27.08.2011

vogue: manzaraya karşı şık bir akşam yemeği..

Yaz akşamları güzel manzaralı bir yerde şık bir yemek için küçük bir tavsiye..

Vogue, Doors grubunun BJK Plaza'nın çatısında işlettiği ve özel gecelerde gidilebilecek şık bir lokanta. Özellikle yaz geceleri terasın ilk sırasındaki masalarına oturursanız ayaklarınızın altında uzanan ışıl ışıl İstanbul'u hülyalı bir seyre dalıyor, kendinizi şehrin hakimi gibi hissediyorsunuz. Dolmabahçe Sarayı, eski yarımada, Boğaz köprüsü.. hemen aşağıdaysa ışıl ışıl bir gerdanlık gibi kıvrılmış Akaretler..

Terasın çevresi camla kaplı. Bu durum manzarayı biraz kısıtlıyor gibi görünse de çok rüzgarlı gecelerde gerçek bir kurtarıcıya dönüşüyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde ışıklar kırmızıya dönerek farklı bir ambiyans ortaya çıkıyor (efendim, kimileri beğenmese de bence çok güzel!!)

Yemekler elbette pahalı. Burada güzel bir kadeh şarap ve sushi bence yapılabilecek en iyi seçim. Üzerine de hepsi birbirinden lezzetli tatlılardan biri. Benim favorim ise ılık kestaneli kek, yanında hindistancevizli dondurma..


17.08.2011

şirinlerin köyü gibi bir yer: macahel..

- Haftaya tatile çıkıyoruz.
- Aa nereye? Bodrum-Çeşme?
- Artvin’e.
- (kısa duraksama, sonra mantıklı açıklama bulunur) Oralısınız herhalde?
- Yoo, alakası yok. Gezmeye gidiyoruz. Yaylaya.
- Hmm, ne güzel. Rize, Trabzon da var mı? Sümela, Uzungöl?
- Yoo, sadece Artvin’e gidiyoruz. Macahel’e.
- Macahel?
- Evet, seviyoruz biz Karadeniz’i.
- Hmm, ne güzel. (?! Anlaşıldı, başka konu açma zamanı gelmiştir!)

Bu yaz tatile çıkarken kaç kişiyle bu muhabbeti yaptım hatırlamıyorum. Herkesin beni Artvinli sanması komiğime gitti, o yüzden bu yazıya böyle başlamalıyım sanırım. (not: Handecim, senden daha fazla Artvinli sayılırım artık, ne dersin??)

İtalya’dan sonra araya kırk bin tane şey girdi, işler çok yoğundu, falan filan.. Yazamadım, şimdilik bir kenara koydum İtalya’yı. Neyse sonra tatil zamanı geldi, kafa boşaltmaya çok ihtiyaç duyduğum bir dönemde Karadeniz’e attık kendimizi.

“8 tane HES yapılacak, bozulmadan görülmesi gereken bölge..” diye etraftan duya duya Macahel’e gitmeyi geçen sene kafaya koymuştum ben aslında. Macahel, UNESCO’nun 2005 yılında Dünya Biyosfer Rezerv alanı olarak tanımladığı Türkiye’deki ilk ve bildiğim kadarıyla tek bölge. Burası dağlarla çevrili, kapalı, özel bir bölge; Türkiye ve Gürcistan sınırında, yağmur ormanlarına benzeyen yemyeşil, bozulmamış bir vadi. 18 köyden oluşuyor, bunların 12’si Gürcistan, 6’sı Türkiye’de (Camili-Düzenli-Efeler-Kayalar-Maral-Uğur). Bu ayrım, 1920lerdeki bir referandumdan sonra yapılmış, referandumla hangi köylerin Türkiye hangi köylerin Gürcistan tarafında kalacağı belirlenmiş ve bundan sonra da bir nüfus mübadelesi yaşanmış. Ama komşu kültürlerin hepsinde olduğu gibi sonradan yapılma siyasi sınırları unutursak, Macahel'in bu iki kısmında yemeğinden müziğine, dansından diline her şey ortak.

Kayboldum yeşillerin arasında

Macahel’i özel yapan en temel özellik, ulaşımın zor olması. Burası kışın 6 ay kar altında ve bağlı olduğu Borçka’yla her türlü ilişkisi kesiliyor. Yaşam zor, ulaşım zor, işte belki de bu yüzden insanları neşeli ve hayata karşı sabırlı, doğası da bozulmamış. Burada Kafkas arısı denen özel bir arı türü yaşıyor; kapalı bir bölge oluşundan dolayı bu saf bir ırk ve ürettiği bal, Macahel’in en önemli gelir kaynaklarından biri. Buraya yol gelmesi durumunda etkilerinin nasıl olacağını tahmin etmek çok zor değil. Bizim seyahat ettiğimiz dönemde Danıştay birkaç HES projesinin yürütmesini durdurmuştu; ama ileride ne olacağı bilinmez tabii. Bu yüzden biz Macahel toz toprak içindeki bir şantiyeyi andıran Borçka’ya dönüşmeden önce dünya gözüyle görmek istedik.

Engin'den sanatsal bir çalışma

Macahel, gerçekten yemyeşil bir yer. Geçen sene gittiğimiz çoğu yüksek ama çıplak yayladan sonra burada bizi çok yoğun bir orman dokusu karşıladı. İçinde her tür ağaç, mantarlar, çiçekler, kelebekler, kertenkeleler.. Ama mevsim olarak yaz bence buralara pek uygun değil, çok nemli, çok sinekli-böcekli bir mevsim olduğunu söyleyebilirim. Ekim'in çok daha uygun olduğunu söyledi herkes bize. Buradaki dağ meyveleri Rize'ye göre 1-2 hafta geç olgunlaşıyormuş, geçen sene Rize'de bol bol yediğimiz yabanmersinleri burada henüz yemyeşildi..

Buraların sakinleri sağlıklı, uzun yaşayan, neşeli görünen insanlar. Yörenin zor doğasından olsa gerek, bir topluluk olarak da gerçek bir dayanışma içindeler. Hayat Bilgisi dersinde bize anlatılan imece kavramı burada hayatın içindeymiş, bize anlatılanlara göre. Koro şeklinde söyledikleri şarkılarını (Macahela yaşlılar korosu çok sevimli) ve Kafkas danslarını andıran bol sarsıntılı (!) ve eğlenceli danslarını ben çok sevdim. Yemeklere gelince, genelde sebze yemekleri, tabii ki bol bol karalahana, fasülye ve mısır. Neredeyse hiç et yemiyorlar. Bir de sevdiğim bir spesiyalite: Gürcü mantısı silor..

Muhteşem manzara

Macahel'le ilgili biraz daha fazla bilgi almak isterseniz iki video: 30 dakikalık mini bir Macahel belgeseli ve Macahela yaşlılar korosundan yerel danslar eşliğinde bir şarkı.

Engin ve keçisi

Bizim gezimize dönersek, adresimiz yine Bukla. Galiba Bukla müdavimleri onu bir tur şirketi olarak algılamıyor; bu gezide hem kendimde hem de çevremdekilerde bunu fark ettim. Müşteri-rehber ilişkisinden çok, birlikte gezmeye çıkmış aile üyeleri/tanıdıklar gibi bir ortam var. Bunu en çok Trabzon havaalanındaki karşılamada hissettim ben. “Aa Alp”, “Necip abi, naber?”, “Oberjde havalar nasıl?”, “Koray nerede, Koray?!” muhabbetleriyle süslenen, resmen büyük bir aile buluşması gibi sahneler yaşanıyor.

Fiko

Bizim bu seferki rehberlerimiz Artvinli Osman (ki kendisiyle tabu veya sinema oyunu oynanması tavsiye edilmez, size "10 dakika sonra oradayız" derse asla ve asla inanmayın ve çalıların arkasından fırlayıp sizi orada burada korkutmaya çalışması konusunda da dikkatli olun!!), ve Semih idi – ki kendisini özellikle derelerdeki kurtarıcımız olarak tanıtabilirim. Bir de dillere destan Fiko var, ki kendisi şoförlüğünün yanı sıra, elleri üzerinde yürümesi, dans gecelerinde parende atması, canı sıkıldığında ağaçların tepelerine tırmanıp budama yapmasıyla ünlü..

Bir de grubumuzdan bahsetmeliyim tabii.. Ben uzun zamandır bu kadar eğlenceli ve uyumlu bir tur grubu görmedim; gruptaki herkesi ayrı ayrı sevdim, ilk günden son güne kadar grup içinde en ufak bir gerginlik olmadı, kimse kimseyle dalaşmadı, huysuzluk yapmadı. Dere tepe yürüdük (kelimenin tam anlamıyla), doya doya gezdik ve birlikte çok eğlendik. Derelerde yaptığımız yüzme denemeleri sırasında beni akıntıya kapılıp Karadeniz’e doğru sürüklenmekten her seferinde kurtaran hoşsohbet Nursen hanım, o zorlu Maçahel inişinden sonra diz ağrılarımızı dindirmek için yaptığımız geri geri yürüyüşlere (!) önderlik ederek yörede yeni bir akım başlatan Nuri bey, olaylı kız kaçırma dansındaki kader ortaklarım: kelimenin tam anlamıyla uçan kuştan korkan Burcu ve kaçırılma esnasında kafa kafaya verdiğimiz (!!) Banu, güleryüzlü eski uzunyol kaptanımız Ömer bey, acayip bir özveriyle sürekli fotoğraf çeken ve hepimizle paylaşan Ercan, yürüyüşlerde genelde başı çeken, rahat ve sportif Tülay, tüm yürüyüşlere katılmasalar da her daim güleryüzlü ve pozitif olan İzmirli ikilimiz Elvan ve Derya (özellikle tabu sırasında Osman'ın çileden çıkardığı Semih'i sakinleştirme çabalarını unutamıyorum) ile bol fotoğraflı, bol anılı bir hafta geçirdik birlikte.. Alttaki güzel fotoğraf Ercan'a ait.


Kısaca gezi planımıza gelince:

- Borçka, Şavşat merkez (geceleme: Laşet Pansiyon)
- Şavşat Karagöl, Şavşat köyleri, Tibet kilisesi, İndazvinda, Nahorav yaylası- Geri dönüşte çok zorlu bir iniş yaptık, çünkü patika kaybolmuştu (geceleme: Lekoban yaylası- bir yayla evinde Fiko'nun abisinin yanında kalıp sabah taze sağılmış inek sütü içeren köy kahvaltısı!!)
- Fındık yaylası, Cugat vadisi, Macahel'e iniş, Macahel (geceleme: Deda Ena pansiyon)
- Maral Şelalesi, eski cami, dereler
- Gorgit yaylası
- Macahel vadisinde dere kenarında mangal ve yüzme molası!
- Borçka Karagöl (bu geziyle birlikte buraya üçüncü gidişim bu, burası yakında Türkiye’de en sık gittiğim yerler arasına girecek neredeyse!!) ve dönüş yolunda Fırtına deresinde rafting

Macahel kolaj: Şavşat Karagöl, Deda Ena Pansiyon'dan manzara, Gorgit yaylası, Fındık yaylası

Maral Şelalesi

Bu geziye eşlik eden bazı önemli kareler: Z harfi gibi dimdik tırmanan dağ yollarında, uçurum kenarlarında Fiko'nun minibüsü son derece rahat bir şekilde geri geri sürmesi, önceleri çığlık çığlığa izlesek de bir yerden sonra geri geri gitmenin bize düz gitmekten daha doğal gelmeye başlaması, Macahellilerin bu zor yollarda "Merhaba canum benum" diyerek birbirlerine yol verip durması, 60-70 yaşlarında olmasına rağmen dinçliğiyle bizi tüm patikalarda sollayan dağ keçisi benzeri o şemsiyeli amca, Şavşat'ta peşimize takılan ve önünden koşarak kaçmaya çalışırken düşmeme sebep olan o siyah keçi, Gorgit yaylasında kat kat giyinmemize rağmen bizi delik deşik eden canavar sivrisinekler, herkesin bize ballandıra ballandıra anlattığı ama hiç karşımıza çıkmayan ayılar!.. Sonra.. Sabahları horoz sesiyle uyanmak!.. Sonra.. Engin’in Maral şelalesinde yüzerken alyansını düşürüp daha sonra onu kayaların üstünde “Where is my preciousss?” diye inleyen Gollum gibi arayıp durması ve tabii bulamaması.. İlk gece Şavşat’ta yaptığımız gece yürüyüşü sırasında beni çarpan o muhteşem yıldız denizi ve hayatımda ilk kez gördüğüm ateş böcekleri..

Ayağımda çamurlu botlar, elimde binbir çeşmeden, dereden akan sularla doldurup durduğum şişe, kafamda puşi, kollarımda bacaklarımda yaralar, çizikler, ve böcek ısırıkları.. Ben halimden memnunum, burada herşeyden uzakta sakin ve huzurluyum.. Karadeniz'de yeniden yenilendim.. Ve hepsinin sonunda, Fiko’yu taklit ederek söylemeye çalıştığımız o şenlikli nidadaki gibi hissediyorum: “Yihuuu!”

ekip.. (Tülay İdil'in objektifinden)

16.06.2011

Cinisello Balsamo’da beş hafta!

İlk önce “Cinisello Balsamo da ne ola?” diye bir soru aklınıza gelebilir.. Kendinizi kötü hissetmeyin, bunu sormak çok doğal. Bu acayip isimli yer, ne Hırvatistan’da yeni moda bir koy, ne Hint Okyanusu’nda çok bilinmeyen bir ada, ne de çölde bir vaha.. Ne yazık ki durum biraz acıklı.

Milano'daki komik tabelalardan biri

Harita üzerinden tarif etmek gerekirse, İtalya’yı açıyorsunuz (Roma, Floransa, Venedik, Napoli? Hayır, hayır, bunlar değil), Milano’yu buluyorsunuz (Duomo, moda, Como? Hayır tam olarak bu da değil), Milano’nun kırmızı metro hattını bulup kuzeye doğru gidiyorsunuz (hala gelmedik), son durakta inip Sesto San Giovanni diye bir yere geliyorsunuz (buralar zamanında Romalıların şehir dışındaki bölgeleri bölmek için kullandıkları bir sisteme göre 6.bölge gibi bir şey oluyor anladığım kadarıyla), buradan da çıkıp otoyolların kenarından köşesinden ilerliyor ve Milano ismini yalnızca şehirlerarası tabelalarda görmeye başlıyorsunuz ki işte karşınızda çok sevgili Cinisello Balsamo! İsmi nereden geliyor bilmiyorum; ama ne yazık ki balzamik sirkeyle falan hiçbir ilgisi yok. Burası zaten hiçbir şeyiyle meşhur değil; varsa yoksa bolca şirket, fabrika, otoyol, inşaat.. Daha fazla uzatmadan tasvirimi tek kelimeyle şöyle özetleyeyim: Gebze.

Burası insanların sadece iş amaçlı uğradıkları bir yer. Burada yaşayanlar da var tabii ama Kadıköy’e Körler Ülkesi diyenler Cinisello Balsamo’da yaşayan İtalyanları görse ne derlerdi pek bilemiyorum (bunu düşününce benim mahalleme tarihi bir haksızlık yapılmış gibi geliyor!) Cinsello B.’da ulaşım çok rahat değil, arabasız bir yerden bir yere gitmek çok zor, iş saatleri bazen çok yoğun trafik oluyor, iş dışında ise terk edilmiş gibi. Özellikle gece belli bir saatten sonra otobüsler çok seyrekleşiyor, yürümek için de sevimsiz. Taksi deseniz yağmurlu havalarda bulması bir kabus. Bazı otellerin taksileri akşam sekiz buçuk oldu mu bu semtten koşar adım uzaklaşıyorlar..

Oteller de çok acayip, haftasonları fiyatlar ucuzluyor; çünkü hiç kimse haftasonunu burada geçirmiyor. (Cuma günleri Milano’nun Malpensa havaalanı tam bir kabus, kalabalıktan boğulabilir, saatlerce kuyrukta beklerken bayılabilir, alışveriş manyaklarının aldıklarını gördükten sonra hayat boyu alışverişe tövbe edebilirsiniz..) Benim gibi Pazar günü öğleden sonra yorgun argın buraya vardıysanız ve otelinize yerleşip hafif bir şeyler yedikten sonra dinlenmeyi düşünüyorsanız, haberler yine kötü. Buradaki otellerin restoranları ve oda servisleri haftasonu çalışmıyor. Peki dışarı çıkayım, yakın bir restorana gideyim derseniz, zaten normal zamanda çok az olan seçenekler neredeyse sıfıra iniyor; çünkü yakındaki restoranların çoğu kapalı! Ya uzağa gideceksiniz ya çevrede açık bir pizzacı bulup otele pizza getirtmeye çalışacaksınız, ya da uslu uslu Türk Hava Yolları’nın verdiği ve ne olur ne olmaz diyerek çantanıza attığınız mini Etiform ve fındığa talim edeceksiniz.. Buradaki İtalyanların geçen hafta konakladığım Holiday Inn oteliyle ilgili yaptıkları espri şu: otel o kadar zor bir yerde ve arabasız bir yere gitmek, dışarıya çıkmak o kadar zor ki, bu otelde kalmak gerçek bir “holiday in(!)” oluyor!

Allora.. Durum genel olarak bu minvalde. Üzerinde hiçbir şey yazılamayacak bu yer, benim yaklaşık beş haftalık durağım. Yine iş için buradayım, Cinisello’yla sürekli dalga geçip dursam da genel olarak halimden memnunum. Çoğu birer neşeli şirine benzeyen İtalyanlarla vakit geçirerek, tanıdık tanımadık herkese günde ortalama yirmi milyon kere “Ciao!” diyerek, takside, restoranda, markette - önüme çıkan her fırsatta çat pat İtalyanca konuşmaya çalışarak, kah çalışıp kah az buçuk gezerek, bol bol kahve içip sürekli yemek yiyerek geçiyor günler.. Bu ikinci haftam, daha hiçbir yeri keşfetmedim, her şeyi ağırdan alıyor ve esas olarak Engin’in teşrifini bekliyorum. Kıyafet alışverişiyle arası pek hoş olmayan biri olarak Milano’dan çok beklentim yok, daha çok çevreyi gezmek cazip geliyor şimdilik. Çok huyum olmasa da, bu gezide rahat ve plansız olmak ön planda. Rehberimiz Engin olacak, bakalım ne çıkacak bahtımıza..

Cinisello'daki acayip ananaslar!

28.05.2011

Prag: Acayip bir şehir..

Prag acayip bir şehir. İnsana garip şeyler hissettiren, kendine has bir şehir. Bir yandan zarif, masalsı, büyüleyici; bir yandan da garip bir şekilde korkutucu, karanlık, kasvetli. Acayip..

O yüzden acayip bir yazı gerek şimdi. Aradan neredeyse altı aya yakın zaman geçtikten sonra fotoğraflarıma tekrar bakıp Prag ile ilgili aklımda kalanları geç de olsa yazmaya karar verdim; ama aklıma geldiği gibi, karışık, sırasız.

Prag’da çok acayip bir gece yaşadım, sanırım bu yazıya da o geceyle başlamak en doğrusu: hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri.

Charles Köprüsü'nden manzara..


Prag’da unutulmaz gece – Bölüm I

Prag gezimizin benim için en unutulmaz yanlarından biri, belki de en unutulmazı Karlin Müzikal Tiyatrosu’nda izlediğimiz Jesus Christ Superstar (JCS) müzikaliydi. Ee ne var bunda demeyin; bu benim için çok önemli bir olay; hiç unutmayacağım, kişisel tarihime damga vuran bir olay. Bu sebeple, burada gezi yazısı çerçevesinden biraz uzaklaşacağım; ama JCS mutlaka kayıtlara geçmeli- hiç değilse kendim için yazmalıyım!

JCS, bence Lloyd Weber’in en güzel eseri. Yıllar önce Gethsemane şarkısıyla tesadüfen keşfettiğim, sonra dinlediğim her şarkısıyla giderek daha çok, daha çok sevdiğim, Everything’s Alright’ı eşliğinde kaç kere uyuduğumu hatırlamadığım bu rock-opera benim için dinlemekten hiç bıkmayacağım biricik bir hazine. (Müzikallere burun kıvıranlar bence bir JCS’yi bir de Hair’i hakkını vererek dinlemeli, sonra tekrar düşünmeli!) Not: JCS’yi ilk kez dinleyeceklere önerim kesinlikle 1970 Ian Gillan’ın İsa yorumu, ki olağanüstüdür, üzerine hiçbir şey tanımıyorum.

Neyse, JCS ile ilgili kısa kişisel tarihimden sonra, tekrar Prag’a döneyim.. Prag öncesi internetten etkinliklere bakarken Engin’in “burada ne bulduğuma inanmayacaksın!” sözlerinin ardından bir anda JCS reklamlarını ekranda gördüğümde hakikaten gözlerime inanamadım: Yıllardır canlı izleme hayalini kurduğum o müzikal karşımdaydı! Üstelik, büyük bir şans eseri Prag’da olacağımız tarihleri kapsayan ve sadece bir aylık kısa bir süre için sergilenecekti. Önce gösterinin Çekçe ve sadece konser versiyonu olacağı düşüncesiyle boynumu bükerek bir kenara bıraktım; ama bir yandan da içim içimi yemeye devam etti. Ertesi gün, ne olursa olsun bu gösteriye gitmem gerektiğine karar verdim. Uzunca bir ikna çalışmasının ardından zavallı Engin’i yarım ağızla da olsa Çekçe JCS’ye gitmeye razı etmeyi başardım ve yemeyip içmeyip hemen biletleri aldım. İnternet sayfalarından açıklayıcı pek bir bilgi alamadığımız için gösteri gününe kadar başımıza gelecekleri ben heyecan içinde, Engin ise “artık ne çıkarsa bahtımıza” teslimiyetçiliği ile beklemeye koyulduk.

Prag’da büyük gün gelip çattığında ve Karlin tiyatrosuna vardığımızda itiraf etmem gerek ki beklentim çok düşüktü. Şehir merkezinden uzakta, adı şehrin önemli gösteri salonları içinde pek geçmeyen, yıllar önce çok büyük bir selde neredeyse tamamen zarar görmüş bir tiyatroda, Çekçe bir gösteri.. Öyle etrafta çok fazla reklamı da yok; yani yer yerinden oynamıyor. Muhtemelen sadece basit bir konser olacak, ya da kötü bir müsamere havasında geçecekti. “O kadar büyük bir orkestra da yoktur herhalde, ya arkadan müzik verirler, ya da küçültülmüş bir orkestra olur. Üstüne bir de aktörlerin sesleri kötüyse.. Yine de neyse, en azından şarkıları biliyoruz” düşünceleri içinde yerimizi aldık. Oysa orada bizi bir sürprizin beklediğini ve bu sürprizin her geçen an daha da güzelleşeceğini o sırada henüz bilmiyorduk!

Bir kere tiyatro muhteşemdi: kocaman bir salon, balkonlar, localar, devasa bir avize.. ve sahnede dekorlar! Müzik başladıktan sonra bunun uyduruk bir konser olmadığını, tam tersine hayatımda Broadway ve West End de dahil olmak üzere izlediğim en harika prodüksiyonlardan biri olacağını yavaş yavaş anladım! Dekorlar, bazen havada uçan, bazen yerin dibine geçen oyuncular, bir belirip bir kaybolan kuleler, merdivenler.. Özellikle çarmıh sahnesi çok özenli ve etkileyiciydi. Bir de danslar.. Karlin deyip geçmemeli, özel ekrandan tüm müzikalin İngilizce altyazı-daha doğrusu üstyazısını verdiler. Ezbere bildiğim müzikali Çekçe dinlemek bana özellikle çok değişik ve etkileyici geldi; böylece sözleri bir kenara bırakıp sadece müziğin ne kadar güzel olduğunu fark ettim.

Başrolde oynayan Kamil Střihavka, Çeklerin ünlü bir rock/metal solistiymiş, uzun sarı saçlarıyla karizmatik bir İsa olmuştu, özellikle arkada tek bir elektrogitarın sesi eşliğinde salona ilk girişi çok etkileyiciydi. Tüm oyuncuların sesi güzeldi; ama özellikle Judas Iscariot rolündeki Václav Noid Bárta‘nın performansına hayran olduk. Özel müzikal sahnesinin iç kısmına yerleşmiş ve gösteri sonunda kalkan iç perdeyle beliren orkestrayı da mutlaka anmalı. Klasikten rock’a, gospel’dan baladlara her biri birbirinden farklı karakterli parçalardan oluşan bu kadar renkli bir müziği standart orkestraya ilaveten bateri, elektrogitar, keyboard ve saksafonu da içeren böylesine geniş bir enstrüman topluluğundan canlı olarak dinlemek sanırım bu hayatta çok fazla yaşayamayacağım bir deneyimdi. Kelimenin tam anlamıyla mest oldum. Kana kana su içercesine müziği dinledikten sonra dakikalarca, ellerim sızlayana kadar nasıl alkışladığımı hatırlamıyorum..
Orada fark ettim ki, çok bilinçli olmasa da, eski bir demir perde ülkesi olmalarından ötürü Çeklere karşı içimde hafif bir burun kıvırma duygusu varmış. Sanki böyle bir prodüksiyon sadece New York ya da Londra’da olabilirmiş de, Prag’da olmazmış gibi. Ama gerek o akşam JCS’nin o unutulmaz performansını izledikten, gerekse de Black Light’tan kukla tiyatrosuna, operaya kadar ne kadar çeşitli etkinliklerinin ve ne kadar çok salonlarının olduğu öğrendikten sonra Çeklere karşı içimdeki bu belli belirsiz önyargılardan utandım ve sahne sanatlarında bu denli ileride olan bu ülkeye büyük bir saygı ve hayranlık duydum. Ve tabii Avrupa’ya gidince sıklıkla yaptığım gibi İstanbul’u düşündüm.. Hani şu 2010 Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul. İki yıldır karanlıklar içinde bir hayalet gibi bekleyen AKM’siyle ve Süreyya hariç hiçbiri gerçek anlamda konser/opera salonu niteliğinde olmayan birkaç küçük mekanıyla avunan kocaman İstanbul.

Her şeyi geçtim, Haydarpaşa’sına bile sahip çıkamayan talihsiz İstanbul.

Prag’da unutulmaz gece – Bölüm II

Bu gecenin anlatımına devam etmeden önce Prag’da kaldığımız otel Černá Liška hakkında bazı ön bilgiler vereyim. Černá Liška Çekçe’de Siyah Tilki anlamına geliyormuş. Lisede İngilizce edebiyat derslerinde tanıştığım foreshadow diye bir kavram vardı; öne düşen gölge, olayların ön habercisi gibi. Şimdi Siyah Tilki adını düşündükçe aklıma bu foreshadow kavramı gelip duruyor; meğer önümüzde işaretler varmış da biz olayları yaşarken onları görememişiz!!

Olay öncesine dönelim. Oteli internetten araştırıp bulmuştuk. Hakkındaki yorumlar süperdi, gezi rehber kitaplarında ondan çok merkezi, butik karakterli ama çok hesaplı bir otel, saklı bir hazine olarak bahsediliyordu. Gezimizin ilk günü odamıza girdiğimiz an zaten vurulmuştuk: Karşımızda tabak gibi Tyn kilisesi dikiliyordu. Oda desek, çok geniş, iç içe birkaç kısımdan oluşuyor, girişte ayrı bir vestiyer var, tavanlar rustik desenlerle süslü ve ahşap, odanın geniş üç camı da Prag’ın tam kalbine, eski şehir meydanına bakıyor ve insan bu pencerelerden görünen Tyn kilisesinden bir türlü gözlerini alamıyor. Çok acayip, karanlık, müthiş etkileyici, başka bir zamandan fırlayıp oraya kondurulmuş gibi duran garip bir yapı. Herhalde, diyorum, burası hayatımda görüp göreceğim en güzel manzaralı otel. Odadan dışarı çıkmak istemiyoruz, akşam ışıkları kapayınca yattığımız yerden ışıklandırılmış Tyn kiliesine bakarak uyuyakalıyoruz, o derece. O kadar etkileyici, o kadar büyülü. Bu güzel oteli tercih ettiğimiz için sabah akşam birbirimizi tebrik ediyoruz..

Otelin bulunduğu yerden manzara!

Derken.. Bu hava içinde hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri olan JCS gecesi gelip çatıyor. Hazırlanıp akşam saatlerinde otelden çıkıyoruz. Daha önce anlattığım o muhteşem gösterinin çıkışında JCS sarhoşluğu içinde kendimizi Prag sokaklarına atıyoruz. Soğuğu bile çok fark etmeden, sokaklarda mutlu mesut yürüyüp biraz oyalanıyor, Cafe Louvre’da geç bir atıştırma seansından sonra geceyarısına doğru otele dönüp yatmaya karar veriyoruz. Yolda sürekli “Bu geceyi asla unutmayacağım, unutmayacağım” diye papağan gibi tekrarlıyorum. (Meğer bunun bambaşka bir hikmeti de varmış-bunu gecenin sonunda fark edeceğim!)

Odaya vardığımızda anahtarla kapıyı açmaya davranıyorum ama kapı aralık! İlk aklıma gelen odadan çıkarken Engin’in kapıyı çekmeyi unuttuğu oluyor, o düşünceyle tedbirsiz davranarak odanın içine adım atıyorum. O an yerlerde kırık ahşap parçaları olduğunu fark ediyorum; ahşap kapı çerçevesi kanırtılarak kırılmış, çerçevedeki parçalar etrafa saçılmış..

Korkuyla odaya dalıyorum (hata, içeride biri olabilirdi!): odanın altı üstüne getirilmiş. Kapının kırık parçalarından biri de yatağın yanına fırlatılmış- muhtemelen odada olsak kafamıza indirilmek üzere getirilmiş buraya! Hemen pasaportlarımızın ve paraların durduğu kasayı kontrol ediyoruz; neyse ki her şey yerinde. Şans eseri hırsız kilitli bıraktığım bavulumu kesmeyi de akıl etmemiş veya ihtiyaç duymamış. Onun yerine masanın üzerinde bıraktığım ve dışarıdan deri bir cüzdana benzetilebilecek birkaç makyaj setini alıp gitmiş (hayrını görsün!). İlk şok anlarından sonra canhıraş bir halde resepsiyona inerek orada durmakta olan dünyadan bihaber kişiliğe böyle bir olayın nasıl meydana gelebileceğini soruyor ve hemen polis çağırmasını istiyoruz.

Bostan korkuluğu (sanırım kendisi böyle adlandırılmayı hak ediyor), bize ertesi sabahki kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa gittiğini, hırsızın muhtemelen o ara oteli ziyaret edip odamızı şereflendirmiş olabileceğini belirtiyor. (İş bölümü konusunda çok başarılı olan bu otelde bazen de aşçıbaşı resepsiyonda görevli oluyormuş, bostan korkuluğu bunu bize “halinize şükredin ki bu gece o değil ben görevliyim” dercesine anlatıyor!) Bu sebeplerden dolayı kaçınılmaz olarak otelin en sadık ziyaretçisi olduğunu sandığım bu hırsız, muhtemelen meydanda dolaşıp boş gördüğü otellere dalan bir çingeneymiş. Tüm söylenenlerden, bu tip olayların daha önce de yaşandığını ve artık otel tarafından normal kabul edildiğini anlıyoruz. Bize sakin sakin bunları anlatıp duran bostan korkuluğuna hayretler içinde bakakalıyoruz, kızsak mı gülsek mi kararsızız..

Neyse, derken daha önce Prag’a gidip çeşitli yankesicilik/hırsızlık vs. vakalarını deneyimlemiş tanıdıkların anlattıklarından duyduğumuz meşhur Prag polisi olay yerine intikal ediyor. İki kişiler; biri izbandut gibi bir adam, bir köşede sessiz sessiz duruyor ve bizimle pek muhatap olmuyor- zaten hiç İngilizce konuşmuyor; diğeri ise ufak tefek biri, komik İngilizcesiyle bizimle anlaşmaya çalışıyor. Asterix ve Obelix gibiler. Asterix sevimli bir adam, bir yandan soru sorup not alıyor, bir yandan da aradaki garip yorumlarıyla tüm gerginliğimize rağmen bizi güldürüyor, ki belli etmemek için bayağı çaba sarf ediyoruz. Olayın nasıl oluştuğuna dair ifademizi alıp imzalatıyor. Ardından birkaç uzman daha gelerek odada parmak izi alıyorlar. Sanırım benzer vakaların çokluğundan dolayı işlerini o kadar kanıksamışlar ki robot gibiler. İşleri epey uzun sürüyor. Son olarak Asterix bizden adresimizi istiyor. O niye diye sorduğumuzda çalınmış eşyaları bulup adresimize teslim edeceklerini söylüyor ki bu sefer açıktan gülümsüyoruz yüzüne.

Herkes çekildiğinde tarumar haldeki odamıza girip o gece içinde kaç kişinin ellediğini bilemediğimiz eşyaları hızlıca bavullara tıkıştırıyor ve bir an önce oteli terk etmeye bakıyoruz. Check-out yapmak için resepsiyona indiğimizde bostan korkuluğu neden gittiğimizi soruyor bu sefer. Şaka yapmıyor, ciddi ciddi merak ediyor. Kendimizi güvende hissetmediğimizi söyleyince “Neden?” diye soruyor. Zaten saat geceyarısını çoktan geçmiş, bizde hal kalmamış; o yüzden bu anlamsız diyaloğa daha fazla devam etmeyerek sadece kendisine hışımla bakıyor ve Prag’da bildiğimiz tek büyük otele, Hilton’a gitmeye karar veriyoruz. Pahalı mahalı, merkezden uzak muzak; Prag’daki son iki gecemizi tedirginlikten, çingenelerden, polislerden ve bostan korkuluklarından uzak geçirmekten başka bir şey düşünmüyoruz o sırada.

Bence bu macerayı çok ucuz atlatıyoruz. Erken yatmayı planladığımız o gece ancak sabaha karşı uyuyabiliyoruz, üzerimizden tır geçmiş gibi. Bu uzun gece, hakikaten hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri!

Not. O gece Prag polisine güldük ama birkaç ay sonra hakikaten söz verdikleri gibi bize bir mektup yolladılar. İçinden makyaj çantam çıkmasa da (!) posta kutumuzda Prag polisinden gelen Çekçe bir mektup bulmak gözlerimizi yaşarttı. Daha sonra Engin’in çabalarıyla çevirdiğimiz mektubu okuyup yine bol bol gülümsedik. Otomatik tercüme programlarının henüz Tarzanca’yı pek geçemeyen düzeyde yaptığı çevirilerden çat pat anladığımız kadarıyla, Çek polisinin tüm çalışmalarına, incelemelerine, kamera kayıtlarının izlenmesine vs. rağmen herhangi bir bulguya ulaşılamadığından konu kapatılmış, şikayetimiz düşmüştü. Prag’da bir yerlerde meçhul hırsızlar bostan korkuluklarını izleyip rahat rahat işlerini yapmaya devam ediyorlardı..


27.05.2011

Prag denince ilk aklıma gelenler – mini sözlük

Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde kullandığı sözlük metoduna gönderme yapan bir mini sözlük denemesi..

kafkaesk:Prag denince akla gelenlerden ilki Kafka ve şehirle özdeşleşmiş o güzel sıfat: kafkaesk.. Ne demek bu derseniz bence kelimelere dökmesi biraz zor.. Kafka’nın eserlerini okurken insanın hissettiği şey denebilir: karanlık, gizemli, sanki arkasında çok daha derin bir şeylerin olduğu duygusunu veren.. diyebilirim belki; ama sanırım kafkaesk sıfatının ne demek olduğunu anlamak için yapılabilecek en güzel şey Prag’a gidip şehrin kalabalıklardan uzak sokaklarında biraz yürümek ve havayı koklamak. İnsan o an kafkaeskin ne demek olabileceğini hissediyor..

O yüzden bence Prag’a gitmeden önce biraz Kafka okumalı, o havaya girmeli. (Özellikle Dava’yı tavsiye ederim, sanki günümüz Türkiyesi için yazılmış gibi!!) Prag öncesi okuduğum Kafka kitaplarının etkisine o kadar girdim ki evde süpürgeliklerimizi kemirip duran ve tahta kurdu olduğu söylenen meçhul sese de Gregor adını takarak kendisini ailemizin bir ferdi olarak bağrıma bastım!

soğuk:
Bu sözcük Prag’da tekrar tanımlanıyor. Hayatınızda şu ana kadar soğuk olarak adlandırdığınız zamanları düşünün. Ve şimdi onların hepsini unutun; çünkü onlar soğuk değildi. Kışın Prag’a gidin ve gerçek soğuğu yaşayın! Biraz abartıyorum tabii; ama her şeye rağmen düşünüyorum da –belki şimdi sıcak evimde olmamın da etkisiyle- Prag’a yine de yazın gitmezdim ben. Sanki buraya biraz kasvet lazım, öyle güneşli çiçekli bir havadansa insanı çok hırpalamayan bir serinlik ve hafif kapalı bir hava burası için ideal. Ama keşke bizim gezimiz sırasında hava bu kadar da soğuk ve yağmurlu olmasaydı- ben Prag’ı biraz da palto-eldiven-bere ve çift atkılarımla hatırlayacağım doğrusu!

Vlatava:
Prag’ın içinden akan meşhur nehir. Nazım Hikmet’in şiirlerinde adı geçiyor. Ben Vlatava kıyısında yürümekten çok zevk aldım. Tavsiyem, Prag’a gitmişken mutlaka nehir boyunca yürümek, mesela konser salonu Rudolfinum’dan başlayıp Dancing House’a kadar boydan boya yürümek. Karşı kıyıdaki Prag kalesinin görüntüsü eşliğinde romantik bir yürüyüş bu. Bu güzergah boyunca yanından geçtiğiniz noktalardan bazıları: özellikle uzaktan ve yine özellikle geceleri harika görünen Ulusal Tiyatro binası (adeta başına bir taç kondurulmuş gibi duruyor), köprüler, parklar, Zofin adacığı ve harika Dancing House binası!

Ulusal Tiyatro Binası (Národní divadlo)

Charles:
Roma imparatoru IV.Charles Prag’ı Prag yapan kişi. Pek çok ünlü bina onun zamanında yapılmış, Prag Avrupa’nın çok önemli bir şehri haline gelmiş. Şimdi ise Charles denince ilk akla gelen o harikulade köprü elbette. Charles Bridge bence kesinlikle ya sabah erken, ya da akşam geç, ya da en iyisi her ikisinde de ziyaret edilmesi gereken bir yer. Hangi saat olursa olsun fotoğraf çeken Japonlardan kaçmak imkansız olsa da, en azından o yıldırıcı kalabalıklardan uzak kalmak; köprünün iki yanına dizilmiş kocaman heykeller sizi sessiz sessiz süzerken, şehrin iki yakasında üst üste bindirilmiş gibi duran birbirinden etkileyici yapıları ve Vlatava nehrini seyretmek ve Prag’ı hissetmek için kesinlikle sakin bir saat tercih edilmeli!

Prašná brána ve Obecní dům

mimari:
Prag bence mimarisiyle insanı çarpan bir şehir. Kendine has ilginç bir Gotik tarzı var, sanırım buna Çek Gotiği deniyor. Ama bunun yanında çok farklı stildeki binaları yan yana bulmak mümkün. Bence Prag sanat tarihi okuyan birinin çok farklı stilleri dar bir alanda sıkıştırılmış şekilde bir arada bulabileceği ender yerlerden biri. Bunun en güzel örneği, bir fotoğraf karesi: Bir yanda Prag’da en sevdiğim yapı olan Gotik Powder Tower (Prašná brána) o karanlık, kasvetli, heybetli duruşuyla yükselirken yanında Art Nouveau’nun canlı bir örneği olan Belediye Binası (Obecní dům): sapsarı, renkli, altın yaldızlı, çiçekli, işlemeli.. Prag evleri- özellikle nehrin karşı yakasındakiler- de çok sevimli.

Bu arada not, çok sevdiğim bir link buldum, burada Prag’daki önemli yapılar tarzlarına göre anlatılıyor. Hem Prag’ı tanımak hem de sanat tarihi akımlarıyla ilgili bilgi almak için biçilmez kaftan: Prague Architecture.

Pilsener:
Biz Türkiye’de bu ismi yasaklamaya çalışıp duralım, o Çeklerin gurur kaynağı. Pilsen, aslında Çek Cumhuriyeti’ndeki bir şehir, burada üretilen biralar bu dünyaca ünlü bira çeşidine ismini vermiş. Prag’da her yerde bu hafif ve içimi kolay bira içiliyor zaten, bunların da en meşhuru Pilsener Urquell.

Black Light Theatre:
Bir Prag klasiği. Karanlık, simsiyah bir sahnede özel aydınlatılmış fosforlu kostüm ve objelerle, kuklalarla sergilenen sahne gösterileri. Bir yerden sonra kendini tekrar etmeye başlıyor ama bence mutlaka bir tane izlemek gerekli. Biz Jiří Srnec tiyatrosunun bir gösterisine gittik ve beğendik.

marionette:
Tahtadan yapılmış özel kuklalar. Prag’da pek çok marionette tiyatrosu var. Ucuz hediyelik eşya dükkanlarında pek çok kukla var ama ben hayalimdeki gibi ince işlenmiş bir kukla bulamadım, satılanlar bana çok uyduruk ve turist işi gibi geldi..

Golem:
Buraların Gulyabanisi. Ya da daha doğru bir benzetmeyle Frankenstein’ı. Yahudi kültüründeki efsanevi yaratık. Çeşitli versiyonları olan efsanelere göre Golem hala Prag’da bir yerlerde uyuyormuş! Prag’da her şeyden çok efsaneler ve ilginç hikayeler var zaten, gezerken bunları okumak eğlenceli olabiliyor..

becherovka:
Meşhur bir Çek içkisi. Baharatlı, yakıcı bir çeşit likör. Ben çok sevmedim ama her derde deva olduğu söyleniyor, özellikle sindirim sistemine iyi geliyormuş dediklerine göre. Özellikle yakındaki Karlovy Vary (Carlsbad)’de üretiliyormuş. Çok beğendiğim zarif, kırmızı Bohemya kristalinden yapılma likör kadehleri ve küçük bir şişe becherovka buralardan getirilebilecek güzel bir hediyelik olabilir..

Kapılar & semboller:
Özellikle Malastrana’da harika örneklerini görebileceğiniz, tamamen Prag’a özgü bir şey bu. O yan yana dizilmiş küçük ve şirin evlerin kapıları üzerine o evi tarif eden küçük ahşap semboller asılıyor. Eskiden evlerin adresleri numaralarla değil bu sembollerle verilir, postacılar bu sisteme göre çalışırmış. Binaların, restoranların, otellerin genelde bu tarihi geleneğe gönderme yapan çok şenlikli isimleri var: Černá liška (Siyah tilki - bizim belalı otelimiz!), U Tří housliček (Üç Keman), U tří pštrosů (Üç devekuşu), U bílé labutě (Beyaz kuğu) vs.vs. Hep görsel imgeler kullanılmış, çoğunluk hayvan isimleri ya da objeler. Bu sembolleri anlatan güzel bir kitap da aldık.



Prag: Bölgeler, gezilecek yerler

Prag Kalesi

Prag çok büyük bir şehir değil. Turistik kısımlarını birkaç gün içinde tamamen yürüyerek gezmek mümkün- tabii ki aşırı soğuk muhalefeti olmazsa!

Burada karakteristik bölgeler var, kısaca bahsetmem gerekirse:

Meşhur Old Town, şehrin kalbi. Sindrella’nın şatosunun karanlık ve etkileyici versiyonu olan Tyn Kilisesi, Town Hall binası ve ünlü astronomik saat burada yer alıyor. Saat başı meydanda biriken kalabalık, saatin üzerinde hareket eden figürleri izliyor, ardından Town Hall kulesinde borazan çalarak yeni saati kutlayan kostümlü kişiye alkışlar ve ıslıklar eşliğinde el sallıyor. Bu kendine özgü ritüeli aşağıdan değil, Town Hall binasına çıkarak tepeden, borazancının yanından izlemenizi tavsiye ederim. Hem manzara süper, hem de aşağıdan size doğru bakan yüzlerce suratı izlemek çok eğlenceli. Town Hall’un içini gezmeye ise hiç gerek yok.

Old Town kolaj: 1-Astronomik Saat 2-Old TownHall kulesinin tepesinden saat başı manzarası 3-Old TownHall kulesinden Old Town meydanı


Old Town meydanında yer alan etkileyici heykel Master Jan Hus’un heykeli. Bu, Bohemya tarihinde çok önemli bir kişilik. Bohemya’daki reform hareketini başlatmış ve buraya özgü bir Protestan grup olan Hussite’lara öncülük etmiş bir rahip. Biraz okuyup anlamaya çalıştığım kadarıyla Bohemya’nın çok karışık ve acılı bir tarihi var ve biz Avrupa tarihi ile ilgili hiçbir şey bilmediğimiz gibi buraların tarihini de gerçekten hiç bilmiyoruz. Defenestration olarak geçen, bazı kişilerin pencereden atılması sonucu alevlenen bir dizi olay, Otuz yıl savaşları, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı verilen mücadeleler.. Sonra İkinci Dünya Savaşı, sonrasında da Ruslar.. Çekler sanki IV.Charles’dan beri bir rahat nefes alamamış; mezhep çatışmaları, savaşlar, işgaller derken hep acı çekmiş ama hiçbir zaman da ezilmemişler benim gördüğüm kadarıyla. Benim Prag ile ilgili önceden bildiğim en eski tarih 1968 Prag baharıydı ki onu da Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okurken duymuştum..

Prasna brana-Powder Tower

Neyse, konumuza geri dönersek, eski şehrin önemli caddelerinden biri Celetná. Burası Powder Tower’dan başlayıp Old Town Square’e uzanan bir cadde. Taç giyme töreninde kral bu yolda geçermiş. Powder Tower benim Prag’da en sevdiğim yapı. Engin diyor ki her şehirde kendime sevgili binamı seçiyormuşum.. Nasıl Roma’da Pantheon, Londra’da Tower Bridge, Barcelona’da Casa Batlló’ya aşık olduysam, Prag’da seçtiğim bina da Powder Tower! Aslında gerek bu kule, gerek Old Town Hall binası, gerekse Charles Köprüsünün başındaki ve sonundaki kuleler birbirlerine çok benziyor. Zaten başlarda karıştırıyorsunuz. Ama bence en güzelleri Powder Tower. Üzerindeki gargoylelar da çok etkileyici.

Eski şehre komşu bir başka bölge de Josefov- Yahudi mahallesi. Aslında artık Yahudi mahallesi demek ne kadar doğru bilmiyorum; çünkü Roma’daki o güzel Trastevere gibi daracık sokakların, eski evlerin olduğu farklı bir mahalle değil burası. Her şey yıkılıp yenilenmiş, hatta bırakın fakirane evlerini, burada çok pahalı butikler var artık. Eskiye ait tek kalan şey 6-7 adet sinagog. Bu açıdan biraz hayalkırıklığı yaşadık. Burayı kendimiz audioguide ile gezmeye çalıştık ama çok uzun ve sıkıcı anlatımlardan dolayı memnun kalmadık. Josefov’daki sinagoglardan bana en ilginç geleni, duvarında 2.Dünya Savaşı sırasında öldürülen Bohemya Yahudilerinin isimlerinin yazıldığı ve içinde sürekli insanın tüylerini diken diken eden bir müziğin çalındığı Pinkas Sinagogu. Bu sinagogun üst katında Prag yakınlarındaki Terezin toplama kampındaki çocukların çizdiği resimler sergileniyor ve tabii ki dışında da çok acayip bir mezarlık var! Eğri büğrü mezar taşları, farklı oymalar vs. insanda çok garip duygular uyandırıyor. Ne yazık ki bu unutulmaz yerde fotoğraf çekmek yasak. Benim için ikinci sırada da ihtişamlı Spanish Synagogue geliyor ki buraya bayıldık, duyduğuma göre akustiği de iyimiş, burada konserler düzenleniyormuş.

New Town – sadece ismen yeni aslında- deyince benim aklıma Ulusal Tiyatro binası, kocaman Charles meydanı ve modern Dancing House (Tančící dům) geliyor. Dancing House, özellikle üzerine yazmayı hak eden bir yapı. Çok yeni bir bina denebilir, ünlü mimar Frank Gehry tasarlamış. Prag’da en merak ettiğimiz yerlerden biriydi burası, ve çok sevdik. Biri dik, biri ona yaslanmış gibi görünen iki parçadan oluşan ve hareketli çizgilerinden olayı dans edermiş gibi duran bu binanın bir diğer adı da bu yüzden Fred&Ginger building! Özellikle pencereleri çok çok sevimli. İçinde ise ofisler varmış.

Lucerna Pasajı'nın tavanına asılı heykel

New Town’un çok önemli bir diğer mekanı ise Wenceslas Meydanı. Burası çok geniş iki caddenin oluşturduğu oval şekilli bir bulvar aslında. Önemi şurda: son yüzyılda Prag’ı etkileyen çok önemli olaylar hep burada cereyan etmiş, büyük gösteriler burada düzenlenmiş. Ünlü Prag baharı, Sovyet işgalinden sonra kendini yakan öğrencinin de yer aldığı protesto gösterileri, 1989’da bağımsızlıklarını ilan ettikleri Kadife Devrim.. Bir tavsiye, bu meydandan girişi olan pek çok pasaj var, bunlardan Lucerna pasajına girmenizi ve orada tavana asılı at üstündeki ters Wenceslas heykelini görüp seramikten çok sevimli heykeller/hediyelik eşyalar satan harika dükkanı ziyaret etmenizi öneririm.

Nehrin karşı tarafına geçersek, Malastrana (Lesser Town) benim Prag’da en çok beğendiğim yerlerden biri oldu. Old Town ne kadar etkileyici ve güzel olsa da orası hep bir kalabalık, hep bir karambol içinde. Malastrana ise sakinliği ve evlerinin güzelliğiyle Prag’ın ruhunu hissedebileceğiniz bir mahalle. Burada yer alan St.Nicholas kilisesi (aynı isimli bir kilise bir de karşı tarafta var, karıştırmamak lazım) o kadar gösterişli ki insan afallıyor. Tam bir Barok örneği. Burayı gördükten sonra Prag’da göreceğiniz hiçbir kilise aklınızda kalmıyor zaten.. Malastrana’da güzel butikler, küçük dükkanlar var, kaleye doğru tırmanan Nerudova caddesi özellikle ünlü. Bir daha Prag’a gitsem sanırım bu bölgede kalmayı tercih ederdim..

St.Vitus Katedrali

Hradčany, Prag kalesinin çevresindeki mahalle. Burası da sessiz sakin bir yer, kaleye doğru pek çok saray var, çoğu Rönesans tarzı. Prag kalesi kocaman, gerçekten kocaman bir yer, bir bina değil, bir binalar kompleksi, gezmek için bayağı zaman ayırmak lazım. Ama müze havasında değil pek, biraz dağınık, mimari stil olarak da farklı dönemlerde eklenmiş yapıların yan yana yer aldığı garip bir yer. Bir yanda bir Gotik harikası devasa St.Vitus katedrali, bir yanda Vladislav Sarayı, bir yanda minik şirin evleriyle Golden Lane (ne yazık ki tadilattan dolayı kapalıydı!). St.Vitus katedralinin içinde çok güzel vitraylı camlar var, bunlardan birini Çek ressam Mucha boyamış, renkler o kadar canlı ki gözlerinizi alamıyorsunuz. Prag kalesiyle ilgili birkaç küçük not daha, girişteki nöbet değişim törenini izlemek için beklemeyin, çok özelliksiz bir şey. Kalenin çıkışına yakın bir oyuncak müzesi var, ben burayı çok sevdim. Bir de kaleyi gezdikten sonra Nerudova tarafından değil diğer yandaki Eski Kale Merdivenleri tarafından çıkarsanız harika bir şehir manzarası sizi bekliyor! İlkbahar ve yazları buradaki asma bahçeler açılıyormuş, Prag’a güzel havalarda gelmek için bulabildiğim başlıca motivasyon bu olabilir!

Kaledeki oyuncak müzesinden..

Old Castle Steps

Prag’da gidemediğimiz yerlere gelince, ilk sırada Vyšehrad var. Burası şehrin merkezinden biraz uzakta bir kale ve kilise, güzel bahçeleri varmış. Ama biz zaman darlığından ve soğuk havadan dolayı gidemedik. Bir de Petrin tepesinden Prag manzarası izleyemedik, değer miydi bilemiyorum. Bir daha buralara gelirsem şehir dışında gitmek istediğim iki yakın yer var: biri Atatürk’ün de zamanında ziyaret ettiği kaplıca şehri Karlovy Vary (Carslbad-Charles’ın banyosu!!), diğeri de Dünya Kültür Mirası listesindeki Český Krumlov- ki resimleri çok etkileyici görünüyor..

Lucerna Pasajı'nda bir dükkan vitrini

Prag: Kırpık kırpık notlar..

Viyana’dan Prag’a Eurocity ile geçtik, çok rahat ve keyifli bir yolculuktu. Ana tren istasyonu Hlavní Nádraží de çok değişik bir bina; Prag’a varır varmaz gördüğümüz ilk yapı olması itibariyle bizi etkiledi. Ben genel olarak insanları biraz ters buldum. Satıcılar, garsonlar fazla gülümsemiyor, tam tersine insanları sürekli olarak tersliyorlar, sanki son dönemde Prag’ın bu kadar turistik hale gelmesinden bıkmış gibiler. Bayramda Prag’a gidip o kadar insandan, özellikle akın akın her yeri dolduran Türklerden bana o kadar fenalık geldi ki her mevsim bu turist yoğunluğunu yaşayan yerel insanlara aslında biraz hak verdim. Özellikle eski şehir yıldırıcı bir hal alıyor, her yer o kadar kalabalık, etrafta o kadar çok ucuz, uyduruk turistik mağaza ve turist kazığı kafe var ki insan o güzel şehirden alması gerektiği kadar keyif alamıyor sanki. Hep daha boş, daha sessiz, daha uzak bir sokak, bir mahalle bulmanın ihtiyacını hissettim burada. Bence yıllar sonra durum daha da kötü olacak, Prag iyice turistik hale gelecek, ne kötü!

23.05.2011

ve şehr-i istanbul'da bahar!


Bu blog biraz geç kalmış bir fikir benim için. O yüzden içinde gezdiğim ve sevdiğim başka pek çok şehir yok; ama en ilginci, fark ettim ki, blogumda çok büyük bir eksik daha var.. Bu blogda yıllardır içinde yaşama hayali kurduğum ve sonunda yerleştiğim, şu an yaşamakta olduğum şehir yok.. Gittiğim tüm şehirler içinde herhalde en çok gezdiğim, ama belki de yapılabilecek şeyler düşünüldüğünde en az bildiğim, içinde yaşarken bir yandan çok yorulduğum, çok yıprandığım, ama çok zenginleştiğim, galiba hiç vazgeçemeyeceğim, hiçbir şehre benzemeyen o şehir yok..

Arnavutköy

Sakin Bebek Parkı'nın sakinleri..

O yüzden kıyısından köşesinden de olsa ara sıra İstanbul’u da yazılarıma eklemeye karar verdim geçenlerde. Çok güzel geçen bir haftasonunun ardından verdim bu kararı. Haftasonunun güzelliği biraz bahar havasından, ama belki de daha çok 19 Mayıs tatili için oraya buraya dağılmış insanların ardından boşalan şehrin güzelliğinden kaynaklanıyordu. Örnek olarak, Cumartesi öğleden sonra hava güneşliydi ve Bebek Parkı bomboştu ve Pazar günü akşam Ara Cafe’de rahat rahat yer bulduk! Düşünüyorum da İstanbul’daki insanların onda biri olmasa mesela, hayat ne farklı olurdu. İstediğimiz yere hemen ulaşabilsek, o yıldırıcı kalabalıklar olmadan, sakin sakin etrafı izleyebilsek.. Bunun imkansız bir hayal olduğu açık ama ara sıra böyle bir zaman dilimi bulmak şehir içinde insana nefes aldırıyor hakikaten.

Sonunda İstanbul’a da bahar geldi. Geçen Cumartesi öyle çok sıcak olmayan ama ara ara güneşli ve hafif bulutlu bir havada Boğaz’a gittik. Koca metropolün yeni trendlerinden biri olan şehir fırsatlarını kullanarak Suada’da kahvaltı yaptık, kahvaltıdan sonra da denizin kenarındaki masalardan birine kurulup dalgın dalgın Boğaz’ı ve belki de Boğaz'ın tadını en çok çıkaran canlılar olan martıları seyrettik.. Tabii bir de her zaman yaptığımız gibi “Şu manzaraya sahip küçücük, minicik, miniminnacık bir balkonumuz olsaydı, başka bir şey istemezdik” diye hayaller kurduk.

Sonra birden çerçeveye yelkenliler girdi. Hatırladım ki bu haftasonu Shop&Miles’ın düzenlediği yelken yarışları vardı. Farklı markaların sponsor olduğu rengarenk yelkenlileri biraz izledik, sonra onların peşine takılıp önce Arnavutköy’e geçtik, sonra sahilden Bebek’e doğru yürüdük- tabii oraya buraya savrulan oltaların arasında kafamıza mukayyet olmaya çalışarak, bir yandan da erguvanları ve yalıları izleyerek..

Boğaz'da yelken yarışları

Bebek Parkı’nda her zamanki gibi bolca bebek ve bayağı boş bank vardı, gölge bir bank seçtik, yatıp huzurla gökyüzünü izledik. Ve tabii son olarak benim için bir Bebek klasiği olan Ab’bas ve waffle seansımızı gerçekleştirdik. Geri kalan kısım bolca alışverişten ibaret olduğundan yazıyı waffle ile noktalamak ve böyle hatırlamak sanırım daha güzel..

mmm..


12.05.2011

Amsterdam’da bahar..

Bu sene İstanbul’a bir türlü bahar gelmedi. Kısa bir iş gezisi için gittiğim Amsterdam’da ise tam bir bahar havası vardı- her şey tersine döndü galiba! Hatta bu seyahatimden önceki haftasonu Amsterdam Avrupa’nın en sıcak şehri olmuş sanırım, tüm Hollandalılar garip bir gururla bunu anlatıyordu. Kışın soğuk günlerinde beni tir tir titreten, sabahları kapkaranlık havasıyla günlerine pek hoş başlamadığım şehri bu yüzüyle görmek bana ilginç geldi.

Güneş çok geç batıyor, akşam hava 22:00 gibi ancak kararmış oluyor, muhteşem bir duygu! İşten çıkıyorsun, sanki gün yeni başlıyor! Tabii bir şeyi unutursak: Amsterdam’da her yer yine 18:30 dedin mi kapanıyor, çok turistik yerler ve lokantalar hariç. İnsanlar yavaş yavaş dışarıda oturmaya başlamış, kafeler kanalların kenarına masaları atmış, uzun boylu Hollandalılar kutu kutu evlerine sığamayıp pencere eşiklerine oturmuş, bacaklarını dışarıya sallandırıyorlar. Sabahları kuş sesleriyle uyanıyorum ve yüzümde bir gülücükle baharı karşılıyorum!

Genelde toplantılar ve çalışmayla geçen bir gezi olduğu için bir gün hariç şehre inemedim, havaalanına yakın bir otelde kaldım. Dorint Hotel, çok düzgün bir business oteli, temiz ve modern, her şey cillop gibi, yatağı, odadaki koltukları müthiş rahat, kahvaltı derseniz inanılmaz çeşit var, hayran oldum! Yarım saatte bir havaalanına bedava shuttle olduğu ve bunun yanı sıra otelin hemen önünden otobüs geçtiği için ulaşım konusunda hiç sıkıntı yaşamadım.

Amsterdam’dan bir haber daha: Ocak’ta tüm cepheleri örtülerle kaplı olan Kraliyet Sarayı neredeyse tamamen açılmış, Dam Meydanına gidip görebildim sonunda.. Bir de en sevdiğim yerlerden Spui Meydanı'na uğradım, oradaki garip ağaçlarım yeşillenmiş, yapraklarla kaplanmış..

Bu geziyle ilgili bir de ilginç bir anı.. Amsterdam’a gidiş uçuşumda üç kişilik sırada iki kişiydik, ben cam kenarı bir de bir adam koridorda, ortamız boş. Oh ne ala diyerek bir güzel yayılıp bir şeyler okurken yemek servisi başladı ve birden hostes yanımızda biterek ortamıza birini oturttu: pilot! Bize kendini tanıtan misafirimiz 3.pilot olduğunu söyledi. Normalde kısa uçuşlarda iki pilot olurken bu uçak durmadan geri döneceği için üç pilotla uçtuğumuzu açıkladı. Kokpitte yer olmadığı için yemeğini bizimle yiyecekmiş! Bize verilen seçenekler tavuk ve makarna iken pilotun köfte yediğini gören biz iki meraklı hemen neden yemeğin farklı olduğunu sorduk. Leslie Nielsen’ın Airplane filmindeki olay gerçekmiş, pilotlar asla aynı yemeği yemezlermiş. Üç pilot olunca da üçüncü bir seçenek sunuluyormuş.. Bununla başlayan sorular devam etti ve pilot yemeği boyunca çapraz sorguya tutuldu, sanırım yedikleri burnundan geldi. THY’de pilotlar filolara ayrılıyormuş, bunu belirleyen de uçağın tipiymiş. Yurtiçi-yurtdışı diye bir ayrım yokmuş, toplam uçuş saatleri tutturulacak şekilde uçuşlar planlanıyormuş vs.vs…

6.04.2011

Biraz İngiltere havası..

Kısa bir İngiltere yolculuğu. İş için, bir gün Kingston, iki gün Basingstoke’ta olmak üzere Londra yakınlarına küçük bir yolculuk yaptım; ama bu gezide zaman darlığından Londra’nın merkezine inme fırsatım olmadı.

Kingston’da zaten çok kısa vakit geçirdiğim için izlenimlerimi yazamayacağım ama benim gerek Kingston gerek Basingstoke deyince aklıma ilk gelen şey, yemyeşil oldukları. Londra gibi eski bir yerleşimde bu kadar yoğun ve iyi korunmuş yeşil alanın, devasa parkların olması İstanbul’dan sonra bana o kadar güzel göründü, bu yeşil görüntü beni o kadar çarptı ki, bahsedilecek konular arasında kapalı ve gri havanın bile önüne geçti!

Kingston’da bir toplantı için bir gün geçirdim. Buradaki en temel gözlemim İngilizlerin yemek alışkanlıkları! Şirket toplantılarında öğle arasında her yerde sandviç verilir ama burada olduğu gibi onlarca çeşit üçgen sandviç ve sevinç içinde devasa kaselere doldurup avuç avuç yedikleri paketlerce cipsi görünce içimden onlara acımadım değil.

Basingstoke Londra’ya trenle 50 dakika mesafede küçük bir şehir, biraz kasaba gibi. Merkezinde tren garı, bir alışveriş merkezi, bir sinema, lokantalar, publar, çevresinde ise evler, oteller ve içinde bizim şirketin de bulunduğu bazı şirketler ve tabii ki istemediğiniz kadar bol yeşil alan var. Sosyal etkinlikler çok kısıtlı olduğu için burada yaşayanlar Boringstoke olarak da adlandırıyorlar. Ben gerek iki gün kaldığım gerek trenle bu kadar kısa sürede Londra gibi bir etkinlik cennetine ulaşılabildiği için dışarıdan biri olarak bu tanımlamayı biraz haksız buldum, ama yaşamadan yorum yapmak zor tabii.

Daha önce Londra’ya yaptığım gezide ve bu kısa gezide bayıldığım şey, toplu ulaşımın rahatlığı. Evet Londra deli gibi pahalı bir şehir, ulaşım da aynı derecede pahalı, ama tüm şehri saran süper bir metro ağı var. İş çıkışı gibi çok kalabalık saatlere denk gelmedikçe oturarak, kitabınızı okuyarak, sırf haritaları ve renkleri takip ederek bir sürü hat değiştirmek zorunda kalsanız bile çok rahat ve keyifli yolculuklar yapıyorsunuz, tabii bolca “Mind the gap, please!” duyarak..

Bir başka not, İngiltere şu an kraliyet düğünüyle pek bir meşgul görünüyor. Her yerde William-Kate kitapları, hediyelik eşyaları, fotoğrafları satışta. 29 Nisan resmi tatil ilan edilmiş, herkes töreni canlı izlemekten bahsediyor. Sanırım Diana furyasının bir uzantısı bu.

Gezi sırasında Ealing’e uğrayarak burada yaşayan kuzenimi, minik bebeğini ve halamı görmek ve birkaç saat sohbet etmek de çok hoş bir tesadüf oldu.

Ve Heathrow.. İngiltere’ye girerken çok sıkıntı çektik. Pasaport kontrolünde çok az memur olduğundan ve Hindistan’dan gelen bir uçakla aynı anda kuyruğa girdiğimizden havaalanından çıkıp yakındaki otelimize varmamız neredeyse 2 saat sürdü! Dönüşte ise biraz keşif yapıp dolanmayla geçti. Alışveriş açısından THYnin kullandığı Terminal 3 biraz kısıtlı. Harrods bakımda olduğu için kapalı, bana öve öve bitiremedikleri Dixons ise küçücüktü, biraz hayalkırıklığına uğradım. Ama THY uçaklarından büyük ve her koltukta ekran olanlara denk gelmemize çok sevindim.

Özetle, güzel birkaç gün geçirdim, hava değişikliği, ferah ve medeni bir yerler görmek ve birkaç günlüğüne gazetelerden uzak kalmak bile bana çok dinlendirici geldi!

28.01.2011

amsterdam - not defterimden..


Tavsiyeler
Iamsterdam CardMüzeler, ulaşım, indirimler (1-2-3 günlük seçenekler)
Kanal gezisiHolland International
Ulaşım* Ulaşım ile ilgili genel bilgiler
* Ulaşım planlayıcı (Reisplanner)
* Havaalanından ulaşım: Hotel shuttle (15,5 EUR)
OtelBest Western Delphi (Apollolaan- 5 nolu tramvay!)

amsterdam günlükleri – 5

Amsterdam kaçamağımda sona doğru yaklaşırken kesinlikle parmak basmam gereken özellikle üç konu daha var: insanlar, ulaşım ve yemekler! Kısa kısa..

İnsanlar

Amsterdam genç, canlı bir şehir, bu da her şeyden çok insanlardan kaynaklanıyor.

Amsterdamlılar, veya tanıdığım kadarıyla Hollandalılar bende genel olarak çok olumlu bir izlenim bıraktı. Sokakta gördüğünüz insanlar genellikle güleryüzlü ve çok yardımseverler. Çok iyi İngilizce konuşuyorlar, iletişim kurmamak biraz zor! Bir şey sorduğunuzda hemen ilgileniyor, konuşuyor, gülümsüyorlar, diğer Avrupa şehirlerindeki o burnu havada soğukluğa burada fazla rastlamadım. Belki bunda insanların çok farklı kültürlerle birlikte yaşamaya alışık olmalarının bir etkisi vardır. Özellikle Amsterdam gerçekten uluslararası bir şehir, burada turistler dışında da çok fazla yabancı var. Özellikle dikkat çekici bir Uzakdoğulu ağırlığı fark ediliyor..

Burada süt ve süt ürünleri deliler gibi tüketiliyor ve sonuçlar sanırım ortada! Hollandalılar genel olarak çok uzun boylu, çok kocamanlar; insan onların yanında kendini yer cücesi gibi hissediyor. Ofiste 1,78 boyundaki bir kadının kendini yeni nesilin yanında küçücük hissettiğini duyunca çok güldüm.. Süt içmeyi sevmeyen ve sütün boy uzattığına inanmayan çocukları lütfen Hollanda’ya alalım!

Gördüğüm kadarıyla insanlar spora çok düşkün. Sabah akşam bisiklete bindikleri yetmezmiş gibi konuştuğum kişilerin çoğu haftasonu için planladığı spor etkinliklerinden bahsediyor: basketbol, paten vs. Yeterli kar olması durumunda her sene ülkenin kuzeyindeki Friesland’de yapılan 11 City Tour isimli çok meşhur bir paten yarışları varmış, anladığım kadarıyla çok geleneksel bir aktivite ve onlar için çok önemli.. Ne zaman hava durumuyla ilgili bir laf açılsa konu bu yarışa geliyor, “Umarız bu sene bol kar yağar da paten yarışını izleriz” diye ekliyorlar.


Bir de Ajax konusu var, ilgi alanıma girmediği için pas geçiyorum..

Ulaşım

Amsterdam’ın merkezi nispeten küçük sayılır. Şehir içinde pek araba yok, yürüyerek veya bisikletle, onun dışında da genelde tramvay ve kanal tekneleriyle ulaşım sağlanıyor. Centraal’dan kalkan tramvaylar şehir merkezinin neredeyse her noktasını dolaşıyor. Ben bu gezide otelimin çok yakınından geçen ve merkezdeki her yere gidebildiğim efsane 5 numaralı tramvayın abonesi oldum! Tramvay sistemi genellikle çok etkin işliyor. Neredeyse her gün tepe tepe kullanmama rağmen sadece bir kere sistemin aksadığını gördüm- orada da yaklaşık bir saat boyunca genel sistem arızalandığından tüm tramvay ulaşımı durdu!

Merkez-havaalanı ulaşımı için bence araba çok iyi bir seçim değil; çünkü özellikle sabah ve akşam iş çıkış saatlerinde yoğun trafik olabiliyor. Havaalanından kalkan trenler Centraal, Station Zuid gibi merkezi istasyonlara çok kısa sürede ulaştıklarından kesinlikle arabadan daha iyi bir alternatifler.

Sular üzerinde kurulu Amsterdam’da diğer Avrupa şehirlerindeki gibi bir metro sisteminden bahsetmek zor. Gerçi bir metro var; ama şehrin merkezinden değil, biraz çevresinden geçiyor. Bir de merkeze metro yapmak için bir proje devam ediyormuş; ama aynen bizim Ankara metrosunda olduğu gibi tahmini bitiş tarihi meçhul bir proje, ertelendikçe erteleniyormuş.

Bilet sistemine gelince, o konu biraz karışık.. Eskiden kullandıkları strippenkart isimli bir sistemleri varmış. Undutchables kitabında ironik bir şekilde bahsedildiğine göre, insanlar tam bu sistemi çözmüş, işte o zaman şehir idaresi sistemi değiştirmenin zamanı geldiğine karar vermiş! Şimdi ov chipcard adı verilen yeni bir sistem kullanılıyor. Bizdeki akbil benzeri bir şey; ama elbette o kadar basit değil!

Meraklısına, benim anladığım kadarıyla ov chipcard çeşitleri:
1- Gerçek ov chipcard: Kimlik gibi, kişiye özel bir kart, Amsterdam’da yaşayanlar için. Önce kart için sabit bir ücret ödeniyor ve sonra da karta istendiği kadar kredi yükleniyor. Mantığı ise mesafe bazlı ücretlendirme, Londra’daki oystercard gibi. Her yolculukta belirli bir baz ücret kesiliyor, üzerine de check-in check-out arasındaki mesafeye göre değişken bir ücret uygulanıyor.
2- Anonim ov chipcard: Yukarıdakinin kimliksiz olanı, Amsterdamlıymış gibi yapmak isteyen turistler için- yani bu benim kartım!
3- Disposable ov chipcard: Kağıttan yapılma, kimlik ücreti olmayan en basit kart. Bunların da 1 haftalık (her yerde bulunmuyor), 1 günlük ve 1 saatlik (bunlar her yerde var) çeşitleri var.

Bu kartlar GVB araçlarında, yani otobüs, tramvay ve metroda geçerli. Her yolculukta check-in, check-out yapmak gerekiyor. Yukarıdaki ilk ikisi için anladım da, zaman limitli üçüncü çeşit kartlarda niye ısrarla check-in check-out istediklerini çözemedim. Gece otobüsleri konusu ise muamma. Bu kartların trenlerde geçip geçmedikleri ise başka bir muamma. Benim üç hafta sonunda anladığım, disposable kartlar trenlerde geçmiyor, diğerlerinin geçmesi için kartta minimum 20 euro kredi olması gerekiyor! Neden? Kimse bilmiyor. Herkes başka bir şey söylüyor, neyse fazla kurcalamamak lazım!

Trenlere tek bilet alınabiliyor. Tren bilet makinaları var, burada bozuk para ya da kredi kartıyla bilet alınabiliyor. Ekranların hepsi İngilizce olmadığı için internette bu ekranların simülatörlerini bulmak mümkün! Uğraşmayayım, gişeden alayım derseniz bunun karşılığında bilet başına 0,5 Euro fazladan ödemeniz gerekiyor.

Trenlere toplu bilet alayım derseniz onların ücretlendirmesi ayrı. Burada da zone sistemi var. Sezonluk bilet almak için bir baz zone, bir de kaç seyahat edeceğiniz komşu zone sayısı seçiyorsunuz. Bir karmaşa bir karmaşa. Bu sistemle ilgili siteyi incelediğimde aklıma hemen üniversitedeki Travelling Salesman problemleri geldi! Biraz daha zorlasalar işi oraya kadar götüreceklermiş! Eğer Hollandalılar bu sistemi anlıyor ve etkin kullanıyorlarsa bence şapka çıkartmak lazım! Abartmadığımı kanıtlamak için bağlantı burada.

Bence tüm ulaşım sistemini biraz fazla karıştırmışlar. Kısa zaman kalıyorsanız çok sorun değil; ama daha uzun zamanda Amsterdam’da ulaşımı ucuza getirmek ve neye ihtiyacınız olduğuna karar vermek için sistemi biraz anlamak gerekiyor.

Yemekler

Hollanda mutfağında çorbalar (ör. erwtensoep), sandviçler, patates kızartması vs. dışında çok öne çıkan bir yemek yok. Ama Amsterdam’da pek çok farklı mutfaktan güzel restoranlar bulmak mümkün. Adım başı İtalyan ve Arjantin lokantaları var. Özellikle bu Arjantin işini pek çözemedim; sanırım zamanında bir Arjantinli buraya gelip bir steakhouse açmış ve çok büyük bir başarı kazanmış. Onun peşinden gidenler de Amsterdam’da böyle bir Arjantin furyası başlatmışlar. Aslında bu lokantaların çoğunun Arjantin ile ilgisi yok, sadece adları böyle, işletmeleri tamamen başkalarına ait, garsonlar ise her yerden. Örneğin Toro Dorado’daki garsonlarımızın biri Nepalli, biri Portekizliydi!

Burada kaldığım süre boyunca denediğim değişik mutfakları sayarsam belki Amsterdam lokantalarının ne kadar çeşitli bir yelpazeye yayıldığına bir örnek olur: İtalyan, Arjantin, Meksika, Thai, Çin, Hint, Japon.. Bir de çok fazla Endonezya lokantası gördüm; ama henüz denemeye fırsat olmadı. Tam merkezde olmasa da pek çok bölgede çok fazla Türk lokantası da var. Dahası, Muntplein’a yakın bir Güllüoğlu’na rastladım!

Not. Çok uzun ve garip Reguliersdwarsstraat isimli sokakta yan yana pek çok güzel ve hesaplı restoran bulmak mümkün.

Monnickendam

Özel olarak bahsetmek istediğim iki restoran var. Birincisi arabayla gittiğimiz Volendam şehrindeki bir otel restoranı, Spaander. Volendam otantik bir balıkçı köyü. Spaander ise bu çevrede yıllardır bilinen, klasik bir restoranmış. Bu çevrelerde fümesi meşhur bir cins yılan balığı yaygınmış, adı paling. Spaander restoranında paling ve yine Hollanda’da çok tüketilen herring (ringa) yedik ve clam chowder’a benzer harika ötesi bir balık çorbası içtik, bu üçünü unutamıyorum!

Bambaşka bir tarz, ama mutlaka bahsetmem gereken bir başka lokanta: Pasta e Basta. Burası popüler bir mekan, günlerce yer bulamadım ama son hafta talihim açıldı ve rezervasyonla güzel bir masa ayarlayabildim.

Burası çok ilginç bir restoran (babamın kulaklarını epeyce çınlattım). Garsonlar size menüyü veriyorlar, istediklerinizi seçiyorsunuz, derken tam sipariş verecekken garson gelip “Pardon, şu andan itibaren konuşamayacağım, birazdan görüşürüz” gibi garip bir şey söylüyor, siz de anlamadan şaşıp kalıyorsunuz. Sonra mikrofonlu biri çıkıp “Lütfen şimdi konuşmayı bırakın” diye anons yapıyor ve sahneye garsonlardan biri çıkıp şarkı söylemeye başlıyor. Jazz, pop, opera aryaları.. Bir şarkı bitince 10-15 dakika hayat normale dönüyor, konuşma izni çıkıyor, garsonlar servise devam ediyor. Ama bir sonraki anonsta eğer şarkı mikrofonsuz söylenecekse tekrar susulup aynı süreç tekrarlanıyor, çok alem!!

Garsonların hepsi güzel sesli, gece boyunca sırayla şarkılar söylüyorlar.. İşin komiği, bir şarkının ortasında herkes şşt pşşt diye susturulurken lokantanın güvenlik alarm sistemi ötmeye başlamasın mı! Alelacele şifre girip alarmı susturdular; ama içimden kıs kıs güldüm, demek ki bu Pronet sülalesi her yerde aynı derecede ızdıraplı! Neyse, yemekler genel olarak güzel. İtalyan tarzı makarnalar, risottolar vs. var, özellikle deniz mahsullü makarnaları güzeldi.. Bir de açık büfe başlangıçlar var ki gece boyunca çalan kuyruklu piyanonun üstünden alınıyor. Kısacası Pasta e Basta, yemekleri, müzikleri ve ambiyansı ile bayağı ilginç bir yer. Sadece akşamları açıklar ve rezervasyon kesinkes şart.



Peynirlerden daha önce bahsetmiştim; ama burada en sevdiğim şeylerden biri olduğu için tekrar değinebilirim.. Dönüş için planladığım ganimetler arasındaki bazı peynirler: Gouda, Edam, Milner, Maasdammer, Old Amsterdam, Kantenaar.. Bir not, buradaki peynirler yaşlarına göre sınıflandırılıyor. Bizdeki eski kaşar-yeni kaşar ayrımı gibi burada daha detaylı bir derecelendirme var. Aynı peynirin gencini, orta yaşlısını, yaşlısını bulmak mümkün. Peynir yaşlandıkça sertleşiyor, kuruyor ve bu yüzden aynı gramajda daha çok yağ içeriyor. 45+, 48+ şeklinde numaralandırılan peynirler gerçekten çok yağlı ve çok kalorili imiş; ama ne gam!

Bir de son olarak drop’tan bahsetmeliyim sanırım. Aslında yıllar önce tanışmıştım drop’la. Hollanda’dan gelen biri “Bakın bu Hollanda’nın en önemli spesiyalitesidir, mutlaka tadın” diyerek ikram etmişti bunu. O zaman bu zaman adını unutmuşum; ama tadını asla!! Sadece mikroskobik bir parça drop tatmak bile beni derhal o güne götürdü, tüm eski kötü anılarımı bir anda ateşledi! Bu, tarif etmesi zor bir tat.. Dışarıdan çok koyu renkli, harika bir bitter çikolata gibi görünüyor; ama bu sadece bir aldatmaca!! Ağzınıza attığınızda kayış gibi ve garip bir şekilde tuzlu bir şeyle karşılaşıyorsunuz.. Gerçi dropun başka çeşitleri de varmış, az tuzlu, hatta tatlı vs. Bazıları seviyor; ama ben kesinlikle minicik bir parçasını bile yutmayı henüz başaramadım; bu hayat için bu kadar drop macerasının yeterli olduğuna karar verdim. Beğenene..

Çıkınımı toplarken..

Amsterdam konulu yazı dizimi (!) böylece tamamlamış bulunuyorum.

Kısa bir değerlendirme: Soğuk havaya rağmen dolu dolu bir üç hafta geçirdim..

Bu sürenin sonunda şaşkın ördek gibi bisiklet yollarına girmemeyi artık öğrendim; uslu bir Hollandalı gibi tramvaylarda check-in & check-out yapmaya alıştım.. Artık sabahları uyandığımda kapkaranlık olan ve bir türlü aydınlanmak bilmeyen havaya da, akşam erkenden kapanan ve bazılarına hiç denk gelemediğim dükkanlara da fazla hayıflanmıyorum. İnsanların çalıştığı ve yaşadığı yerlerin ayrı şehirler gibi görünseler de genelde birbirlerine İstanbul’daki bazı semtlerden çok daha yakın olduğunu sonunda algıladım, artık fazla şaşırmıyorum. h şeklinde okunan g harflerini garipsemiyorum (‘fan Hoh’, ‘Houda’ peyniri, ‘lohin’!!).. Çok mükemmel olmasa da sanırım ‘zuid’ (south) kelimesini artık doğru telaffuz edebiliyorum- bu benim gurur meselemdi, bunu İngilizce’ye sığınmadan söylediğimde insanların beni anlaması gözlerimi yaşartıyor!!

Oscar konuşması gibi olacak ama, aldığım tüm peynir ve lale soğanlarını bavuluma sığdırmaya çalıştığım şu son dakikalarda, başta bu gezi için bana sponsor olan şirketime (not: isim vermiyorum, reklam yapmıyorum!), geçen haftasonu bana eşlik eden anneme ve babama, bizi Amsterdam yakınındaki Monnickendam ve Volendam’da kısa bir gezintiye çıkaran İbrahim Güngen ve eşi Carla’ya, ayrıca yorumları için Gülçin’e çok teşekkür ederim!