27.09.2009

kuzey ege gezisi

18-22 Eylül 2009

Neredeyse her tatilin öncesinde olduğu gibi, bu Şeker Bayramına doğru da kafamın içinde yeni bir seyahat için düşünce baloncukları oluşmaya başladı yavaş yavaş. Benim daha önce hiç ayak basmadığım, Engin'in ise bazı yerlere gitse de hiç hatırlamadığı Kuzey Ege civarını hedef olarak belirledik. Normalde çok tercih etmememize rağmen, tatilin kısa oluşu ve bu bölgeyi ikimizin de bilmemesi sebebiyle, bizim için bir keşif turu olacak bu geziye turla gitmeye karar verdik. Vip Turizm firmasıyla, çoğunlukla otobüste geçireceğimiz dört günlük gezimiz için cuma geceyarısına doğru İstanbul’dan yola çıktık. Güzergahımız, Ayvalık merkezde kalmak üzere, Ayvalık ve çevresi, Bergama, Kazdağları, Assos ve Çanakkale olacaktı.

yollarda

Sabah saatlerinde Burhaniye-Ören’deki bir otelin önünde durduğumuzda, bütün gecenin yol yorgunluğu ve sabah mahmurluğuyla karışık küçük çapta bir şaşkınlık geçirdik; çünkü kayıt yaptırdığımız programa göre konaklama Burhaniye’de değil, Ayvalık’ta olmalıydı! Öğrendik ki, çoğunluğun tercihine göre otel değiştirilmiş ve nedense bize konuyla ilgili bilgi verilmemişti. Turla geziye çıkmanın ilk cilvesini böylece yaşadık; ama zaten gezi esnasında otel ve yatak yüzü görmeyeceğimize kendimizi hazırladığımızdan olacak, çok üstünde durmadık. (Not: Zaten otel Ayvalık’a uzak olmasının yanı sıra, kötü kokuyordu ve çok temiz değildi; tüm grubun şikayetçi olması üzerine aynı akşam Ayvalık-Sarımsaklı’da başka bir otele transfer olduk ve böylece otel konusunda nispeten muradımıza erdik!)

Kır kahvaltısı

Geziye başlangıç noktamız, Akçay yakınlarındaki Volki isimli bir işletmede yaptığımız kır kahvaltısı (eh, bir şey nasıl başlandıysa öyle gidermiş; biz de gezi sonuna kadar aynı şekilde tam gaz yemeğe devam ettik!). Temiz hava, zeytinler, peynirler, domatesler ve pişi (kızarmış mayalı hamur).. Ortamda bir çiftlik havası var: etrafta dolaşan kazlar, kedi, köpek, tavuk, tavşan, dahası bir at ve bir eşek, ne ararsanız..

Kahvaltıdan sonra Kazdağlarının eteğinde Tahtakuşlar isimli bir köydeki aynı isimli özel müzeyi ziyaret ettik. Müze, Köy Enstitüsü mezunu Alibey Kudar ve ailesinin kendi çabalarıyla kurup yıllar içinde genişlettikleri bir köy-etnografya müzesi. Müzede ağırlıklı olarak Yörük kültürünü yansıtan objeler, Türkmen çadırları, 40’lı 50’li yıllara ait toplanmış antika eşyalar, eski kitaplar, Köy Enstitüsü mezunlarının bizzat yaptığı aletler ve bütün bunların yanısıra içi doldurulmuş dev bir Caretta-Caretta var.

kazdağları.. ormanın içinde..

safari ve yanık ense!

Sırada günün olayı var: Kazdağlarını keşfetmek için daha küçük bir grupla jiple safari turuna çıkıyoruz. Bizim bindiğimiz jip, İkinci Dünya Savaşı filmlerinden fırlamış gibi; bayağı külüstür, kapıları şiddetli bir gürültüyle kapanıyor, üstü açık, motoru gürültülü. Aralarda mola vererek dağda ilerlemeye başlıyoruz. Şoförümüz, fazla konuşmayan; ama çevreyi iyi tanıdığı belli olan, iri yarı, haki giysili, yanık enseli bir adam. 4-5 jiplik grupta, her moladan sonra öne geçme, ilk yola çıkan jip olma savaşı veriyoruz ki dağlardaki yabani hayvanları görme şansımız yüksek olsun. Arkadan gelenlerin, ilk jipin motor sesinden ürküp uzaklaşan hayvanları görme şansı kalmıyor.

Rehberler bu dağlarda ayı, yaban domuzu, vaşak ve karacaların yaşadığını söylüyor. Biz de yol boyu pür dikkat etrafa bakınıyoruz; ama gelen geçen yok. Hava rüzgarlı ve bol oksijenli (Kazdağları dünyanın 2. büyük oksijen deposuymuş zaten); burun deliklerimiz açılıyor, temiz havanın etkisiyle biraz sersemliyoruz. Aramızda konuşarak ilerlerken, yanık enseli şoför, birden elini havaya kaldırarak kesin bir ifadeyle “Susun!” diyor ve motoru kapatıyor, “İşte orada..” İşaret ettiği tepede, bir karaca durmuş, gözlerini bize dikmiş aşağıya bakıyor, yanında yavrusu. Yavruyu kaçırıyorum; ama karacayı fotoğraflamayı başarak turun fotoğrafçısı seçiliyorum :) Bundan sonra biz dahil hiç kimse sincap dışında bir hayvan göremiyor. Yanık enseli şoför, hayvanların gündüz dinlendiğini; ama akşamları avlanmaya çıktıkları için çok rahat görülebileceğini söyleyince grupta geziyi gece karanlıkta da tekrarlama fikri uçuşuyor; ama ne yazık ki zindelik ve cesaret seviyemiz bu fikri hayata geçirmeye yetecek düzeyde değil..

karacam!

Bu bölgede Ağlayan Çam isimli efsanevi bir ağaç var; gövdesinden saf su akıttığı ve çevresindeki diğer ağaçlardan çok uzun süre yaşadığı için bu isim verilmiş. Daha sonra Şahin Deresi Kanyonu’nun çevresinden dolaşıyoruz, uçurum kenarında müthiş manzaralar var. Kanyonun alt taraflarına doğru iniyoruz, burada derme çatma bir tesiste (!) bize çok lezzetli gelen bir öğle yemeği yiyip çevredeki kartpostaldan fırlamış gibi duran pınarlar, kayalıklar, su birikintileri arasında yürüyüşler yapıyoruz. Dönüşte hava buz gibi, esen rüzgara polarlar, rüzgarlıklar, kapüşonlar yetmiyor. Dağlardan inip Altınoluk üzerinden geri dönüyoruz. Akşama uzun ve güzel bir uyku bizi bekliyor..

ayvalık adalar tekne turu

Kalabalık tekne turlarından oldum olası hoşlanmam, ikinci gün çıktığımız Ayvalık çevresi turu da buna bir istisna olmuyor. Molalarda denize girenler olsa da, hava rüzgarlı olduğu için biz hiç tenezzül etmiyoruz, iğrenç müzikler çalıp ortamın huzurunu bozan vıcık vıcık animatörden de uzak duruyoruz.

Ayvalık ve çevresinde, en büyüğü Cunda (Alibey) olan 24 tane irili ufaklı ada var. Biz de denize girmek yerine çevreyi izliyoruz. Yemeğimiz, Ayvalık civarının meşhur balığı papalina; sardalyaya benzer, küçük bir balık. Bir ara masaya koca burunlu beyaz saçlı bir adam oturuyor, meğer teknenin Girit asıllı kaptanıymış. Komik bir şivesi var, biraz sohbet ediyoruz. Kaptan, yanımızdaki başka bir tekneyle dalga geçiyor; tekne iyi demirleyememiş, rüzgarda sürükleniyor ama içindekiler farkında değil. Yüzerek kıyıya çıkmış olan yolcuların kumsal romantizminin, teknenin gözden uzaklaşmasıyla birlikte ani bir panik ve el sallamalara dönüşmesini gülerek izliyoruz.

işte gerçek bir ada: cunda!

Tarçınlı lokma

Tekne bizi Cunda Adası’na bırakıyor. İşte gezinin en hoşuma giden yerlerinden biri! Burası gerçek bir ada, kendine özgü bir karakteri var: arnavut kaldırımlar, taş Rum evleri ve ta iskeleden yolcuları karşılayan lokma kokusu. Biraz yürüyüp virane haldeki Taksiyarhis Kilisesi’ne ve birkaç kiliseye dışardan bakıyoruz. Sokaklarda yürümek ve çevredeki rengarenk evlere, yüksek pencerelere, değişik kapılara bakmak insana mutluluk veriyor. Öyle ki hızımızı alamayıp ertesi gün programda olan Foça’ya gitmek yerine gruptan ayrılıp Cunda’yı bir kez daha ziyaret ediyoruz.

Bay Nihat'ta soframız

Adada en hakim lezzet, damla sakızı -hatta Bay Nihat’ta damla sakızlı ahtapot bile yapıyorlar! İki gün boyunca adada yiyip içtiklerimizi saymak gerekirse: damla sakızlı dondurma, yüksek tavanlı ve renkli camlı ünlü Taş Kahve’de damla sakızlı Türk kahvesi, damla sakızlı muhallebi, tarçınlı lokma, zeytinli dondurma (ilginç bir lezzet, benim hoşuma gitti). Bay Nihat’ta bir öğle yemeğini de araya sıkıştırıyoruz. Mezelerden takılıyoruz: girit ezmesi (ama fıstıklı değil, badem ve fındıklı), fener kavurma, kalamar dolma, fırında kaşarlı kidonya (kabuklu, tarak benzeri bir canlı), karışık otlar (hardal-sirgen ve istifno), salatalar ve sakızlı muhallebi. Üzerine karanfil serpilmiş isli keçi peyniri de hoşuma gitti. Mezeler iyi hoş da, fiyatlar bayağı pahalı, balık yemememize ve küçük şaraba rağmen iki kişi 115 lira ödüyoruz.

şu şeytan işini biliyormuş..

Güneşi Şeytan Sofrası’nda batırıyoruz. Burası bir tepe, yakın zamanda sanırım arka tarafı yanmış. Şeytanın ayak izi denilen kafes içindeki ize şöyle bir bakıp hemen manzaraya koşuyoruz. Ayvalık ve adalar ayaklarımızın altında, müthiş bir manzara. Ortamda yüzlerce kişi var, dolayısıyla neredeyse her salise fotoğraf çekiliyor burada. Başkalarının verdiği kimi komik kimi artistik pozları izlemek de insanı güldürüyor.
sarımsaklı

Otelimiz (Billurcu Otel), Ayvalık’ın biraz dışında yer alan ve plajıyla ünlü Sarımsaklı’da. (Otelin en büyük eksisi televizyonda NTV’nin çıkmamasıydı; böylece Eurobasket finalleri bizim için hayal oldu!) Hava muhalefetinden ve programımızın yoğunluğundan ötürü Sarımsaklı’da denize giremedik; ama akşamları Sarımsaklı’nın merkezinde biraz yürüyerek Lunapark, pazar yeri ve dondurmacılardan oluşan o pek canlı gece hayatına (!) tanıklık etme şansı bulduk.

tepelerde bir şehir: pergamon - bergama

Bu gezide Müzekart’larımızı tepe tepe kullanma fırsatını buluyoruz. İlk ziyaret ettiğimiz antik şehir, Ayvalık’a bir saat kadar bir mesafede bulunan Bergama ilçesindeki Pergamon şehri. Şehir, deniz kenarına değil, tepeye kurulmuş. Ben burada yaşayamazdım herhalde; çünkü şehir feci esiyor! En tepe noktasında Trajan tapınağından kalma güzel korint sütunlar var. Kemerli bir geçit neredeyse hiç bozulmadan kalmış. En etkileyici yer, tabii ki, dimdik tiyatrosu. Sanırım dünyanın en dik tiyatrosuymuş burası; tiyatronun yanı sıra müthiş bir manzara da seyrediyormuş seyirciler.. Çıkarken rehber bir ağacı gösteriyor, ‘ee ağaç işte, önünde sadece birkaç basamak var?’ diye geçiriyoruz içimizden. Meğer burası Zeus Sunağının bulunduğu yermiş; dev bir bina olan sunak şu an Berlin’de Pergamon(!) isimli müzede bulunuyor. Bizim payımıza da bu basamaklar ve yalnız ağaç düşmüş. Müze girişindeki tabelada yazılanlar ise insanı acı acı gülümsetiyor.

Zeus Sunağı'nın başına gelenler ve aklı başına sonradan gelenler!

Bergama’ya yakın bir başka gezi noktası, Asklepion. Burası dünyanın en eski hastanesi-tedavi merkezi denilebilir; kapısında yılanlı bir küçük anıt da var. Buraya gelen hastalar, içeriye girmeden önce uzunca bir yoldan (stoa) yürüyorlarmış ve böylece doktorlar hastanın yürüyüşünü uzaktan izleyerek ilk incelemelerini yapıyormuş. Ümitsiz durumdaki hastaların buraya kabul edilme şansı zaten yokmuş. Hastalar, su sesi, uyku, müzik ve çamur banyosu gibi metotlarla tedavi ediliyormuş. Freud’dan binlerce yıl önce insanların uyutulup rüyalarının analiz edildiği uyku odaları özellikle ilgimi çekti.

Bergama’ya yakın bir başka tarihi mekana, orijini eski bir Mısır tapınağı olan ve daha sonra önemli bir Hristiyan kilisesi olarak işlev görmüş Kızıl Avlu’ya da uğradıktan sonra turdan ayrılıp bağımsızlığımızı ilan ediyoruz. Programda olmayan Bergama Müzesi’ni gezmeyi planlıyoruz.. ki bir ayrıntıyı atladığımızı kapıda fark ediyoruz: bu gün bayram da olsa, sonuçta bir pazartesi! Müzenin bekçisi hangi koşulda olursa olsun pazartesileri tüm Türkiye’de müzelerin kapalı olduğunu bilmiş bir tavırla belirtiyor. Bir tatil günü müzelerin kapalı olmasını aklımız almamasına rağmen, müzelerin tam bir devlet dairesi mantığında işletildiğini bir kez daha anlayarak boynumuz bükük, kapıdan geri dönüyoruz.

Bergama’da müzeler dışında bizim ilgimizi çeken fazla bir şey yok. Bu yüzden fazla zaman kaybetmeden 1.5 saatlik bir yolda balık istifi dolmuş bir minibüsle Ayvalık’ın yolunu tutuyoruz ve kendimize Cunda Adası ile Ayvalık’ın arka sokaklarını keşfetmek için ekstra zaman yaratıyoruz...

ayvalık

Marina ve deniz kenarında yürürken Ayvalık bana biraz Karşıyaka’yı hatırlattı. Arkalarda ise uzun bacaları olan binalar görülüyor, bunlar zeytinyağı fabrikalarıymış. Aralarda rengarenk taş evler karşınıza çıkıyor, özellikle iç kısımlarda.

Ayvalık’ın arka sokaklarında kiliseden bozma birkaç cami var (Saatli Cami, Çınarlı Cami vs.) Bir de haritada rastlayıp yakından da görmek istediğimiz Ayazma isimli bir yapı var ki bulunduğu yer, Barbaros Caddesi. Ama yürürken şaşarak fark ediyoruz ki, o bölgedeki neredeyse tüm caddelerin ismi Barbaros Caddesi! Neyse, tesadüfen harabe halindeki Ayazma’yı buluyoruz ama Ayazma’dan çok, ışıksız ortam ve temiz havadan dolayı gökyüzünde müthiş bir görüntü oluşturan çok fazla sayıdaki yıldız ilgimizi çekiyor.. Yıldızları seyredip bir Ayvalık tostuyla akşamımızı tamamlamak üzere deniz kenarına geri dönüyoruz.

adatepe ve gezinin en süper manzarası: zeus altarı!

Dönüş yolculuğumuzdaki rota, Edremit Körfezi ve Çanakkale’de çeşitli uğrak noktaları. İlk durak, Adatepe köyü. Burası taş evlerden oluşan bir Rum yerleşimi; ama mübadeleden sonra terkedilmiş. Köy, 1990’arda SİT alanı ilan ediliyor ve içindeki binalar bazı entellektüellerce restore edilerek şu anki haline getiriliyor.

Köyü uzaktan gören bir yoldan yürüyerek Zeus Altarı’na ulaşıyoruz. (Engin gezi boyunca sürekli olarak kendisi için gezinin doruk noktasını belirledi ve güncelledi: önce Kazdağları'nı, sonra Cunda'yı seçti; ama burayı görünce kesin kararını verdi: evet, en güzel nokta kesinlikle Zeus Altarı!) Burası, Gargaros ismiyle de anılan ve Zeus’un Truva savaşlarını izlediğine inanılan yer. Burası bir tepe ve merdivenle en üst noktasına çıkıldığında burada sadece sunağımsı bir taş kalıntı var; ama en önemlisi, neredeyse koy koy Edremit Körfezi’ni ve arkalarda Yunan adalarını gören, puslu, nefes kesen manzarası insanı kendine hayran bırakıyor.

Adatepe’de bir yere daha uğruyoruz: Adatepe Zeytinyağı Müzesi. Müze olarak, sadece eski bazı gereçler, şişeler, teneke kaplar vs. olsa da zeytin ve zeytine ait ürünlerin satıldığı mağazasının altını üstüne getiriyoruz. Engin özellikle kesme zeytine vuruluyor, ganimetleri yükleniyoruz..

behramkale-assos.. limon kekikleri içinde..

Assos antik kenti, bir tepe üstüne kurulmuş ve geriye sadece bazı sütun parçaları kalmış. Burada da güzel bir manzara var. Daha sonra aynı tepeye kurulan Behramkale köyü ise konum olarak biraz daha geride ve denizi görmüyor. Behramkale’nin, kıvrıla kıvrıla tepedeki kalesine çıkan ve iki yanında çeşitli şeylerin satıldığı tezgahlar bulunan arnavut kaldırımlı yolları var. Buraya ait olan ve hiç unutamayacağımız lezzet, dağlardan toplanıp satılan limon kekiği! Çok güçlü bir kokusu var, 4 bardağı 1 lira.. (İstanbul’a gelince evdeki normal kekikle karşılaştırdım, kokusu hakikaten muhteşem. Artık her yemeğe bir tutam limon kekiği koyarak yaşamımıza devam edeceğiz galiba!)

Assos’un bir de küçük bir sahili var. Behramkale’den minibüslerle iniliyor buraya. Birkaç balıkçı lokantası, pansiyonlar, küçük dükkanlar ve dondurmacılar var. Buranın lezzeti de waffle. Ama biraz farklı, incecik bir hamuru var, bir dondurma külah kalınlığında veya daha ince ve içine sadece sos ve dondurma koyuluyor. Yine damlasakızlı ve karadutlu dondurmalı wafflelarımızı da bir güzel mideye indiriyoruz.

truva ve çanakkale

Truva, meşhur atıyla bizi karşılıyor. Yakın dönem mahsulü bu atın içine girip, kaydırağın tepesinden annesine bakış fırlatan çocuklar misali dışarıya bakarak fotoğraf çektirmek de mümkün. Truva, eskiden deniz kenarında bir liman kentiymiş, oysa şu an deniz çok uzaklardan görülebiliyor. Eskiden fırtınalara karşı bir sığınak konumunda olmasını simgeleyen kocaman bir yelken bazı kalıntıların üzerini kaplıyor. Aslında Truva nispeten küçük bir şehir; surlar ve surların içinde, girişi üstten olan höyük tarzı evlere ait kalıntılar var burada. Aynı lokasyonda dokuz farklı zaman dilimi üst üste yaşanmış. Truva hazineleri ise, yine yurt dışına dağılmış durumda.

dönüş yolu

Çanakkale’yi sadece uzaktan görerek iskelede uzun bir feribot sırasına giriyoruz. Eceabat’a geçtikten sonra hava kararırken 57.Alay Şehitliği’ni ziyaret ediyoruz (Meşhur anıtı olan şehitlik değil burası). 57.Alay Şehitliği’nde, temsili mezar taşları, bazı anıtlar, heykeller ve yazılar bulunuyor. Atatürk’ün göğsündeki saatinden vurulduğu Conk Bayırı’na da uğrayıp Çanakkale’ye veda ediyoruz.

Tekrar yola çıktığımızda yorgunluktan tükenmişiz, güneş batmış, uyuklamaya başlıyoruz. Aradan zaman geçtikten sonra ışıklı bir yere geldiğimizi fark edip gözlerimizi açıyoruz ki Tekirdağ’daydayız. Saat gecenin 11’i ve geceyarısı yemeği olarak Ali Usta’da tekirdağ köftesi ve piyaz yiyoruz. Üzerine de o civarın tatlısı olduğu söylenen peynir tatlısını (tiftik tiftik, pişmaniye ve helva arası sarı renkli, peynirli değişik bir tatlı) ısmarlamayı ihmal etmiyoruz.

Artık İstanbul’a kadar deliksiz uyuyabiliriz..

Conk Bayırı'nda gün batımı


böylecelikle(!)..

Biraz yorucu, yoğun ama güzel bir keşif gezisi oldu bu. Bir dahaki Ege rotamızı da Bozcaada ve çevresi olarak belirledik, bakalım..

Rehberlerimiz sempatik insanlardı, özellikle Zehra hem esprili hem de bilgi verici güzel anlatımıyla beğenimizi kazandı; arkeoloji mezunu olan diğer rehberimizin ‘entoğrafya’, ‘sütün’, ‘Makadon kralı İskender’, 'istilal' (ihtilal+istila?),‘böylecelikle’ gibi kendine has ifadeleri de bizim için unutulmayacak bir diğer anı oldu!

Son not olarak gezi ganimetlerimizi sayalım: Damla sakızı ve domates reçelleri, bir çuval kadar limon kekiği, damla sakızlı Türk kahvesi, Girit leblebisi (bir çeşit kavrulmuş sarı leblebi, biraz sert ama çok lezzetli), benim favorim domat ve Engin’in favorisi kesik zeytin, zeytin ezmesi, zeytinyağlı sabun ve şampuanlar, Ege baharatları karışımları, saf deniz tuzu.. Bir de Sarımsaklı’da rastladığımız komik bir obje- adeta bir Zihni Sinir porocesi: ipliği iğneye geçirme makinesi!!!

31.08.2009

yalova

yalova'da sakin bir haftasonu
29-30 Ağustos 2009


Yalova Termal-Sultan Hamamı

Haftasonu farklı bir yerlere gidelim diye düşündük ve son zamanlarda fibromiyaljimin de kendisini iyiden iyiye hissettirmesiyle aklımıza Yalova Termal geldi. Cumartesi sabahtan gidip bir gece kalmayı ve Pazar günü akşamüstü geri dönmeyi planladık.

İstanbul'dan arabaya ihtiyaç duymadan da gidilebilecek yakın mesafe yerlerden biri Yalova. Deniz otobüsüyle yolculuk, Bostancı'dan 75, Kartal'dan 45 dakika kadar bir zaman alıyor. Biz de Cumartesi sabah deniz otobüsüyle 10:15 civarında Yalova'ya vardık ve Termal tesislerine geçmeden önce merkezde biraz yürüyerek zaman geçirdik.

Daha önce hiç görmediğim Yalova'yla ilgili zihnimdeki çağrışımlar: Yaşıtlarımdan bazılarının anneanne-babaannelerinin yanında yazlarını geçirdiği bir sayfiye yeri olması, güzel meyve-sebzeleri, Atatürk, ve belki de hepsinden çok öne çıkan 17 Ağustos. Şehir merkezinde yürüdüğümüz yerlerde depreme ait hiçbir ize rastlamadık. Bende depremle ilgili çok acı çağrışımlar yapan sahil ilçeleri Çınarcık ve Armutlu'ya ise gitmedik; zaten bir buçuk gün gibi kısa bir zamanımız olduğu için gezimizi sadece termal tesisler ve doğa yürüyüşleriyle sınırlı tuttuk.

Mavi-Yeşil yol

yalova termal tesisleri
Yalova Termal'e şehir merkezinden minibüslerle ulaşılabiliyor. Bu güzergahın bir kısmında, iki yanında yüksek ağaçlar bulunan gölgeli, güzel bir yoldan geçiliyor. Buraya ağaçlardan ötürü Mavi-yeşil yol deniyormuş ve buradaki ağaçlar Atatürk'ün emriyle dikilmiş. Zaten termal tesislerinin şu anki halini almasında Atatürk'ün buraya verdiği önemin ciddi katkısı var. Yalova'da en çok hoşuma giden şey, özellikle Termal'e doğru bitki örtüsünün güzelliğiydi.

Termal kaynaklar, Konstantin zamanında kaplıca olarak kullanılmaya başlanmış, tesis içinde birkaç tarihi kalıntıya da rastlamak mümkün. Osmanlılar burayı unutmuş, ta ki romatizmalı annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan (not. ismi gösterişli bu karakter, sağlıkla ilgili farklı yerlerin tarihçesinde karşımıza çıkıyor, bu yüzden özellikle yazmak istedim) için köşkler yaptıran Abdülmecit ve daha sonra II. Abdülhamit burayı tekrar hatırlayana kadar. Cumhuriyet döneminde de Atatürk tesislere özel bir ilgi gösteriyor ve burayı hem bir termal turizm merkezi haline getirecek yatırımların yapılmasına ön ayak oluyor, hem de kendisi burayı bir yazlık çalışma ofisi-sayfiye yeri olarak bizzat kullanıyor. Bir başka not, tesisler 1911'de Roma'da yapılan kaplıcalararası (!) bir yarışmada altın madalya almış ve bu madalya Çamlık otelin girişinde sergileniyor.

Tesis, bir sürü farklı otel binası, bir açık havuz, birkaç çeşit banyo-hamam, restoran-kafeler ve yürüyüş yollarından oluşuyor. Sanırım Ramazan'ın ve yaz mevsimi oluşunun etkisiyle tesis boşa yakındı. Sadece Pazar günü dışarıdan gelen ve hamam-banyoları günübirlik kullanan aile boyu kalabalıklar biraz arttı. Yaş ortalaması ise tahmin edilebileceği üzere bayağı yüksekti.

İşin termal boyutuna gelince, ben hamam sefasından hiç hoşlanmadığım ve çok da hijyenik bulmadığım için sadece açık termal havuzla yetindim. Akşam güneş batmaya yakın ve sabah serinliğinde olmak üzere iki kez sıcak havuza girdik. Su, insanı mayıştırıyor ve cildini gerçekten yumuşacık yapıyor. Bir de yürüyüş yollarının arasında, "göz suyu", "ayak suyu", "mide suyu" vs. olarak adlandırılan ayrı ayrı çeşmeler bulunuyor ki biz bunları denemeye yeltenmedik, sadece bu suları vücutlarının ilgili kısımlarına süren insanları izlemekle yetindik!

Otel biraz köhne ve tesislerin işletmesi genel olarak çok iyi değil. Çalışan personel, devlet memuru gibi; yaptığı işten hoşlanıyor gibi gözüken pek kimseye rastlamadım. Herkes birbirinden habersiz; resepsiyon insanları havuza yollamaya devam ederken, kullanım saati içinde olmasına rağmen havuz görevlileri birden açık havuzu boşaltmaya karar veriyorlar mesela. Ramazan oluşunun da etkisiyle restoran kısmı terkedilmiş bir görüntü içinde. Yalnız, bir Metin abi karakteri var ki, bahsetmek lazım düşer. Kendisi, Yalova Termal tesisinin bilgi kaynağı, her şeyi bilen adam.

Cumartesi öğlen restorana gittiğimizde, kış uykusundan uyanmış gibi duran ve girişte bizi şüpheli gözlerle süzen garson, aralık bir kapıdan içeri doğru seslenir:
- Metin abi, öğle yemeği servisi kaçta başlıyordu?
(Derinden ve kalın bir ses)
- Birde.
- Peki saat kaç abi?
- Bir.
Böylece garson, bizi içeri almak zorunda kalır.
İçeride, benim yemeklerle ve fiyatlarla ilgili bitip tükenmek bilmeyen sorularıma garson yanıt bulamayınca çareyi yine Metin abiye danışmakta bulur:
- Set menünün fiyatı ne kadar Metin abi?
- Yirmi lira.
Ayşe:
- Peki sadece ana yemek alırsak?
Bıkkın garson uzaklara seslenir:
- Metin abi, sadece ana yemek alırlarsa?
- O zaman iş değişir tabii.
O zaman fiyatın ne olacağına karar verebilecek tek kişi de, tahmin edilebileceği gibi, yine Metin abi.

Sadece uzaklardan gelen bilge sesiyle bile öğle yemeğimizi şenlendiren Metin abiye bir kez daha saygılar.

Tesisteki yemekler çok vasat, tek beğendiğim şey taze ve kıpkırmızı domatesler ve Pazar öğlen girişteki restoranda yediğimiz kiremitte alabalık oldu.

Bizim için en büyük hayalkırıklığı ise otel içindeki yürüyüş parkurlarını kullanamayışımızdı. Otelin çevresinde kısa ve uzun olmak üzere iki yürüyüş parkuru bulunuyor, biz de akşamüstü uzun parkurda ağaçlara baka baka yürürüz diye bir beklenti içindeydik. Yürüyüşe başladıktan bir on dakika kadar sonra ikimizin de kafasının etrafına yaklaşık yirmişer sinek musallat oldu, ben giderim o gider misali, bizimle birlikte onlar da yürüyüşe başladı. Ben hayatımda böyle böcek görmedim, ellerimizi kollarımızı silecek gibi sallayarak hızla yürüyoruz, kafamızı kaldırıp çevreye bile bakamıyoruz; çünkü durduğumuz an böcekler gözümüze giriyor. Acaba bitlendik mi, niye sadece kafamızda dolaşıyor bunlar diye düşünürken, bir de baktık çevredeki herkes aynı dertten muzdarip. Piknik alanına ulaşmıştık ki, dağa doğru uzayıp giden yola daha fazla devam edemeyeceğimizi anladık ve böceklerin muhalefeti sebebiyle gerisin geri otele döndük. Otel civarına gelince böcekler birden kesildi.

Otelin bahçesi de oldukça geniş sayılır. Bahçe içinde termal tesisler dışında, Atatürk köşkü (ki içi rehberle gezilebiliyor, burayı 30 Ağustos'ta gezmemiz hoş bir tesadüf oldu), Yaveran köşkü (mimari olarak daha güzel bir köşk, Osmanlı döneminden kalma; ama gezilmiyor), Sinema cafe (en sevdiğim yerdi, beyaz bir bina, arkasında antik birkaç sütun var, buraların en sosyal yeri sayılır!), Aşıklar Merdiveni denen bir çifte merdiven ve çeşmeler bulunuyor. Çamlık otelin önünde 200 yıllık bir çınarın altında çay-kahve içmek mümkün. Bir de tesis içinde 3 azize isimli kalıntılar olduğu yazılıyordu; ama biz tüm çabamıza rağmen kendilerine rastlayamadık; konuyla ilgili bilgi alabildiğimiz tek kişi de boşuna bu kalıntıları aramamamızı, kalıntıların orman içinde sarp bir tepede bulunduğunu, yürümenin zor olduğunu ve zaten bu kalıntıların gerçekten üç azizeye mi ait olduğunun tartışmalı olduğunu söyleyerek kalıntıları bayağı kötüledi!!

Sinema cafe

Kısacası, evet, Termal bir kez görülebilir belki, sakin ve huzurlu bir yer; ama özellikle hamam sefasına pek düşkün olmayanlar için biraz sıkıcı. Bir daha mı? Belki bir otuz yıl kadar sonra.

karaca arboretum

Hayrettin Karaca Arboretum

Pazar öğleden sonra termal tesislerinden ayrılıp tesislerin önünden kalkan minibüslerle Mavi-yeşil yol üzerinde bulunan Karaca Arboretumu'na gittik. Arboretum, canlı ağaç müzesi anlamına geliyor ve içinde 7000'den fazla ağaç türü bulunan Karaca Arboretumu, Türkiye'nin 1., dünyanın ise 14.büyük arboretumu. Hayrettin Karaca'nın evinin de bulunduğu bahçenin bir kısmı, rehber eşliğinde yarım saat kadarlık bir süre boyunca gezdiriliyor. Bizim rehberimiz, arboretumda çalışan yeni mezun bir ziraat mühendisiydi.

Bahçeyi gezerken Engin adeta kendini kaybetti, rehberimiz bile bu işe şaşarak "buraya böyle ilgi gösterenlere fazla rastlamıyoruz" yorumunu yaptı. Meşeyle çınarı bile ayıramayan ben de ağaç bilgimi kendime göre bayağı artırarak Atlantik sedirini tanır hale geldim! Ancak tabii ki, tematik bitkilere daha çok odaklandım: bulut ağacı, oya ağacı, sigara ağacı, kadife Japon çamı gibi adını bile ilk kez duyduğum ağaçlarla daha çok ilgilendim. Bahçenin düzenlemesi güzel, ara ara birkaç sade bina ve çeşitli düzenlemelerle yerleştirilmiş ve neredeyse çoğu künyeli bitkileri görebiliyorsunuz; yanınızdaki rehber de istediğiniz konuda size bilgi veriyor. Üzerinde yürüdüğümüz çimler de bana farklı geldi; süngerimsi, pofuduk bir zemin üzerinde yürüyormuş gibi hissediyorsunuz ve çok huzur verici.

Çıkarken, ağaca ve aslında genel olarak da doğaya hiç değer verilmeyen bu ülkede, kimse pek ilgilenmese de, görkemli ve zevksiz bir malikane yapmak yerine araziyi bu şekilde değerlendirerek bir zenginlik yarattığı için Karaca'yı takdir ettik.

Not: Arboretum, haftasonları rehber eşliğinde ziyarete açık, haftaiçi ise önceden randevu alınarak en az 10 kişilik gruplarla gezilebiliyormuş.

Atlantik sediri

dönüş
Arboretum dönüşü Yürüyen Köşk'ü de ziyaret etmek istiyorduk; ama saat beşi geçtiği için gidemedik. (Yürüyen Köşk, Atatürk'ün Termal tesisleri içindeki köşkü yapılmadan önce kaldığı bir binaymış. İsminin arkasındaki öykü ilginç; evin yanında bulunan bir ağacın çok fazla büyüyüp eve zarar vermesinden ötürü kesilmesini önerenlere karşın Atatürk ağaca dokunulmamasını ve buna karşılık evin temellerinden oynatılarak taşınmasını istemiş; böylece ev 'yürütülmüş'.)

Dönüşte deniz otobüsü saatini, iskele yanındaki bir kır kahvesinde karamelli double magnum eşliğinde bekledik ve gelişimize göre çok daha büyük bir kalabalıkla Kartal'a döndük.

Yalova'yı, daha doğrusu Termal civarını, en fazla bir iki gün geçirilebilecek, yeşil ve sakin bir yer olarak hatırlayacağım.

iskelenin yanındaki kır kahvesindeki köpek

16.08.2009

barselona - başlarken..

.
En kısa zamanda görmeyi kafaya koyduğum şehirlerden biriydi Barselona. O hiç bitmeyecek istekler listemin en tepesine kurulmuş bekliyordu.

Bu şehri benim için çekici kılan neydi diye düşünüyorum şimdi. Daha üzerinde fazla bir şey okumadan bile bende yarattığı ilk izlenim, rengarenk olması bir kere. Gözlerini kapat ve sadece tek bir kelimeyle bu şehri tarif et deseler, evet, rengarenk. Sonra akla gelen muhteşem isimler karması: Gaudi, Miró, az da olsa Picasso ve komşu sayılabilecek bir şehirden Dalí! Sonra eğlence, hareket, deniz ve leziz yemekler. Ve tabii asla unutulmayacak Katalan kültürü. Kısacası, biricik San Francisco’yu bir zamanlar nasıl sevdiysem ve içimde başka bir yere yerleştirdiysem Barselona’ya gitmeyi de sanki benzer bir özlem duygusuyla bekliyordum.

Geçen sene Roma-Barselona arasında zor bir tercih yaparak ilk hakkımızı Roma için kullanmıştık. Bu sene de Barselona’nın boynu bükük kalmasın diye özel bir inat gösterdik; türlü engellere, ekonomik krizin kara bulutlarına, domuz gribi uyarılarına ve Barselona’da geçireceğimiz haftaya dair yağışlı hava tahminlerine rağmen, evet, sonunda başardık!

Bir değişiklik yapıp hep küçük defterlere yazıp kaldırdığım notlarımı biraz fotoğraf ve video da ekleyerek internette yayınlamaya karar verdim bu sefer; ama şu bu derken neredeyse üç ay sonra kağıda dökebildim. Bu yüzden üzerinden bayağı zaman geçtikten sonra biraz şekil değiştirmiş olan “zihinde damıtılmış” izlenim ve anılar olacak bunlar.

hayalden gerçeğe doğru hazırlıklar..

Seyahat öncesi aktiviteler: Roma kadar yoğun olmasa da her zamanki gibi yoğun doz Baedeker kürü; özellikle otel seçerken Barselona ve semtlerini tanımamız; Modernisme akımı, Picasso ve Miró hakkında okumalar (mesela önceden Picasso’nun Mavi Dönem’inin ne olduğunu bilmiyordum) ve internet araştırmaları. Barselona'da geçen filmlerden: Woody Allen’ın Vicky Cristina Barcelona’sı, Almodovar’ın Todo Sobre Mi Madre(Annem Hakkında Her Şey)’si, bir de Uncovered diye berbat bir film (İspanyol Pansiyonu’nu izleyemedik!). Çok istememe rağmen Katalanca ve Katalan mutfağı konusunda ise elektrikler kesildi diyebilirim!

Not-1: Barcelona mı, Barselona mı? Bu konuda çeşitli görüşler var (Londra- tabii ki London değil!- örneğine karşılık Washington- tabii ki Vaşingtın değil!). "Barcelona" başta kolayıma gelse de Engin'in uyarısı üzerine, doğru ve yaygın kullanımı da bu olduğu için bu yazımda "Barselona'"yı kullanmayı tercih ettim.

Not-2: Engin bu blogun hazırlanması aşamasında da danışmanlığını gösterdi, özel teşekkürler!..

kahramanlarımız!



--> Barselona birinci gün



barselona - birinci gün

varış, el born ve konser..
10/05/09 pazar

Şimdi yazmasam bana yakışmaz: sabah 8:30daki uçağımız için karanlıkta evden çıktığımızda gökyüzünde müthiş bir dolunay vardı, hala hatırlıyorum. "Cosmo’nun ayı"na benzeyen, bu değişik renkli, bakırımsı, büyülü ay bizi sanki yolcu etti; sabahın kör karanlık uykusuzluğunda geçtiğimiz yolları, hatta E-5 kenarındaki o çirkin binaları bile izlenebilir kıldı.

Dutyfree’de biraz gezindikten ve banka “lounge”larının birbiri ardına paralı hale geldiğini öğrenip biraz söylendikten sonra uçağa bindik. 3 saati aşkın bir yolculuğun ardından Barselona El Prat havaalanına indik.

Diğer Avrupa şehirlerindeki tecrübelere dayanarak ilk işimiz, havaalanından 4 günlük travelcard ve altı müzeye bedava giriş sağlayan artticket edinmek oldu. (Özellikle Londra’da bu tür kartların ne kadar fark yarattığını görünce onlara neredeyse tapınmaya başladım sanırım!)

Daha sonra Aerobus ile yarım saatlik bir yolculuk yaparak Barselona’nın en merkezi yeri denebilecek Plaça de Catalunya’ya vardık. Meydanda karşılaştığımız ilk manzara: sokak müzisyenleri, çaldıkları Chan Chan eşliğinde dans eden bir çift ve etraflarına toplanmış insanlar. Yanlarından geçerek Ramblas caddesine çıktık, ve çıkışımızla otele varışımız bir oldu! Otelimizin (Royal Ramblas 4*) meydana çok yakın olduğunu biliyorduk; ama doğrusu otuz saniyeyle bir dakika arası bir yakınlığı tahmin etmemiştik! Zaten otelin en büyük artısı buydu ve Barselona gibi bir şehrin kalbindeki her yere yürüyerek ulaşabilmek, diğerleri için de tüm toplu taşımanın başlangıç noktasında olmak çok büyük bir avantajdı. Neyse, erken check-in yaptırabildik; eşyalarımızı ve pasaportlarımızı odaya bırakıp kendimizi dışarı attık. (Tavsiye-1: Gezi boyunca sadece pasaportların fotokopisi ve günlük ihtiyacı karşılayacak kadar dövizle dolaşıp geriye kalan her şeyi kasada bırakmak çok faydalı oluyor, onun için mutlaka emanet kasası olan bir otel tercih etmek lazım.)

Palau de la Musica Catalana

Öncelikle yakındaki El Born taraflarına gidelim ve bir şeyler yiyelim diye düşündük; yol bizi Palau de la Musica Catalana’ya çıkardı. Modernisme akımına ait gördüğümüz ilk bina olmasından olsa gerek, şaşıp kaldık, etrafında dört dönüp her yanındaki mozaikleri ve heykelleri inceledik. Çok ilginç ve ihtişamlı bir bina; ama o kadar daracık sokaklarla çevrili ki, keşke etraftaki tüm binaları yok edip ferah bir meydan yaratabilsek, sonra da karşısına geçip o güzel binayı tam cepheden izleyebilseydik diye geçirdim içimden. Buraya akşam konser için zaten geri döneceğimizden içine girmeden ayrıldık.

Şehrin bohem semti olduğunu okuduğum El Born (ya da diğer adıyla La Ribera), kafamda canlandırdığıma hiç benzemiyordu. Semt, bir Pazar öğleden sonrasının terk edilmişliği içindeydi, sokaklarda kimsecikler yoktu. Midemiz kazınmaya başladığı için yemek yiyecek bir yerler aramaya başladık ve işte kabusumuz, yemeklerinin çok güzel olduğunu okuduğum La Paradeta’ya gitmeye karar vermemizle başladı. (Tavsiye-2: her zaman yanınızda sokakları düzgün gösteren bir harita bulundurun, otellerin verdikleri bazı haritalarda hatalar var!)

Neyse, not aldığımız adresteki sokak olan C/Commerçial’i elimizdeki hiçbir haritada bulamayınca çevredeki tek tük açık dükkanlara sorduk, hatta sonunda bu dükkanların birinde İngilizce bilmeyen ve bizimle sinema oyunu oynamak istemediği de her halinden belli olan bir adam, önümüze sokak isimleri indeksli devasa bir şehir atlası koyup ortadan kayboldu. Bu rehberden aradığımız sokağı bulduk- Park de la Ciutadella’ya tam paralel bir sokakmış- ama bizim elimizdeki haritada yoktu. Yeri artık çıkarırız diyerek dükkandan ayrıldık ve parka doğru ilerledik. Tam bu konumda bulunan sokağın adı C/Commerç idi. Burada yürümeye başlayıp “Allah Allah isimler de ne kadar benziyor, biri isim biri sıfat” diye aramızda konuşurken birden yanımızda bir tip bitti: Türkmüş, bizi duymuş hemen koşmuş. Önce bizi tamamen caydırıp bir Türk lokantasına yollama konusunda nafile bir çaba gösterdiyse de yüzümdeki haşin ifadeden bunu başaramayacağını hemen anladı. Bu sefer de bulunduğumuz sokağın aradığımız yer olduğunu iddia etmeye başladı ve bunu da yoldan geçen başka birine doğrulattı. “Ama bu isimler farklı” diye tepinmeme rağmen “Katalanca’da kelimeler böyle okunur” şeklinde eveleyip gevelemeye başlayınca zar zor teşekkür edip kendisinden kurtulduk. C/Commerç’te aynı numarada başka bir restoran vardı, ama burası aradığımız yer değildi. Çok özellikli bir lokanta olmadığı ve servis kötü olduğu için burada yemedik. Açlığın şiddetli etkisiyle, daha fazla mücadele etmekten vazgeçerek aramayı sonlandırdık ve Park’a doğru yürüdük.. (İşte bu arada belki La Paradeta’nın tam dibinden geçip gittik, kimbilir.. Sonradan daha ayrıntılı bir haritadan bakınca gördüm ki birbirinin çok benzeri bu iki sokak aslında birbirine paralelmiş, -bkz.aşağıdaki harita!- kafamızı karıştıran da bu olmuş :) Kısıtlı zaman ve detaysız haritanın azizliğine uğrayıp gidemediğimiz bu restoran doğrusu aklımda kaldı. Buralara yolunuz düşerse aman diyeyim, iki sokağı birbirine karıştırmayın!)

La Paradeta kroki!

Park de la Ciutadella

Her neyse, Park’ta biraz yürüyüp doğa tarihi müzesi olduğunu tahmin ettiğim güzel bir binanın avlusunda açlığımızı sandviçlerle bastırdık ve yürüyüşümüze devam ettik. Akşamüstüne doğru biraz daha canlanmış olan El Born’daki birkaç güzel tasarım ve hediyelik eşya dükkanına girdik, sonra da Santa Maria del Mar kilisesini gezdik. Dalgalı ve rengarenk tavanı olan Mercat Santa Caterina’ya uzaktan bakıp bu sefer de Katedrale doğru yola çıktık.

Katedralin dış cephesinde restorasyon çalışmaları yapıldığından o meşhur merdivenli giriş kapısını göremedik. Katedralin içi Santa Maria del Mar kadar güzel değil; çünkü orta kısmı kapalı. Havuzlu bahçesinde ise katedrali koruduklarına inanılan kazlar yaşıyor, efsanevi bir değerleri var. (Kuşların önemli binaları koruduğu mitleri nasıl çıkıyor acaba, Tower of London da siyah kuzgunların himayesindeydi!)

Katedral-cloister

Gotik bölgenin (Barri Gòtic) daracık sokaklarında biraz daha dolandıktan sonra otele döndük ve hazırlandıktan sonra konser için tekrar Palau de la Musica’ya doğru yollandık. Konser biletlerini Türkiye’deyken internetten satın almıştık, sadece pasaport fotokopilerimizi ve voucher’ı gösterip biletlerimizi gişeden teslim aldık.

Binanın içi de dışı kadar etkileyici. Özellikle ana konser salonunun üzerinde yer alan vitraylı dev avize-tavan çok muhteşemdi. Modernist binalarda günışığı kullanımı öne çıkıyor, rengarenk seramik-mozaik malzemeler de insanı cezbediyor. Heykellerin içlerinde saklı insan yüzlerini aramak, bulutları bir şekle benzetme oyunlarımızı andırdı. Bir yanda oymalı kanatlı at heykelleri, bir yanda rengarenk mozaik-çiçekler, ışık, yine renkler, renkler.. Düşününce uyumsuz gibi görünen unsurların bu şekilde bir araya gelmesi insana çocuksu bir neşe veriyor. Genel olarak Modernisme akımı bende şu duyguyu yarattı: şeker gibi binalara önce dokunup sonra da onları yeme isteği!! Bu his Gaudi’yi görünce doruğa çıktı; ama daha fazla kendimi kaybetmeden konuya dönüyorum.. Konser, İspanya’yla özdeşleşmiş popüler eserlerden oluşan bir konserdi, Rodrigo’nun Aranjuez’i, Bizet’nin Carmen süiti vs. Ancak benim için geceye damgasını vuran şey, iki tane kalabalık Katalan ailesiydi: arkamda oturan ve ne yaparsam yapayım koltuğumu tekmelemesine engel olamadığım bir velet (bir ara Engin’le yer değiştirdik, ama çocukcağız o çok ilgilendiği (!) sahneyi Engin’in dev kafasının arkasından görememeye başlayınca beni bir gölge gibi takip ederek yine tam arkama yerleşti!) ve ön sırada Alzeimer olduğunu sandığım annesini her fırsatta azarlayan ilginç bir kadın tiplemesi.

Konser bittiğinde önceden rezervasyon yaptırmış olduğumuz Taller de Tapas isimli lokantaya gittik. Zincir halinde şehrin birkaç yerinde bulunan bir tapas lokantası. Tapas, kelime anlamı olarak “kapatmak, kapakla örtmek”ten geliyor, ve orijini içki kadehlerinin içine sinek düşmesin diye kapatılan küçük tabaklar ve bu tabaklarda sunulan tadımlık mezeler. Aslında tapas, Barselona’nın spesiyalitesi değil; ama artık popüler hale geldiği için tapas barlar İspanya’da çoğu yere yayılmış; biz de gezi boyunca her fırsatta farklı tapaslar denemeye çalıştık.

İspanyolların hoşuma giden ve kendime yakın bulduğum bir özellikleri, öğle ve akşam yemeklerini çok geç yemeleri, beni bile bayağı aşarak 22:00-24:00 arası akşam yemeği yiyorlar. (Bir yerde okuduğuma göre İspanya’da saat 20:00’de akşam yemeği yiyen birini görürseniz, bu üç duruma alamet olabilirmiş: 1-çok açtır, 2- yalnızdır, 3-turisttir!) Yediklerimize gelince, patatas bravas diye bizim patates köftesine benzer bir tapa, esquilixada de bacallà (cod - morina balığından ki Barselona’da sürekli kendisiyle karşılaştık), pop a la gallega (ahtapotlu bir meze), vinaigretteli karides. Pa amb tomaquet diye her yerde yazılan bir mezeleri vardı, bildiğimiz kuru ve kızarmış ekmeğe biraz domates sürtüp getiriyorlar. Rioja şarabı (çok hoşumuza gitti, her fırsatta içtik, dönüşte bir şişe de yanımızda getirdik) ve tatlı olarak crema catalana (krem brüleye benziyor, burada neredeyse her restoranda var). Buna benzer tapas barlarında çok fazla seçenek oluyor, hatta insanlar aynı gece arka arkaya farklı tapasçılara gidip üçer beşer farklı mezeler tadıyorlarmış.

Tallers de Tapas'ta geç bir akşam yemeği

Yemekten sonra bir koşu Plaça d’Espagna’ya gittik- bu meydandaki Font Magica’da (yani Büyülü Çeşme) Pazar geceleri ışık gösterisi olduğu yazıyordu, 23:30’da da son gösteri olması gerekiyordu. Apar topar yetişip son gösteriyi izlemek üzere tam merdivenlere oturmuştuk ki bir güvenlik görevlisi yanımıza gelip tarzanca ifadelerle bize gösterinin bittiğini ve gitmemiz gerektiğini anlattı. Başka hangi gün gösteri var diye sorunca günleri ’bu tutmuş bu pişirmiş bu yemiş’ stilinde anlattı; komikti ama bir şekilde anlaştık! Bizim Barselona’da olduğumuz süre boyunca başka bir gösteriye denk gelmeyeceğimizi böylece öğrenmiş olduk.

Dönüşte ise otobüse binmeye çalışırken travelcard’ımızı gösterdiğimiz otobüs şoförü bizi kesin bir “No!” ile veto etti. (Meğer her hat için farklı saatlerde başlayan Nitbus adlı gece otobüsleri, başka bir şirket tarafından işletiliyormuş ve travelcard kapsamında değilmiş; bunu da böylece öğrenmiş olduk.) Son metroyla otelimize geri döndük.

--> Barselona ikinci gün


barselona - ikinci gün

modernisme dolu bir gün!
11/05/09 pazartesi

Serin ve biraz rüzgarlı bir sabaha uyandık; hımm, bu durum kafamdaki Barselona görüntüsüyle hiç örtüşmüyordu. Otelde kahvaltı ettikten sonra erkenden metroyla Sagrada Familia’nın yolunu tuttuk.

Sagrada Familia (Nativity Façade)

Sagrada Familia, yapımına 1882'de başlanan ve inşaatı hala devam eden bir kilise. İlk plana göre Neo-Gotik stilinde olan kilisenin yapımını, başlandıktan on yıl kadar sonra Gaudi devralmış ve yaşamının sonuna kadar (43 sene) yapı üzerinde çalışmış. Kilise, İsa, Meryem Ana ve 12 havariyi temsil eden kulelerden oluşuyor, üç cephesi (façade) ise İsa'nın yaşamındaki önemli evreleri (Nativity, Passion, Resurrection) temsil ediyor ve bu evrelere ait heykellerle süslü. Bu üç cephe, görüntü olarak da birbirinden tamamen farklı. Bunlardan sadece Nativity kısmı Gaudi tarafından tamamlanmış. Kiliseyle ilgili bir başka ilginç bilgi: Gaudi kilisenin İsa kulesinin, Montjuïc tepesi haricinde Barselona'daki en yüksek nokta olmasını hedeflemiş.

Çoğunu önceden gördüğümüz fotoğraflardan ezberlediğimiz heykelleri (özellikle Subirach'ın yaptığı heykelleri çok sevdim) canlı canlı görüp biz de milyonlarca fotoğraf çektikten sonra kilisenin inşaat halindeki iç kısmına girdik; ama çok sıra olduğu için kulelere çıkmadık. Yine içeride Gaudi ve doğa benzeri bir ismi olan küçük bir sergi alanı vardı; Gaudi’nin eserlerini yaratırken esinlendiği doğal formları (konik, parabolik, sarmal şekiller, meyveler, yemişler vs. vs.) fotoğraflarla, maketlerle hem görüp hem dokunarak izleyebildiğiniz bir sergi.

Subirach'ın eseri heykeller (Passion Façade)

Sonra bir başka Modernisme cenneti olan Hospital de Sant Pau’ya gittik. Mimarı, önceki güne damgasını vuran Palau de la Musica’nın da mimarı olan Domènech i Montaner. Hastane tek bir bina değil, kocaman bir alana yayılmış onlarca saray yavrusu binadan oluşan ve insanı gerçekten şaşırtan bir kompleks; kafamızdaki hastane imajıyla yakından uzaktan alakası olmayan bir başka alem. Şu anda da hastane olarak kullanılmaya devam ediyor. Şaşırarak gezdik. Çok fazla turist yoktu, bir yanımızdan hemşireler, diğer yanımızdan ellerinde röntgen filmleriyle hastalar geçiyordu.

Hospital de Sant Pau



Havadan Sagrada Familia ve çevresi

Öğlen Eixample (Katalanca’da x harfi ş diye okunuyor, yani okunuşu {e’şampl}) bölgesine dönüp biraz yürüdük. Eixample, tam bir şehir planlaması örneği. Havadan çekilmiş fotoğraflarda adeta simcity’den fırlamış gibi görünüyor! İstanbul’da yaşayan biri olarak buna hayran kalmamak elde değil. Eixample’da 1850 sonrası ünlü mimarlara yaptırılmış zengin evleri var, ve bu semt Modernisme akımının adeta açık hava müzesi. Her bina turist rehberlerinde ve Modernisme Route Guidebook denilen bir rehberde yapılış yılı, mimarı vs. ile listelenmiş ve gezerken bu bilgileri alabiliyorsunuz- burada da insan ister istemez İstanbul’da böyle bir bilgi kaynağı olsa ve eski binalar bu kadar güzel korunabilse şu an Beyoğlu’nun nasıl bir yer olabileceğini hayal ediyor. Yürümeye devam.. Ve birden karşımıza methini çok duyduğumuz Cerveceria Catalana çıkıyor, saat erken olduğu için şansımızı deneyip hemen dalıyoruz içeri. Boş iki masa kalmış, zaten aç ve yorgunuz, hemen masalardan birine yerleşip kendimize farklı tapaslar seçmeye başlıyoruz. Çıktığımızda ise lokantanın önündeki kuyruk sokağa taşmış..

Öğleden sonraki ilk durağımız Casa Batlló (yaygın yanlışın aksine doğru okunuşu {batyo}), belki de bizi en çok etkileyen yerdi diyebilirim. Hatta çıkışta ziyaret defterine “keşke burada yaşasak” diye yazdık! Camların önündeki sütunların kemiğe benzemesinden ötürü “Kemik ev” olarak da anılıyor kendisi. Balkonları böcek gözü, çatısı ejderha sırtına benziyor; binanın içinde de birbirinden ilginç elemanlar var. Binanın yanı sıra Casa Batlló’yu müze olarak da çok beğendik, audioguide’dan bina hakkında detayları öğrenerek çok güzel gezdik, en son olarak da Gaudi’nin binalarındaki süper çatıların ilkini burada gördük. Burayı o kadar sevdim ki Barselona’da geçirdiğimiz sonraki günlerde de ne zaman Passeig de Gracia’dan geçsek kendime özgü “Casa Batlló’ya dışarıdan bir daha bakmak” ritüelini de geliştirdim.

Casa Batlló çatı


La Pedrera çatı

Casa Batlló’nun komşusu üçgen çatılı Casa Amatller restorasyondaydı, ne şans! Daha sonra Gaudi’nin son eseri olan Casa Milà (La Pedrera)’ya geçtik; ancak sanırım yorgunluğun ve kalabalığın da etkisiyle burayı biraz keyifsiz bir şekilde gezdik ve dolayısıyla Casa Batlló kadar etkilenmedik. (Bence bir yeri gezerken insanın üzerinde yarattığı etkide o an içinde bulunduğu ruh hali, hava, kalabalık vs., en önemlisi de yorgunluk düzeyi çok belirleyici..) Terastaki Marslılarla fotoğraflarımızı çektikten sonra birden açan güneşin peşinden Park Güell’e gitmeye karar verdik ve meşhur 24 nolu otobüsle rahatça parkın içine ulaştık.

ejder - Park Güell

Trencadis denilen canlı ve rengarenk mozaik stili burada her yerden adeta fışkırıyordu: parktaki terasın kenarını süsleyen meşhur kıvrımlı bank, terası taşıyan kolonların üzerlerindeki mozaik tavan ve fotoğraf manyağı olmuş ejder.. Park girişindeki iki Gaudi binasını da o artık çok tanıdık hale gelen “sanki şekerden yapılmış bu binalar” duygusuyla kucakladıktan sonra bilimum hediyelik eşyayla birlikte mahallemize geri döndük.

Park Güell'den aldığım şirin bir kartpostal

Dışarıdan Casa turuna biraz daha devam ettikten sonra otele dönüp biraz dinlendik ve akşam yemeği için Plaça Reial taraflarına, Selmin’den duyduğumuz Los Caracoles lokantasına (kendisi salyangoz demekmiş) gittik. Fabrika gibi, kocaman bir restoran ve boş yok, içeri giren herkes de beklemeye hazır! Burada barda oturup yarım saat kadar masa bekledikten sonra bir köşeye ilişip ben deniz mahsüllü paella, Engin de tavuk ısmarladık. Bu güne dair en son hatırladığım şey, yemekten sonra mümkün olan en hızlı şekilde sızabilmek için elimizden geleni yapmamızdı.

dönüşte Ramblas üzerindeki kanatları oynayan korkunç adam!




--> Barselona üçüncü gün

barselona - üçüncü gün

her şeyden bir parça: raval, barri gotic, montjuïc, liman; dahası picasso, miró ve flamenko!
12/05/09 salı

Çok güzel bir hava! Bir an önce otelden çıkıp yakındaki El Raval bölgesinde biraz yürüdük. Las Ramblas caddesinin haritada sol tarafında kalan bu semt, bir zamanlar şehrin kötü şöhretli arka sokaklarıyken şimdi yavaş yavaş ihya olup bohemleşmeye başlamış. Daracık sokaklar, çamaşır kurutulan balkonlar, küçük dükkanlar, bir yanda harala gürele, bir yanda modern sanat müzesi ve sanırım bir üniversitenin fakültesi.

La Boqueria

Bir kafede yaptığımız ve Engin’in dişinin kovuğuna girmeyen kontinental kahvaltının (nee sadece bir kruvasan ve kahve mi?!) ardından Mercat St.Joseph (La Boqueria) isimli ünlü pazar yerine kendimizi attık. Burada bol bol gözümüzü ve daha önceden görmediğimiz garip meyvelerden oluşan bir tabakla biraz da midelerimizi doyurduk. Bir önceki gece Los Caracoles’e rezervasyonsuz gitmenin azizliğine uğradığımız için bu akşam yemeğine yakınlardaki Crema Canela’da yer ayırttık ve Santa Maria del Pi kilisesine gittik; ancak tadilat dolayısıyla hiçbir şey göremedik.

Plaça del Rei'de Dört Mevsim

Daha sonra daracık sokaklarını çok sevdiğim Barri Gòtic’e daldık. Burada Plaça del Rei isimli küçük meydanı mutlaka anmak gerek. Akustiği gerçekten çok iyi, zaten neredeyse her an bir sokak müzisyen grubu burada bir şeyler çalıyor. (Bu bölgedeki müzisyenler anladığım kadarıyla her gün meydan ve sokakları aralarında paylaşıyorlar, günler değiştikçe de rotasyon uyguluyorlar; birkaç kere üst üste gidince rotasyonu görmek mümkün. Ayrıca bu müzisyenler yaptıkları müziği renkli bez parçalarına sarıp CD olarak da satıyorlar, ki biz de bir tane aldık.)

CDlerini aldığımız sokak müzisyenleri

Buradan Picasso müzesine geçtik. Beklediğimizden çok küçük bir müzeymiş, Picasso’nun erken dönem eserleri + milyonlarca Las Meninas şeklinde özetlenebilir. (Las Meninas, ünlü bir klasik tablo, ve Picasso bunun pek çok, gerçekten pek çok varyasyonunu yapmış.) Picasso müzesinin kemerli taş binası ve özellikle de süper müze dükkanına bayıldık. (Yurtdışındaki özellikle modern sanat müzelerinin dükkanlarını müzelerin kendisinden daha çok seviyorum galiba, Türkiye’de neden böyle mağazalar yok?) Öğle yemeğimizi El Born’da Nou Cellar isimli tesadüfen görüp girdiğimiz biraz yerel bir lokantada yedik. Gazpacho çorbası, escalivada (ızgara sebzeler), harika bir makarna ve mar i muntanya denen hem deniz mahsülü hem de et içeren ana yemekten oluşan bir yemek yedik ve burayı da beğenerek ayrıldık.

Las Ramblas üzerinde

Yemekten sonra Ramblas caddesi üzerinden limana doğru yürüdük. Zaten otelimiz de bu cadde üstünde olduğu için otel odamızdan da devamlı canlı olarak izlediğimiz ve her gün defalarca önünden geçtiğimiz insan-heykeller, etraflarında kalabalık toplayan çeşitli atraksiyonlar ve fırsattan istifade kaşla göz arasında çantanızı tırtıklamaya hazır yan kesiciler (bir gün Ramblas üzerinde az kalsın bizim de başımıza geliyordu; ama Engin’in son anda fark etmesiyle ucuz atlattık).. Farklı adları olan ama kısaca Las Ramblas olarak anılan caddeler, aslında Plaça Catalunya’dan denize uzanan iki geniş bulvardan oluşuyor; bulvarların arasında yayalar yürüyor, küçük tezgahlar ve devasa ağaçlar var (şehre tepeden bakarken bunlar bir ağaç nehiri gibi gözüküyor); bulvarların diğer yanlardan ise araçlar geçiyor. Orta kısım İstiklal Caddesi gibi; her daim kalabalık, kaotik, değişken, ilginç; ama dikkati elden bırakmaya gelmeyen bir yer.

Transbordador Aeri'den Barselona manzarası

Rıhtımda biraz gezindikten sonra Transbordador Aeri denen teleferikle limandan Montjuïc tepesine çıktık. Teleferikten indiğimiz yerde şehri ayaklarımızın altında görünce hemen yan taraftaki Cafe Miramar’da oturup harika manzaraya karşı birer kahve içtik. Parlayan güneş, keyif, ve nereden çıktıysa arkada çalan Amazing Grace.. Biraz fazla oyalanmışız ki Miró müzesine biraz geç kaldığımızı fark edip hemen yola çıktık. Montjuïc otobüsünde ben (itiraf ediyorum ben) düğmeye basmayı unutunca, inmemiz gereken duraktan bir durak sonra indik ve bu vesileyle rotamızda olamamasına rağmen Olimpiyat Stadı’nı da görmüş olduk.

Miró müzesine gelince, okul gezisine çıkmış çoluk çocukla dolup taştığından olsa gerek, o kadar kalabalık ve gürültülüydü ki audioguide bile kimi yerlerde duyulmuyordu. Bu yüzden beklediğimiz kadar çok zevk alamadık ve hızlıca gezdik. Özellikle Miró’nun çeşitli malzemelerden yaptığı heykelleri çok sevdim, hatta bazılarını fotoğraflayabilmek için müze görevlisiyle kovalamaca bile oynadım. Rengarenk resimlerini çok sevdiğim Miró’nun son dönem eserleri ise bizi aştı: tuval üzerine tek bir çizgi ve resmin anlamını açıklayan bir paragraflık tanımlamalar..

Miró müzesinin girişi

Montjuïc’te ayrıca farklı bir teleferikle çıkılan kale, birkaç botanik bahçesi, MNAC müzesi ve El Poble Espagnol isimli İspanyol mimarisinden örneklerin pavyonlar şeklinde sergilendiği küçük bir köy var; ancak bunları kısıtlı zamanımız olduğu için elemek zorunda kaldık. Montjuïc bana şehrin merkezi kadar ilginç gelmedi; ama genel olarak şu söylenebilir ki tüm bu yapıların ortaya çıkmasına iki büyük organizasyon vesile olmuş: 1900lerin başında burada düzenlenen World Exhibition ve 1992 Olimpiyatları. Özellikle Montjuïc, ama genel olarak da tüm Barselona’nın çehresi böylece a’dan z’ye değişmiş, yenilenmiş.

Dönüşte Plaça d’Espagna’yı da görerek Plaça de Catalunya’ya döndük. Meydanın bir yanını kaplayan El Corte Ingles isimli devasa mağazada bir süre dolandık ve bir arkadaşımızın ilginç siparişi olan İspanyolca tabu oyununu aradık. Çabalar sonuç vermedi; biz de önce otelin, ardından da Crema Canela restoranının yolunu tuttuk.

Plaça de Catalunya

Crema Canela, Plaça Reial’de yer alan, küçük, şirin bir lokanta. Bu akşam erken yememiz gerektiği için önceki gecelerin aksine kendimizi tam bir turist çift gibi hissettik (foreshadow: zaten gecenin diğer yarısında da fazla turistik faaliyetlerimize devam edeceğiz!). Peynirli güzel bir risotto, biftekli lazanya (ama buradaki lazanyanın bildiğimiz lazanyayla alakası yok) ve et yedik. Engin tatlı olarak küçük sufleler şeklinde farklı aromalı üç tane crema canela, ben de ev yapımı tiramisu yedim ve beğenerek ayrıldık.

Gece saat 22.30 gibi Ramblas caddesi üzerinde otelimize yakın bir flamenko barına (tablao deniyor) gittik. Çok da güzel olmayacağını önceden tahmin ediyorduk; ama daha iyi birkaç bar listemizde olmasına rağmen yakın olsun diyerek buraya gitmeye karar vermiştik. Sokakta barın önünde kuyruk olmuş bekleyen Amerikalı turist yoğunluğundan gecenin rengi zaten belli oldu; ancak parayı rezervasyonla birlikte önceden ödemiş olduğumuz için geri dönemeyerek biz de beklemeye başladık. İçeride, alçak tavanlı küçük bir salon, salonun ortasında yine küçük bir sahne ve yanyana dizilmiş sıkışık düzen sandalyeler vardı. Bir önceki flamenko vardiyası boşaldıktan sonra kuyrukta bekleyenler isimleri okunarak sırayla içeri alındı! Herkes yerleştikten sonra ışıklar söndü, 5-6 dansçıdan oluşan topluluk sahneye çıktı, bir yandan da sangrialar elden ele dağıtılmaya başlandı. Gösteriye gelince, özet olarak şunu söyleyebilirim: Flamenkodan fazla anlamam; ama o gece izlediklerimin Saura’nın Kanlı Düğün’ünden aklımda kalan flamenko görüntüleriyle uzaktan yakından alakası yoktu. Buna rağmen Amerikalılar çok beğendiler, gösterinin her saniyesinde coşkulu “Ale!Ale!” haykırışlarını dansçılardan esirgemediler. Biz ise olanları şaşkın bir şekilde izleyip derin ve tek “Ole”mizi gösterinin sona erdiği ana sakladık. Kısacası, uzak durun, en azından bizim gittiğimiz flamenko bardan (Tablao Cordobes).

--> Barcelona dördüncü gün


barselona - dördüncü gün

figueres, akvaryum ve.. olaylar!
13/05/09 çarşamba

Gitmeyi çok istediğimiz; ama başka bir şehirde olduğu için zaman ayırıp ayıramayacağımızı önceden kestiremediğimiz Dalí müzesini de sıkışık programımıza dahil etmeye karar verdik. Daha önceden internetten bakıp not ettiğim tren saatlerine göre sabah erkenden Catalunya Express ile yaklaşık iki saatte Figueres’e gidip gelecektik.
Figueres yollarında
Sabah erkenden kalkıp Passeig de Gracia’nın yolunu tuttuk. Burada metronun yanı sıra tren istasyonu da var; çok büyük ve karışık bir istasyon. İçeride bayağı yürüdükten sonra biletimizi alıp treni beklemeye başladık. Bu arada da sandviç ve Actimelden (ilk kez denedim!) oluşan Avrupai kahvaltımızı yaptık. Trenler inanılmaz dakik, temiz ve modern; bu güzel demiryolu ağı bütün İspanya’yı baştan sona sarıyor. Medeniyet böyle bir şey diye aklımızdan geçirip arada biraz da uyuklayarak keyifli bir yolculuk yaptık. Yolda çok güzel bir Ortaçağ kasabası olduğunu duyduğumuz ancak yine zamansızlıktan duramadığımız Girona’nın da dışından geçtik, birkaç binasını görebildik. Saat 10:09’da (şaşmadı) Figueres’e vardık.

Figueres küçücük bir kasaba; ama burada da minik bir meydan ve Ramblas caddesi var! Aslında başka hiçbir dikkat çeken özelliği olmayan bu kasabayı Dalí meşhur etmiş; her gün akın akın turistin ziyaret ettiği ünlü müzesini bu şehirde kurarak doğduğu şehre başka kimsenin yapamayacağı bir iyilik yapmış.

Dalí müzesi - dışarıdan

15 dakika kadar yürüdükten sonra Dalí Müzesi’ne (Teatre-Museu Dalí) vardık. İşte beklediğimiz görüntü: Koyu kırmızı bir bina, bir kule, binanın çatısında dizili yumurtalar (yumurtanın kusursuz şekline bir övgü gibi adeta), cam küre ve duvarı kaplayan ekmeğimsi nesneler! Fazla kuyruk yoktu, hemen içeri girdik.

Dalí müzesi - iç avlu

Müze eski bir tiyatro binasından dönüştürülmüş ve Dalí’den bekleneceği üzere “bir acayip”. Bu müzeyi gezerken, daha önce İstanbul’daki SSM Dalí sergisini ziyaret etmiş olduğum için bir kez daha sevindim; çünkü bu sergi Dalí’yi yeni öğrenen biri için çok kapsayıcı ve bilgilendiriciydi. Figueres’teki müze ise düzenleme olarak biraz daha karışık ve eserler üzerine çok detaylı bir bilgilendirme yok; bu yüzden Dalí’yi ve eserlerini hiç tanımayan biri gezerken zorlanabilir diye düşündüm. (Tavsiye-3: Müze girişinde parayla satılan küçük kitapçık bize çok yardımcı oldu.) Benim müzede en beğendiğim yerler, tiyatronun taş duvarlarla çevrili iç avlusu (ki orta kısımda içinde sulanan yeşilliklerle dolu bir siyah Cadillac, üzerinde bir heykel ve heykelin çektiği modern bir kayık yer alıyor!) ve ana tiyatro salonuydu (tepesi gökkubbeli, her bir köşesinde Dalí’nin eserleri var). Bir odada da bir mercekten bakıldığında Mae West’in yüzünü oluşturan ilginç mobilyalar yer alıyordu.

Çıkışta ayaküstü bir şeyler yiyip biraz hediyelik eşya aldık: Dalí’nin tasarladığı dudaklı parfüm şişelerinin minik versiyonları ve yine Dalí’yle özdeşleşen yumurtalar. Unutmadan- zaten unutmak mümkün değil- Dalí müzesinin ikinci bir kısmı var ve buraya az bir fark ödeyerek müze biletine ilaveten ikinci bir bilet alarak girilebiliyor; ancak nedense biz gezerken ana müze ziyaretçilerinin neredeyse hiçbiri buraya rağbet göstermedi. Dalí-Joies adlı bu müzede Dalí tarafından tasarlanan ve bir ustayla birlikte yapılan mücevherler sergileniyor. On parmağında kaç marifet olduğunu çözemediğim Dalí, kuyumculuk konusunda döktürmüş. Gerek kendisiyle özdeşleşen figürlerin mücevherlere uyarlanması (uzun bacaklı fil, eriyen saat vs.), gerekse de orijinal bazı mücevherler (mesela gerçekten pıt pıt atan yakuttan bir kalp!) ve bunlara ait çizimleri çok beğendim. Hepsi incecik işlenmiş parçalar göz alıcıydı. Müzede üst kata çıkarken karşılıklı yerleştirilen aynaları da çok sevdik; burada bir sürü sonsuza giden ayşe-engin fotoğrafı çektik.

aynalar

The Royal Heart

Dönüşte tren garına doğru yürürken Barselona’da varlığını pek hissetmediğimiz siesta’nın tam olarak ne anlama geldiğini anladık. Bu küçücük kasabada, özellikle müzeden uzaklaştıkça yollar boşaldı, açık tek bir dükkan kalmadı. İstasyonda biraz bekledikten sonra sabah geldiğimiz Catalunya Express’i yakalayarak dönüş yoluna çıktık. Anons sesi “Prossima Parada.. Barcelona”yı duyana kadar, bir adamın bir şehri nasıl etkileyebildiğini, hem Gaudi-Barselona hem de Dalí-Figueres örneklerinden yola çıkarak tekrar tekrar düşündüm ve bir kez daha bu isimleri takdir ettim.

Dönüşte yine otele uğradıktan sonra (sürekli bunu tekrarlamamın sebebi, merkezi bir otelde kalmanın ne büyük bir nimet olduğunu her fırsatta, özellikle ayaklarımıza kara sular inmişken anlamamızdandır) otobüsle limana indik. Moll denilen dalgakıran benzeri çıkıntıların birinde MareMagnum adında güzel bir alışveriş merkezi var, tipik bir marina alışveriş mekanı; sade dekor, az sayıda ve şık dükkanlar. Hemen yanındaki Akvaryum bir sonraki durağımızdı. Özellikle Engin burayı çok beğendi. Ben ise daha “tematik” balıklara odaklandım, Picasso balığı (daha ismini okumadan “Bu balığı Picasso çok severdi” dediğimi de belirteyim), dolunay balığı (aslında başka bir adı var da denizciler deniz altında bu balık parıldadığında dolunaya benzetiyorlarmış) ve tabii ki çok sevdiğimiz deniz atı. Bir de gitar balığı vardı; ancak ne yalan söyleyeyim neden gitara benzetildiğini anlayamadım. Bir de buradaki muhteşem mürenleri görünce, Tepe Nautilius’taki minicik akvaryuma hapsedilmiş ve neredeyse hiç hareket etmeyen mürenlere çok acıdım.

burnunu göster bana!

Çıkışta MareMagnum’da biraz gezindik ve bu arada muradımıza ererek bir adet El Gran Tabu satın aldık. Mağazalarda dolanırken akşam rezervasyonumuz için (ki kendisi Barceloneta’da yer alan Agua adlı bir restorandı) geç kaldığımızı fark ettik. Bir süre yürüsek de yine elimizdeki haritanın azizliğine uğrayıp yanlış bir yola sapınca metronun da kapanma saati yaklaştığından, yemeği otele yakın başka bir yerde yemeğe karar verdik.

Eixample'da (arkada sevgili Casa Batlló)

Kendimize sevgili Casa Batlló’nun tam karşısındaki Tapa Tapa’yı seçtik. Minicik tabaklarda gelen ve hepsi lezzetli tapalardan bazıları: arroz negre amb sipia (mürekkep balıklı siyah risotto), ızgara kalamar, armutlu ördek, paella, flor de carbassó amb mozarella (yani bayıldığım kabak çiçeği!!), yine Rioja, sonra da crema catalana ve coulant de xolcolata calenta diye bir tatlı. Yemekler çok güzeldi, manzaramız ise süperdi (eh, Barselona’da en sevdiğim bina ne de olsa!).

Tapa Tapa'da arroz negre ve kalamar

Garsonların aklı ise bir karış havadaydı; çünkü meğer o akşam Barça’nın oynadığı Kral Kupası final maçı varmış. (Not: Dikkat ederseniz şu noktaya kadar, futbolla da özdeşleşmiş bir şehir olan Barselona’da futbolun f’sinden bile bahsetmemiştim; ancak bu noktadan itibaren ben bile pes ediyorum- zira daha sonra olanları anlatmasam olmaz) Futbol fanatiği Katalan garsonlarımız, bir yandan kulaklıktan maçı dinleyerek, gol olunca duvarları yumruklayıp haykırarak, hoşlarına gitmeyen pozisyonlarda mini öfke nöbetleri geçirerek bize servis yapmaya devam ettiler. Biz de ara sıra maçın kaçıncı dakikada olduğunu soruyorduk ki vakitlice kalkıp ortalık karışmadan otele dönebilelim. Maçın galiba 92. dakikasında (Aman Tanrım neler söylüyorum ben) Plaça de Catalunya’dan geçerken maç bitti. Meydanda kurulan dev ekranların başındaki kalabalık Barça’nın zaferiyle sevinçten hoplayıp zıplayamaya, dans etmeye başlarken biz de videolarımızı çekip aralarından otele yürüdük. Otele girerken insanlar ara sokaklardan akın akın Ramblas’ya doğru koşuyordu.

Plaça de Catalunya - "Tüysek iyi olacak!"

Maç dağıldıktan hemen sonra

Tabii ki bundan bir onbeş dakika kadar sonra uykuya dalan Engin bunları duymadı ama gece kuşu ben ara sıra camdan Ramblas’daki gelişmeleri takip etmeye devam ettim. Bir iki saat sonra gürültüler iyice arttı. Hınca hınç bir kalabalık, siren sesleri, bağırışlar, coşkulu bir sevinç gösterisi derken birden işin rengi değişti. Bir anda kalabalık ara sokaklara doğru çil yavrusu gibi dağıldı ve şen şakrak görmeye alıştığım Ramblas’da sıra halinde yürüyen polisler ve panzerler göründü. Kovalamacalar, silah sesleri (belki de silah değil mantar tabancası gibi bir şeydi), bir karambol, bir kaos. Ben dehşet içinde odada dolanırken bir yandan da Engin’e gelişmeleri canlı canlı aktarıyordum; ancak bunlar bile onu uyandırmaya yetmedi! Böylece gecenin heyecanını kendi kendime yaşamak zorunda kaldım (Çok uyuyanlar neler kaçırıyor bu da kayıtlara geçsin lütfen!). Camdan uzak dursam da bir yandan bavul hazırlarken bir yandan da merakıma yenilip ara sıra izlemeye devam ettim; böylece olaylar birkaç saat daha sürdü. Ertesi gün duyduk ki galiba olaylarda bir kişi ölmüş. Velhasıl, futbol bünyelere zararlı; her şeyi tadında bırakmak lazım, ortalık resmen savaş alanına döndü!

--> Barcelona beşinci gün