bir adı var da denizciler deniz altında bu balık parıldadığında dolunaya benzetiyorlarmış) ve tabii ki çok sevdiğimiz deniz atı. Bir de gitar balığı vardı; ancak ne yalan söyleyeyim neden gitara benzetildiğini anlayamadım. Bir de buradaki muhteşem mürenleri görünce, Tepe Nautilius’taki minicik akvaryuma hapsedilmiş ve neredeyse hiç hareket etmeyen mürenlere çok acıdım. Çıkışta MareMagnum’da biraz gezindik ve bu arada muradımıza ererek bir adet El Gran Tabu satın aldık. Mağazalarda dolanırken akşam rezervasyonumuz için (ki kendisi Barceloneta’da yer alan Agua adlı bir restorandı) geç kaldığımızı fark ettik. Bir süre yürüsek de yine elimizdeki haritanın azizliğine uğrayıp yanlış bir yola sapınca metronun da kapanma saati yaklaştığından, yemeği otele yakın başka bir yerde yemeğe karar verdik.
Kendimize sevgili Casa Batlló’nun tam karşısındaki Tapa Tapa’yı seçtik. Minicik tabaklarda gelen ve hepsi lezzetli tapalardan bazıları: arroz negre amb sipia (mürekkep balıklı siyah risotto), ızgara kalamar, armutlu ördek, paella, flor de carbassó amb mozarella (yani bayıldığım kabak çiçeği!!), yine Rioja, sonra da crema catalana ve coulant de xolcolata calenta diye bir tatlı. Yemekler çok güzeldi, manzaramız ise süperdi (eh, Barselona’da en sevdiğim bina ne de olsa!).
Garsonların aklı ise bir karış havadaydı; çünkü meğer o akşam Barça’nın oynadığı Kral Kupası final maçı varmış. (Not: Dikkat ederseniz şu noktaya kadar, futbolla da özdeşleşmiş bir şehir olan Barselona’da futbolun f’sinden bile bahsetmemiştim; ancak bu noktadan itibaren ben bile pes ediyorum- zira daha sonra olanları anlatmasam olmaz) Futbol fanatiği Katalan garsonlarımız, bir yandan kulaklıktan maçı dinleyerek, gol olunca duvarları yumruklayıp haykırarak, hoşlarına gitmeyen pozisyonlarda mini öfke nöbetleri geçirerek bize servis yapmaya devam ettiler. Biz de ara sıra maçın kaçıncı dakikada olduğunu soruyorduk ki vakitlice kalkıp ortalık karışmadan otele dönebilelim. Maçın galiba 92. dakikasında (Aman Tanrım neler söylüyorum ben) Plaça de Catalunya’dan geçerken maç bitti. Meydanda kurulan dev ekranların başındaki kalabalık Barça’nın zaferiyle sevinçten hoplayıp zıplayamaya, dans etmeye başlarken biz de videolarımızı çekip aralarından otele yürüdük. Otele girerken insanlar ara sokaklardan akın akın Ramblas’ya doğru koşuyordu.
Tabii ki bundan bir onbeş dakika kadar sonra uykuya dalan Engin bunları duymadı ama gece kuşu ben ara sıra camdan Ramblas’daki gelişmeleri takip etmeye devam ettim. Bir iki saat sonra gürültüler iyice arttı. Hınca hınç bir kalabalık, siren sesleri, bağırışlar, coşkulu bir sevinç gösterisi derken birden işin rengi değişti. Bir anda kalabalık ara sokaklara doğru çil yavrusu gibi dağıldı ve şen şakrak görmeye alıştığım Ramblas’da sıra halinde yürüyen polisler ve panzerler göründü. Kovalamacalar, silah sesleri (belki de silah değil mantar tabancası gibi bir şeydi), bir karambol, bir kaos. Ben dehşet içinde odada dolanırken bir yandan da Engin’e gelişmeleri canlı canlı aktarıyordum; ancak bunlar bile onu uyandırmaya yetmedi! Böylece gecenin heyecanını kendi kendime yaşamak zorunda kaldım (Çok uyuyanlar neler kaçırıyor bu da kayıtlara geçsin lütfen!). Camdan uzak dursam da bir yandan bavul hazırlarken bir yandan da merakıma yenilip ara sıra izlemeye devam ettim; böylece olaylar birkaç saat daha sürdü. Ertesi gün duyduk ki galiba olaylarda bir kişi ölmüş. Velhasıl, futbol bünyelere zararlı; her şeyi tadında bırakmak lazım, ortalık resmen savaş alanına döndü!
--> Barcelona beşinci gün
Gitmeyi çok istediğimiz; ama başka bir şehirde olduğu için zaman ayırıp ayıramayacağımızı önceden kestiremediğimiz Dalí müzesini de sıkışık programımıza dahil etmeye karar verdik. Daha önceden internetten bakıp not ettiğim tren saatlerine göre sabah erkenden Catalunya Express ile yaklaşık iki saatte Figueres’e gidip gelecektik.
Sabah erkenden kalkıp Passeig de Gracia’nın yolunu tuttuk. Burada metronun yanı sıra tren istasyonu da var; çok büyük ve karışık bir istasyon. İçeride bayağı yürüdükten sonra biletimizi alıp treni beklemeye başladık. Bu arada da sandviç ve Actimelden (ilk kez denedim!) oluşan Avrupai kahvaltımızı yaptık. Trenler inanılmaz dakik, temiz ve modern; bu güzel demiryolu ağı bütün İspanya’yı baştan sona sarıyor. Medeniyet böyle bir şey diye aklımızdan geçirip arada biraz da uyuklayarak keyifli bir yolculuk yaptık. Yolda çok güzel bir Ortaçağ kasabası olduğunu duyduğumuz ancak yine zamansızlıktan duramadığımız Girona’nın da dışından geçtik, birkaç binasını görebildik. Saat 10:09’da (şaşmadı) Figueres’e vardık.
Figueres küçücük bir kasaba; ama burada da minik bir meydan ve Ramblas caddesi var! Aslında başka hiçbir dikkat çeken özelliği olmayan bu kasabayı Dalí meşhur etmiş; her gün akın akın turistin ziyaret ettiği ünlü müzesini bu şehirde kurarak doğduğu şehre başka kimsenin yapamayacağı bir iyilik yapmış.
15 dakika kadar yürüdükten sonra Dalí Müzesi’ne (Teatre-Museu Dalí) vardık. İşte beklediğimiz görüntü: Koyu kırmızı bir bina, bir kule, binanın çatısında dizili yumurtalar (yumurtanın kusursuz şekline bir övgü gibi adeta), cam küre ve duvarı kaplayan ekmeğimsi nesneler! Fazla kuyruk yoktu, hemen içeri girdik.
Müze eski bir tiyatro binasından dönüştürülmüş ve Dalí’den bekleneceği üzere “bir acayip”. Bu müzeyi gezerken, daha önce İstanbul’daki SSM Dalí sergisini ziyaret etmiş olduğum için bir kez daha sevindim; çünkü bu sergi Dalí’yi yeni öğrenen biri için çok kapsayıcı ve bilgilendiriciydi. Figueres’teki müze ise düzenleme olarak biraz daha karışık ve eserler üzerine çok detaylı bir bilgilendirme yok; bu yüzden Dalí’yi ve eserlerini hiç tanımayan biri gezerken zorlanabilir diye düşündüm. (Tavsiye-3: Müze girişinde parayla satılan küçük kitapçık bize çok yardımcı oldu.) Benim müzede en beğendiğim yerler, tiyatronun taş duvarlarla çevrili iç avlusu (ki orta kısımda içinde sulanan yeşilliklerle dolu bir siyah Cadillac, üzerinde bir heykel ve heykelin çektiği modern bir kayık yer alıyor!) ve ana tiyatro salonuydu (tepesi gökkubbeli, her bir köşesinde Dalí’nin eserleri var). Bir odada da bir mercekten bakıldığında Mae West’in yüzünü oluşturan ilginç mobilyalar yer alıyordu.
Çıkışta ayaküstü bir şeyler yiyip biraz hediyelik eşya aldık: Dalí’nin tasarladığı dudaklı parfüm şişelerinin minik versiyonları ve yine Dalí’yle özdeşleşen yumurtalar. Unutmadan- zaten unutmak mümkün değil- Dalí müzesinin ikinci bir kısmı var ve buraya az bir fark ödeyerek müze biletine ilaveten ikinci bir bilet alarak girilebiliyor; ancak nedense biz gezerken ana müze ziyaretçilerinin neredeyse hiçbiri buraya rağbet göstermedi. Dalí-Joies adlı bu müzede Dalí tarafından tasarlanan ve bir ustayla birlikte yapılan mücevherler sergileniyor. On parmağında kaç marifet olduğunu çözemediğim Dalí, kuyumculuk konusunda döktürmüş. Gerek kendisiyle özdeşleşen figürlerin mücevherlere uyarlanması (uzun bacaklı fil, eriyen saat vs.), gerekse de orijinal bazı mücevherler (mesela gerçekten pıt pıt atan yakuttan bir kalp!) ve bunlara ait çizimleri çok beğendim. Hepsi incecik işlenmiş parçalar göz alıcıydı. Müzede üst kata çıkarken karşılıklı yerleştirilen aynaları da çok sevdik; burada bir sürü sonsuza giden ayşe-engin fotoğrafı çektik.
Dönüşte tren garına doğru yürürken Barselona’da varlığını pek hissetmediğimiz siesta’nın tam olarak ne anlama geldiğini anladık. Bu küçücük kasabada, özellikle müzeden uzaklaştıkça yollar boşaldı, açık tek bir dükkan kalmadı. İstasyonda biraz bekledikten sonra sabah geldiğimiz Catalunya Express’i yakalayarak dönüş yoluna çıktık. Anons sesi “Prossima Parada.. Barcelona”yı duyana kadar, bir adamın bir şehri nasıl etkileyebildiğini, hem Gaudi-Barselona hem de Dalí-Figueres örneklerinden yola çıkarak tekrar tekrar düşündüm ve bir kez daha bu isimleri takdir ettim.
Dönüşte yine otele uğradıktan sonra (sürekli bunu tekrarlamamın sebebi, merkezi bir otelde kalmanın ne büyük bir nimet olduğunu her fırsatta, özellikle ayaklarımıza kara sular inmişken anlamamızdandır) otobüsle limana indik. Moll denilen dalgakıran benzeri çıkıntıların birinde MareMagnum adında güzel bir alışveriş merkezi var, tipik bir marina alışveriş mekanı; sade dekor, az sayıda ve şık dükkanlar. Hemen yanındaki Akvaryum bir sonraki durağımızdı. Özellikle Engin burayı çok beğendi. Ben ise daha “tematik” balıklara odaklandım, Picasso balığı (daha ismini okumadan “Bu balığı Picasso çok severdi” dediğimi de belirteyim), dolunay balığı (aslında başka bir adı var da denizciler deniz altında bu balık parıldadığında dolunaya benzetiyorlarmış) ve tabii ki çok sevdiğimiz deniz atı. Bir de gitar balığı vardı; ancak ne yalan söyleyeyim neden gitara benzetildiğini anlayamadım. Bir de buradaki muhteşem mürenleri görünce, Tepe Nautilius’taki minicik akvaryuma hapsedilmiş ve neredeyse hiç hareket etmeyen mürenlere çok acıdım. Çıkışta MareMagnum’da biraz gezindik ve bu arada muradımıza ererek bir adet El Gran Tabu satın aldık. Mağazalarda dolanırken akşam rezervasyonumuz için (ki kendisi Barceloneta’da yer alan Agua adlı bir restorandı) geç kaldığımızı fark ettik. Bir süre yürüsek de yine elimizdeki haritanın azizliğine uğrayıp yanlış bir yola sapınca metronun da kapanma saati yaklaştığından, yemeği otele yakın başka bir yerde yemeğe karar verdik.
Kendimize sevgili Casa Batlló’nun tam karşısındaki Tapa Tapa’yı seçtik. Minicik tabaklarda gelen ve hepsi lezzetli tapalardan bazıları: arroz negre amb sipia (mürekkep balıklı siyah risotto), ızgara kalamar, armutlu ördek, paella, flor de carbassó amb mozarella (yani bayıldığım kabak çiçeği!!), yine Rioja, sonra da crema catalana ve coulant de xolcolata calenta diye bir tatlı. Yemekler çok güzeldi, manzaramız ise süperdi (eh, Barselona’da en sevdiğim bina ne de olsa!).
Garsonların aklı ise bir karış havadaydı; çünkü meğer o akşam Barça’nın oynadığı Kral Kupası final maçı varmış. (Not: Dikkat ederseniz şu noktaya kadar, futbolla da özdeşleşmiş bir şehir olan Barselona’da futbolun f’sinden bile bahsetmemiştim; ancak bu noktadan itibaren ben bile pes ediyorum- zira daha sonra olanları anlatmasam olmaz) Futbol fanatiği Katalan garsonlarımız, bir yandan kulaklıktan maçı dinleyerek, gol olunca duvarları yumruklayıp haykırarak, hoşlarına gitmeyen pozisyonlarda mini öfke nöbetleri geçirerek bize servis yapmaya devam ettiler. Biz de ara sıra maçın kaçıncı dakikada olduğunu soruyorduk ki vakitlice kalkıp ortalık karışmadan otele dönebilelim. Maçın galiba 92. dakikasında (Aman Tanrım neler söylüyorum ben) Plaça de Catalunya’dan geçerken maç bitti. Meydanda kurulan dev ekranların başındaki kalabalık Barça’nın zaferiyle sevinçten hoplayıp zıplayamaya, dans etmeye başlarken biz de videolarımızı çekip aralarından otele yürüdük. Otele girerken insanlar ara sokaklardan akın akın Ramblas’ya doğru koşuyordu.
Tabii ki bundan bir onbeş dakika kadar sonra uykuya dalan Engin bunları duymadı ama gece kuşu ben ara sıra camdan Ramblas’daki gelişmeleri takip etmeye devam ettim. Bir iki saat sonra gürültüler iyice arttı. Hınca hınç bir kalabalık, siren sesleri, bağırışlar, coşkulu bir sevinç gösterisi derken birden işin rengi değişti. Bir anda kalabalık ara sokaklara doğru çil yavrusu gibi dağıldı ve şen şakrak görmeye alıştığım Ramblas’da sıra halinde yürüyen polisler ve panzerler göründü. Kovalamacalar, silah sesleri (belki de silah değil mantar tabancası gibi bir şeydi), bir karambol, bir kaos. Ben dehşet içinde odada dolanırken bir yandan da Engin’e gelişmeleri canlı canlı aktarıyordum; ancak bunlar bile onu uyandırmaya yetmedi! Böylece gecenin heyecanını kendi kendime yaşamak zorunda kaldım (Çok uyuyanlar neler kaçırıyor bu da kayıtlara geçsin lütfen!). Camdan uzak dursam da bir yandan bavul hazırlarken bir yandan da merakıma yenilip ara sıra izlemeye devam ettim; böylece olaylar birkaç saat daha sürdü. Ertesi gün duyduk ki galiba olaylarda bir kişi ölmüş. Velhasıl, futbol bünyelere zararlı; her şeyi tadında bırakmak lazım, ortalık resmen savaş alanına döndü!
--> Barcelona beşinci gün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder