27.09.2009

kuzey ege gezisi

18-22 Eylül 2009

Neredeyse her tatilin öncesinde olduğu gibi, bu Şeker Bayramına doğru da kafamın içinde yeni bir seyahat için düşünce baloncukları oluşmaya başladı yavaş yavaş. Benim daha önce hiç ayak basmadığım, Engin'in ise bazı yerlere gitse de hiç hatırlamadığı Kuzey Ege civarını hedef olarak belirledik. Normalde çok tercih etmememize rağmen, tatilin kısa oluşu ve bu bölgeyi ikimizin de bilmemesi sebebiyle, bizim için bir keşif turu olacak bu geziye turla gitmeye karar verdik. Vip Turizm firmasıyla, çoğunlukla otobüste geçireceğimiz dört günlük gezimiz için cuma geceyarısına doğru İstanbul’dan yola çıktık. Güzergahımız, Ayvalık merkezde kalmak üzere, Ayvalık ve çevresi, Bergama, Kazdağları, Assos ve Çanakkale olacaktı.

yollarda

Sabah saatlerinde Burhaniye-Ören’deki bir otelin önünde durduğumuzda, bütün gecenin yol yorgunluğu ve sabah mahmurluğuyla karışık küçük çapta bir şaşkınlık geçirdik; çünkü kayıt yaptırdığımız programa göre konaklama Burhaniye’de değil, Ayvalık’ta olmalıydı! Öğrendik ki, çoğunluğun tercihine göre otel değiştirilmiş ve nedense bize konuyla ilgili bilgi verilmemişti. Turla geziye çıkmanın ilk cilvesini böylece yaşadık; ama zaten gezi esnasında otel ve yatak yüzü görmeyeceğimize kendimizi hazırladığımızdan olacak, çok üstünde durmadık. (Not: Zaten otel Ayvalık’a uzak olmasının yanı sıra, kötü kokuyordu ve çok temiz değildi; tüm grubun şikayetçi olması üzerine aynı akşam Ayvalık-Sarımsaklı’da başka bir otele transfer olduk ve böylece otel konusunda nispeten muradımıza erdik!)

Kır kahvaltısı

Geziye başlangıç noktamız, Akçay yakınlarındaki Volki isimli bir işletmede yaptığımız kır kahvaltısı (eh, bir şey nasıl başlandıysa öyle gidermiş; biz de gezi sonuna kadar aynı şekilde tam gaz yemeğe devam ettik!). Temiz hava, zeytinler, peynirler, domatesler ve pişi (kızarmış mayalı hamur).. Ortamda bir çiftlik havası var: etrafta dolaşan kazlar, kedi, köpek, tavuk, tavşan, dahası bir at ve bir eşek, ne ararsanız..

Kahvaltıdan sonra Kazdağlarının eteğinde Tahtakuşlar isimli bir köydeki aynı isimli özel müzeyi ziyaret ettik. Müze, Köy Enstitüsü mezunu Alibey Kudar ve ailesinin kendi çabalarıyla kurup yıllar içinde genişlettikleri bir köy-etnografya müzesi. Müzede ağırlıklı olarak Yörük kültürünü yansıtan objeler, Türkmen çadırları, 40’lı 50’li yıllara ait toplanmış antika eşyalar, eski kitaplar, Köy Enstitüsü mezunlarının bizzat yaptığı aletler ve bütün bunların yanısıra içi doldurulmuş dev bir Caretta-Caretta var.

kazdağları.. ormanın içinde..

safari ve yanık ense!

Sırada günün olayı var: Kazdağlarını keşfetmek için daha küçük bir grupla jiple safari turuna çıkıyoruz. Bizim bindiğimiz jip, İkinci Dünya Savaşı filmlerinden fırlamış gibi; bayağı külüstür, kapıları şiddetli bir gürültüyle kapanıyor, üstü açık, motoru gürültülü. Aralarda mola vererek dağda ilerlemeye başlıyoruz. Şoförümüz, fazla konuşmayan; ama çevreyi iyi tanıdığı belli olan, iri yarı, haki giysili, yanık enseli bir adam. 4-5 jiplik grupta, her moladan sonra öne geçme, ilk yola çıkan jip olma savaşı veriyoruz ki dağlardaki yabani hayvanları görme şansımız yüksek olsun. Arkadan gelenlerin, ilk jipin motor sesinden ürküp uzaklaşan hayvanları görme şansı kalmıyor.

Rehberler bu dağlarda ayı, yaban domuzu, vaşak ve karacaların yaşadığını söylüyor. Biz de yol boyu pür dikkat etrafa bakınıyoruz; ama gelen geçen yok. Hava rüzgarlı ve bol oksijenli (Kazdağları dünyanın 2. büyük oksijen deposuymuş zaten); burun deliklerimiz açılıyor, temiz havanın etkisiyle biraz sersemliyoruz. Aramızda konuşarak ilerlerken, yanık enseli şoför, birden elini havaya kaldırarak kesin bir ifadeyle “Susun!” diyor ve motoru kapatıyor, “İşte orada..” İşaret ettiği tepede, bir karaca durmuş, gözlerini bize dikmiş aşağıya bakıyor, yanında yavrusu. Yavruyu kaçırıyorum; ama karacayı fotoğraflamayı başarak turun fotoğrafçısı seçiliyorum :) Bundan sonra biz dahil hiç kimse sincap dışında bir hayvan göremiyor. Yanık enseli şoför, hayvanların gündüz dinlendiğini; ama akşamları avlanmaya çıktıkları için çok rahat görülebileceğini söyleyince grupta geziyi gece karanlıkta da tekrarlama fikri uçuşuyor; ama ne yazık ki zindelik ve cesaret seviyemiz bu fikri hayata geçirmeye yetecek düzeyde değil..

karacam!

Bu bölgede Ağlayan Çam isimli efsanevi bir ağaç var; gövdesinden saf su akıttığı ve çevresindeki diğer ağaçlardan çok uzun süre yaşadığı için bu isim verilmiş. Daha sonra Şahin Deresi Kanyonu’nun çevresinden dolaşıyoruz, uçurum kenarında müthiş manzaralar var. Kanyonun alt taraflarına doğru iniyoruz, burada derme çatma bir tesiste (!) bize çok lezzetli gelen bir öğle yemeği yiyip çevredeki kartpostaldan fırlamış gibi duran pınarlar, kayalıklar, su birikintileri arasında yürüyüşler yapıyoruz. Dönüşte hava buz gibi, esen rüzgara polarlar, rüzgarlıklar, kapüşonlar yetmiyor. Dağlardan inip Altınoluk üzerinden geri dönüyoruz. Akşama uzun ve güzel bir uyku bizi bekliyor..

ayvalık adalar tekne turu

Kalabalık tekne turlarından oldum olası hoşlanmam, ikinci gün çıktığımız Ayvalık çevresi turu da buna bir istisna olmuyor. Molalarda denize girenler olsa da, hava rüzgarlı olduğu için biz hiç tenezzül etmiyoruz, iğrenç müzikler çalıp ortamın huzurunu bozan vıcık vıcık animatörden de uzak duruyoruz.

Ayvalık ve çevresinde, en büyüğü Cunda (Alibey) olan 24 tane irili ufaklı ada var. Biz de denize girmek yerine çevreyi izliyoruz. Yemeğimiz, Ayvalık civarının meşhur balığı papalina; sardalyaya benzer, küçük bir balık. Bir ara masaya koca burunlu beyaz saçlı bir adam oturuyor, meğer teknenin Girit asıllı kaptanıymış. Komik bir şivesi var, biraz sohbet ediyoruz. Kaptan, yanımızdaki başka bir tekneyle dalga geçiyor; tekne iyi demirleyememiş, rüzgarda sürükleniyor ama içindekiler farkında değil. Yüzerek kıyıya çıkmış olan yolcuların kumsal romantizminin, teknenin gözden uzaklaşmasıyla birlikte ani bir panik ve el sallamalara dönüşmesini gülerek izliyoruz.

işte gerçek bir ada: cunda!

Tarçınlı lokma

Tekne bizi Cunda Adası’na bırakıyor. İşte gezinin en hoşuma giden yerlerinden biri! Burası gerçek bir ada, kendine özgü bir karakteri var: arnavut kaldırımlar, taş Rum evleri ve ta iskeleden yolcuları karşılayan lokma kokusu. Biraz yürüyüp virane haldeki Taksiyarhis Kilisesi’ne ve birkaç kiliseye dışardan bakıyoruz. Sokaklarda yürümek ve çevredeki rengarenk evlere, yüksek pencerelere, değişik kapılara bakmak insana mutluluk veriyor. Öyle ki hızımızı alamayıp ertesi gün programda olan Foça’ya gitmek yerine gruptan ayrılıp Cunda’yı bir kez daha ziyaret ediyoruz.

Bay Nihat'ta soframız

Adada en hakim lezzet, damla sakızı -hatta Bay Nihat’ta damla sakızlı ahtapot bile yapıyorlar! İki gün boyunca adada yiyip içtiklerimizi saymak gerekirse: damla sakızlı dondurma, yüksek tavanlı ve renkli camlı ünlü Taş Kahve’de damla sakızlı Türk kahvesi, damla sakızlı muhallebi, tarçınlı lokma, zeytinli dondurma (ilginç bir lezzet, benim hoşuma gitti). Bay Nihat’ta bir öğle yemeğini de araya sıkıştırıyoruz. Mezelerden takılıyoruz: girit ezmesi (ama fıstıklı değil, badem ve fındıklı), fener kavurma, kalamar dolma, fırında kaşarlı kidonya (kabuklu, tarak benzeri bir canlı), karışık otlar (hardal-sirgen ve istifno), salatalar ve sakızlı muhallebi. Üzerine karanfil serpilmiş isli keçi peyniri de hoşuma gitti. Mezeler iyi hoş da, fiyatlar bayağı pahalı, balık yemememize ve küçük şaraba rağmen iki kişi 115 lira ödüyoruz.

şu şeytan işini biliyormuş..

Güneşi Şeytan Sofrası’nda batırıyoruz. Burası bir tepe, yakın zamanda sanırım arka tarafı yanmış. Şeytanın ayak izi denilen kafes içindeki ize şöyle bir bakıp hemen manzaraya koşuyoruz. Ayvalık ve adalar ayaklarımızın altında, müthiş bir manzara. Ortamda yüzlerce kişi var, dolayısıyla neredeyse her salise fotoğraf çekiliyor burada. Başkalarının verdiği kimi komik kimi artistik pozları izlemek de insanı güldürüyor.
sarımsaklı

Otelimiz (Billurcu Otel), Ayvalık’ın biraz dışında yer alan ve plajıyla ünlü Sarımsaklı’da. (Otelin en büyük eksisi televizyonda NTV’nin çıkmamasıydı; böylece Eurobasket finalleri bizim için hayal oldu!) Hava muhalefetinden ve programımızın yoğunluğundan ötürü Sarımsaklı’da denize giremedik; ama akşamları Sarımsaklı’nın merkezinde biraz yürüyerek Lunapark, pazar yeri ve dondurmacılardan oluşan o pek canlı gece hayatına (!) tanıklık etme şansı bulduk.

tepelerde bir şehir: pergamon - bergama

Bu gezide Müzekart’larımızı tepe tepe kullanma fırsatını buluyoruz. İlk ziyaret ettiğimiz antik şehir, Ayvalık’a bir saat kadar bir mesafede bulunan Bergama ilçesindeki Pergamon şehri. Şehir, deniz kenarına değil, tepeye kurulmuş. Ben burada yaşayamazdım herhalde; çünkü şehir feci esiyor! En tepe noktasında Trajan tapınağından kalma güzel korint sütunlar var. Kemerli bir geçit neredeyse hiç bozulmadan kalmış. En etkileyici yer, tabii ki, dimdik tiyatrosu. Sanırım dünyanın en dik tiyatrosuymuş burası; tiyatronun yanı sıra müthiş bir manzara da seyrediyormuş seyirciler.. Çıkarken rehber bir ağacı gösteriyor, ‘ee ağaç işte, önünde sadece birkaç basamak var?’ diye geçiriyoruz içimizden. Meğer burası Zeus Sunağının bulunduğu yermiş; dev bir bina olan sunak şu an Berlin’de Pergamon(!) isimli müzede bulunuyor. Bizim payımıza da bu basamaklar ve yalnız ağaç düşmüş. Müze girişindeki tabelada yazılanlar ise insanı acı acı gülümsetiyor.

Zeus Sunağı'nın başına gelenler ve aklı başına sonradan gelenler!

Bergama’ya yakın bir başka gezi noktası, Asklepion. Burası dünyanın en eski hastanesi-tedavi merkezi denilebilir; kapısında yılanlı bir küçük anıt da var. Buraya gelen hastalar, içeriye girmeden önce uzunca bir yoldan (stoa) yürüyorlarmış ve böylece doktorlar hastanın yürüyüşünü uzaktan izleyerek ilk incelemelerini yapıyormuş. Ümitsiz durumdaki hastaların buraya kabul edilme şansı zaten yokmuş. Hastalar, su sesi, uyku, müzik ve çamur banyosu gibi metotlarla tedavi ediliyormuş. Freud’dan binlerce yıl önce insanların uyutulup rüyalarının analiz edildiği uyku odaları özellikle ilgimi çekti.

Bergama’ya yakın bir başka tarihi mekana, orijini eski bir Mısır tapınağı olan ve daha sonra önemli bir Hristiyan kilisesi olarak işlev görmüş Kızıl Avlu’ya da uğradıktan sonra turdan ayrılıp bağımsızlığımızı ilan ediyoruz. Programda olmayan Bergama Müzesi’ni gezmeyi planlıyoruz.. ki bir ayrıntıyı atladığımızı kapıda fark ediyoruz: bu gün bayram da olsa, sonuçta bir pazartesi! Müzenin bekçisi hangi koşulda olursa olsun pazartesileri tüm Türkiye’de müzelerin kapalı olduğunu bilmiş bir tavırla belirtiyor. Bir tatil günü müzelerin kapalı olmasını aklımız almamasına rağmen, müzelerin tam bir devlet dairesi mantığında işletildiğini bir kez daha anlayarak boynumuz bükük, kapıdan geri dönüyoruz.

Bergama’da müzeler dışında bizim ilgimizi çeken fazla bir şey yok. Bu yüzden fazla zaman kaybetmeden 1.5 saatlik bir yolda balık istifi dolmuş bir minibüsle Ayvalık’ın yolunu tutuyoruz ve kendimize Cunda Adası ile Ayvalık’ın arka sokaklarını keşfetmek için ekstra zaman yaratıyoruz...

ayvalık

Marina ve deniz kenarında yürürken Ayvalık bana biraz Karşıyaka’yı hatırlattı. Arkalarda ise uzun bacaları olan binalar görülüyor, bunlar zeytinyağı fabrikalarıymış. Aralarda rengarenk taş evler karşınıza çıkıyor, özellikle iç kısımlarda.

Ayvalık’ın arka sokaklarında kiliseden bozma birkaç cami var (Saatli Cami, Çınarlı Cami vs.) Bir de haritada rastlayıp yakından da görmek istediğimiz Ayazma isimli bir yapı var ki bulunduğu yer, Barbaros Caddesi. Ama yürürken şaşarak fark ediyoruz ki, o bölgedeki neredeyse tüm caddelerin ismi Barbaros Caddesi! Neyse, tesadüfen harabe halindeki Ayazma’yı buluyoruz ama Ayazma’dan çok, ışıksız ortam ve temiz havadan dolayı gökyüzünde müthiş bir görüntü oluşturan çok fazla sayıdaki yıldız ilgimizi çekiyor.. Yıldızları seyredip bir Ayvalık tostuyla akşamımızı tamamlamak üzere deniz kenarına geri dönüyoruz.

adatepe ve gezinin en süper manzarası: zeus altarı!

Dönüş yolculuğumuzdaki rota, Edremit Körfezi ve Çanakkale’de çeşitli uğrak noktaları. İlk durak, Adatepe köyü. Burası taş evlerden oluşan bir Rum yerleşimi; ama mübadeleden sonra terkedilmiş. Köy, 1990’arda SİT alanı ilan ediliyor ve içindeki binalar bazı entellektüellerce restore edilerek şu anki haline getiriliyor.

Köyü uzaktan gören bir yoldan yürüyerek Zeus Altarı’na ulaşıyoruz. (Engin gezi boyunca sürekli olarak kendisi için gezinin doruk noktasını belirledi ve güncelledi: önce Kazdağları'nı, sonra Cunda'yı seçti; ama burayı görünce kesin kararını verdi: evet, en güzel nokta kesinlikle Zeus Altarı!) Burası, Gargaros ismiyle de anılan ve Zeus’un Truva savaşlarını izlediğine inanılan yer. Burası bir tepe ve merdivenle en üst noktasına çıkıldığında burada sadece sunağımsı bir taş kalıntı var; ama en önemlisi, neredeyse koy koy Edremit Körfezi’ni ve arkalarda Yunan adalarını gören, puslu, nefes kesen manzarası insanı kendine hayran bırakıyor.

Adatepe’de bir yere daha uğruyoruz: Adatepe Zeytinyağı Müzesi. Müze olarak, sadece eski bazı gereçler, şişeler, teneke kaplar vs. olsa da zeytin ve zeytine ait ürünlerin satıldığı mağazasının altını üstüne getiriyoruz. Engin özellikle kesme zeytine vuruluyor, ganimetleri yükleniyoruz..

behramkale-assos.. limon kekikleri içinde..

Assos antik kenti, bir tepe üstüne kurulmuş ve geriye sadece bazı sütun parçaları kalmış. Burada da güzel bir manzara var. Daha sonra aynı tepeye kurulan Behramkale köyü ise konum olarak biraz daha geride ve denizi görmüyor. Behramkale’nin, kıvrıla kıvrıla tepedeki kalesine çıkan ve iki yanında çeşitli şeylerin satıldığı tezgahlar bulunan arnavut kaldırımlı yolları var. Buraya ait olan ve hiç unutamayacağımız lezzet, dağlardan toplanıp satılan limon kekiği! Çok güçlü bir kokusu var, 4 bardağı 1 lira.. (İstanbul’a gelince evdeki normal kekikle karşılaştırdım, kokusu hakikaten muhteşem. Artık her yemeğe bir tutam limon kekiği koyarak yaşamımıza devam edeceğiz galiba!)

Assos’un bir de küçük bir sahili var. Behramkale’den minibüslerle iniliyor buraya. Birkaç balıkçı lokantası, pansiyonlar, küçük dükkanlar ve dondurmacılar var. Buranın lezzeti de waffle. Ama biraz farklı, incecik bir hamuru var, bir dondurma külah kalınlığında veya daha ince ve içine sadece sos ve dondurma koyuluyor. Yine damlasakızlı ve karadutlu dondurmalı wafflelarımızı da bir güzel mideye indiriyoruz.

truva ve çanakkale

Truva, meşhur atıyla bizi karşılıyor. Yakın dönem mahsulü bu atın içine girip, kaydırağın tepesinden annesine bakış fırlatan çocuklar misali dışarıya bakarak fotoğraf çektirmek de mümkün. Truva, eskiden deniz kenarında bir liman kentiymiş, oysa şu an deniz çok uzaklardan görülebiliyor. Eskiden fırtınalara karşı bir sığınak konumunda olmasını simgeleyen kocaman bir yelken bazı kalıntıların üzerini kaplıyor. Aslında Truva nispeten küçük bir şehir; surlar ve surların içinde, girişi üstten olan höyük tarzı evlere ait kalıntılar var burada. Aynı lokasyonda dokuz farklı zaman dilimi üst üste yaşanmış. Truva hazineleri ise, yine yurt dışına dağılmış durumda.

dönüş yolu

Çanakkale’yi sadece uzaktan görerek iskelede uzun bir feribot sırasına giriyoruz. Eceabat’a geçtikten sonra hava kararırken 57.Alay Şehitliği’ni ziyaret ediyoruz (Meşhur anıtı olan şehitlik değil burası). 57.Alay Şehitliği’nde, temsili mezar taşları, bazı anıtlar, heykeller ve yazılar bulunuyor. Atatürk’ün göğsündeki saatinden vurulduğu Conk Bayırı’na da uğrayıp Çanakkale’ye veda ediyoruz.

Tekrar yola çıktığımızda yorgunluktan tükenmişiz, güneş batmış, uyuklamaya başlıyoruz. Aradan zaman geçtikten sonra ışıklı bir yere geldiğimizi fark edip gözlerimizi açıyoruz ki Tekirdağ’daydayız. Saat gecenin 11’i ve geceyarısı yemeği olarak Ali Usta’da tekirdağ köftesi ve piyaz yiyoruz. Üzerine de o civarın tatlısı olduğu söylenen peynir tatlısını (tiftik tiftik, pişmaniye ve helva arası sarı renkli, peynirli değişik bir tatlı) ısmarlamayı ihmal etmiyoruz.

Artık İstanbul’a kadar deliksiz uyuyabiliriz..

Conk Bayırı'nda gün batımı


böylecelikle(!)..

Biraz yorucu, yoğun ama güzel bir keşif gezisi oldu bu. Bir dahaki Ege rotamızı da Bozcaada ve çevresi olarak belirledik, bakalım..

Rehberlerimiz sempatik insanlardı, özellikle Zehra hem esprili hem de bilgi verici güzel anlatımıyla beğenimizi kazandı; arkeoloji mezunu olan diğer rehberimizin ‘entoğrafya’, ‘sütün’, ‘Makadon kralı İskender’, 'istilal' (ihtilal+istila?),‘böylecelikle’ gibi kendine has ifadeleri de bizim için unutulmayacak bir diğer anı oldu!

Son not olarak gezi ganimetlerimizi sayalım: Damla sakızı ve domates reçelleri, bir çuval kadar limon kekiği, damla sakızlı Türk kahvesi, Girit leblebisi (bir çeşit kavrulmuş sarı leblebi, biraz sert ama çok lezzetli), benim favorim domat ve Engin’in favorisi kesik zeytin, zeytin ezmesi, zeytinyağlı sabun ve şampuanlar, Ege baharatları karışımları, saf deniz tuzu.. Bir de Sarımsaklı’da rastladığımız komik bir obje- adeta bir Zihni Sinir porocesi: ipliği iğneye geçirme makinesi!!!