16.08.2009

barselona - birinci gün

varış, el born ve konser..
10/05/09 pazar

Şimdi yazmasam bana yakışmaz: sabah 8:30daki uçağımız için karanlıkta evden çıktığımızda gökyüzünde müthiş bir dolunay vardı, hala hatırlıyorum. "Cosmo’nun ayı"na benzeyen, bu değişik renkli, bakırımsı, büyülü ay bizi sanki yolcu etti; sabahın kör karanlık uykusuzluğunda geçtiğimiz yolları, hatta E-5 kenarındaki o çirkin binaları bile izlenebilir kıldı.

Dutyfree’de biraz gezindikten ve banka “lounge”larının birbiri ardına paralı hale geldiğini öğrenip biraz söylendikten sonra uçağa bindik. 3 saati aşkın bir yolculuğun ardından Barselona El Prat havaalanına indik.

Diğer Avrupa şehirlerindeki tecrübelere dayanarak ilk işimiz, havaalanından 4 günlük travelcard ve altı müzeye bedava giriş sağlayan artticket edinmek oldu. (Özellikle Londra’da bu tür kartların ne kadar fark yarattığını görünce onlara neredeyse tapınmaya başladım sanırım!)

Daha sonra Aerobus ile yarım saatlik bir yolculuk yaparak Barselona’nın en merkezi yeri denebilecek Plaça de Catalunya’ya vardık. Meydanda karşılaştığımız ilk manzara: sokak müzisyenleri, çaldıkları Chan Chan eşliğinde dans eden bir çift ve etraflarına toplanmış insanlar. Yanlarından geçerek Ramblas caddesine çıktık, ve çıkışımızla otele varışımız bir oldu! Otelimizin (Royal Ramblas 4*) meydana çok yakın olduğunu biliyorduk; ama doğrusu otuz saniyeyle bir dakika arası bir yakınlığı tahmin etmemiştik! Zaten otelin en büyük artısı buydu ve Barselona gibi bir şehrin kalbindeki her yere yürüyerek ulaşabilmek, diğerleri için de tüm toplu taşımanın başlangıç noktasında olmak çok büyük bir avantajdı. Neyse, erken check-in yaptırabildik; eşyalarımızı ve pasaportlarımızı odaya bırakıp kendimizi dışarı attık. (Tavsiye-1: Gezi boyunca sadece pasaportların fotokopisi ve günlük ihtiyacı karşılayacak kadar dövizle dolaşıp geriye kalan her şeyi kasada bırakmak çok faydalı oluyor, onun için mutlaka emanet kasası olan bir otel tercih etmek lazım.)

Palau de la Musica Catalana

Öncelikle yakındaki El Born taraflarına gidelim ve bir şeyler yiyelim diye düşündük; yol bizi Palau de la Musica Catalana’ya çıkardı. Modernisme akımına ait gördüğümüz ilk bina olmasından olsa gerek, şaşıp kaldık, etrafında dört dönüp her yanındaki mozaikleri ve heykelleri inceledik. Çok ilginç ve ihtişamlı bir bina; ama o kadar daracık sokaklarla çevrili ki, keşke etraftaki tüm binaları yok edip ferah bir meydan yaratabilsek, sonra da karşısına geçip o güzel binayı tam cepheden izleyebilseydik diye geçirdim içimden. Buraya akşam konser için zaten geri döneceğimizden içine girmeden ayrıldık.

Şehrin bohem semti olduğunu okuduğum El Born (ya da diğer adıyla La Ribera), kafamda canlandırdığıma hiç benzemiyordu. Semt, bir Pazar öğleden sonrasının terk edilmişliği içindeydi, sokaklarda kimsecikler yoktu. Midemiz kazınmaya başladığı için yemek yiyecek bir yerler aramaya başladık ve işte kabusumuz, yemeklerinin çok güzel olduğunu okuduğum La Paradeta’ya gitmeye karar vermemizle başladı. (Tavsiye-2: her zaman yanınızda sokakları düzgün gösteren bir harita bulundurun, otellerin verdikleri bazı haritalarda hatalar var!)

Neyse, not aldığımız adresteki sokak olan C/Commerçial’i elimizdeki hiçbir haritada bulamayınca çevredeki tek tük açık dükkanlara sorduk, hatta sonunda bu dükkanların birinde İngilizce bilmeyen ve bizimle sinema oyunu oynamak istemediği de her halinden belli olan bir adam, önümüze sokak isimleri indeksli devasa bir şehir atlası koyup ortadan kayboldu. Bu rehberden aradığımız sokağı bulduk- Park de la Ciutadella’ya tam paralel bir sokakmış- ama bizim elimizdeki haritada yoktu. Yeri artık çıkarırız diyerek dükkandan ayrıldık ve parka doğru ilerledik. Tam bu konumda bulunan sokağın adı C/Commerç idi. Burada yürümeye başlayıp “Allah Allah isimler de ne kadar benziyor, biri isim biri sıfat” diye aramızda konuşurken birden yanımızda bir tip bitti: Türkmüş, bizi duymuş hemen koşmuş. Önce bizi tamamen caydırıp bir Türk lokantasına yollama konusunda nafile bir çaba gösterdiyse de yüzümdeki haşin ifadeden bunu başaramayacağını hemen anladı. Bu sefer de bulunduğumuz sokağın aradığımız yer olduğunu iddia etmeye başladı ve bunu da yoldan geçen başka birine doğrulattı. “Ama bu isimler farklı” diye tepinmeme rağmen “Katalanca’da kelimeler böyle okunur” şeklinde eveleyip gevelemeye başlayınca zar zor teşekkür edip kendisinden kurtulduk. C/Commerç’te aynı numarada başka bir restoran vardı, ama burası aradığımız yer değildi. Çok özellikli bir lokanta olmadığı ve servis kötü olduğu için burada yemedik. Açlığın şiddetli etkisiyle, daha fazla mücadele etmekten vazgeçerek aramayı sonlandırdık ve Park’a doğru yürüdük.. (İşte bu arada belki La Paradeta’nın tam dibinden geçip gittik, kimbilir.. Sonradan daha ayrıntılı bir haritadan bakınca gördüm ki birbirinin çok benzeri bu iki sokak aslında birbirine paralelmiş, -bkz.aşağıdaki harita!- kafamızı karıştıran da bu olmuş :) Kısıtlı zaman ve detaysız haritanın azizliğine uğrayıp gidemediğimiz bu restoran doğrusu aklımda kaldı. Buralara yolunuz düşerse aman diyeyim, iki sokağı birbirine karıştırmayın!)

La Paradeta kroki!

Park de la Ciutadella

Her neyse, Park’ta biraz yürüyüp doğa tarihi müzesi olduğunu tahmin ettiğim güzel bir binanın avlusunda açlığımızı sandviçlerle bastırdık ve yürüyüşümüze devam ettik. Akşamüstüne doğru biraz daha canlanmış olan El Born’daki birkaç güzel tasarım ve hediyelik eşya dükkanına girdik, sonra da Santa Maria del Mar kilisesini gezdik. Dalgalı ve rengarenk tavanı olan Mercat Santa Caterina’ya uzaktan bakıp bu sefer de Katedrale doğru yola çıktık.

Katedralin dış cephesinde restorasyon çalışmaları yapıldığından o meşhur merdivenli giriş kapısını göremedik. Katedralin içi Santa Maria del Mar kadar güzel değil; çünkü orta kısmı kapalı. Havuzlu bahçesinde ise katedrali koruduklarına inanılan kazlar yaşıyor, efsanevi bir değerleri var. (Kuşların önemli binaları koruduğu mitleri nasıl çıkıyor acaba, Tower of London da siyah kuzgunların himayesindeydi!)

Katedral-cloister

Gotik bölgenin (Barri Gòtic) daracık sokaklarında biraz daha dolandıktan sonra otele döndük ve hazırlandıktan sonra konser için tekrar Palau de la Musica’ya doğru yollandık. Konser biletlerini Türkiye’deyken internetten satın almıştık, sadece pasaport fotokopilerimizi ve voucher’ı gösterip biletlerimizi gişeden teslim aldık.

Binanın içi de dışı kadar etkileyici. Özellikle ana konser salonunun üzerinde yer alan vitraylı dev avize-tavan çok muhteşemdi. Modernist binalarda günışığı kullanımı öne çıkıyor, rengarenk seramik-mozaik malzemeler de insanı cezbediyor. Heykellerin içlerinde saklı insan yüzlerini aramak, bulutları bir şekle benzetme oyunlarımızı andırdı. Bir yanda oymalı kanatlı at heykelleri, bir yanda rengarenk mozaik-çiçekler, ışık, yine renkler, renkler.. Düşününce uyumsuz gibi görünen unsurların bu şekilde bir araya gelmesi insana çocuksu bir neşe veriyor. Genel olarak Modernisme akımı bende şu duyguyu yarattı: şeker gibi binalara önce dokunup sonra da onları yeme isteği!! Bu his Gaudi’yi görünce doruğa çıktı; ama daha fazla kendimi kaybetmeden konuya dönüyorum.. Konser, İspanya’yla özdeşleşmiş popüler eserlerden oluşan bir konserdi, Rodrigo’nun Aranjuez’i, Bizet’nin Carmen süiti vs. Ancak benim için geceye damgasını vuran şey, iki tane kalabalık Katalan ailesiydi: arkamda oturan ve ne yaparsam yapayım koltuğumu tekmelemesine engel olamadığım bir velet (bir ara Engin’le yer değiştirdik, ama çocukcağız o çok ilgilendiği (!) sahneyi Engin’in dev kafasının arkasından görememeye başlayınca beni bir gölge gibi takip ederek yine tam arkama yerleşti!) ve ön sırada Alzeimer olduğunu sandığım annesini her fırsatta azarlayan ilginç bir kadın tiplemesi.

Konser bittiğinde önceden rezervasyon yaptırmış olduğumuz Taller de Tapas isimli lokantaya gittik. Zincir halinde şehrin birkaç yerinde bulunan bir tapas lokantası. Tapas, kelime anlamı olarak “kapatmak, kapakla örtmek”ten geliyor, ve orijini içki kadehlerinin içine sinek düşmesin diye kapatılan küçük tabaklar ve bu tabaklarda sunulan tadımlık mezeler. Aslında tapas, Barselona’nın spesiyalitesi değil; ama artık popüler hale geldiği için tapas barlar İspanya’da çoğu yere yayılmış; biz de gezi boyunca her fırsatta farklı tapaslar denemeye çalıştık.

İspanyolların hoşuma giden ve kendime yakın bulduğum bir özellikleri, öğle ve akşam yemeklerini çok geç yemeleri, beni bile bayağı aşarak 22:00-24:00 arası akşam yemeği yiyorlar. (Bir yerde okuduğuma göre İspanya’da saat 20:00’de akşam yemeği yiyen birini görürseniz, bu üç duruma alamet olabilirmiş: 1-çok açtır, 2- yalnızdır, 3-turisttir!) Yediklerimize gelince, patatas bravas diye bizim patates köftesine benzer bir tapa, esquilixada de bacallà (cod - morina balığından ki Barselona’da sürekli kendisiyle karşılaştık), pop a la gallega (ahtapotlu bir meze), vinaigretteli karides. Pa amb tomaquet diye her yerde yazılan bir mezeleri vardı, bildiğimiz kuru ve kızarmış ekmeğe biraz domates sürtüp getiriyorlar. Rioja şarabı (çok hoşumuza gitti, her fırsatta içtik, dönüşte bir şişe de yanımızda getirdik) ve tatlı olarak crema catalana (krem brüleye benziyor, burada neredeyse her restoranda var). Buna benzer tapas barlarında çok fazla seçenek oluyor, hatta insanlar aynı gece arka arkaya farklı tapasçılara gidip üçer beşer farklı mezeler tadıyorlarmış.

Tallers de Tapas'ta geç bir akşam yemeği

Yemekten sonra bir koşu Plaça d’Espagna’ya gittik- bu meydandaki Font Magica’da (yani Büyülü Çeşme) Pazar geceleri ışık gösterisi olduğu yazıyordu, 23:30’da da son gösteri olması gerekiyordu. Apar topar yetişip son gösteriyi izlemek üzere tam merdivenlere oturmuştuk ki bir güvenlik görevlisi yanımıza gelip tarzanca ifadelerle bize gösterinin bittiğini ve gitmemiz gerektiğini anlattı. Başka hangi gün gösteri var diye sorunca günleri ’bu tutmuş bu pişirmiş bu yemiş’ stilinde anlattı; komikti ama bir şekilde anlaştık! Bizim Barselona’da olduğumuz süre boyunca başka bir gösteriye denk gelmeyeceğimizi böylece öğrenmiş olduk.

Dönüşte ise otobüse binmeye çalışırken travelcard’ımızı gösterdiğimiz otobüs şoförü bizi kesin bir “No!” ile veto etti. (Meğer her hat için farklı saatlerde başlayan Nitbus adlı gece otobüsleri, başka bir şirket tarafından işletiliyormuş ve travelcard kapsamında değilmiş; bunu da böylece öğrenmiş olduk.) Son metroyla otelimize geri döndük.

--> Barselona ikinci gün


5 yorum:

erdemyakut dedi ki...

Plaça d’Espagna denen yerin asıl adı "Kazikci Pasa Sarayi"dir. Neden boyle denmis arastirdim. Sarayi yapan sahsiyet burada cok guzel su ve isik gosterisi olur diye bir soylenti uyduruyor ve gormeye gelenlerden para topluyor. Boylece insaat maliyetini cikartiyor.
Aradan yillar geciyor, soylenti iyice yerlesiyor. Turistler gelip gidiyor ama nafile, bir sey goren yok. Zaten yore halkina sorsan once gorduk derler, biraz zorlasan ne zaman gorduklerini hatirlamazlar. Cunku oyle bir sey yoktur aslinda. Tamamen efsane (bkz. Barselona Efsaneleri sayfa 123)

Adsız dedi ki...

Sevgili Ayşe,
Harika bir blog yaratmışsın!
Tasarımından içeriğe kadar!
Fotoğraflar da çok güzel!
Seni ve Engin'i çok öperim.

Silvia

Canan dedi ki...

Biz Plaça d'Espagna'da bir otelde kalmanın da yardımıyla o gösteriyi yakalamıştık, hatta videoya da aldık, gerçekten çok güzeldi. Ama daha güzel olan Taller de Tapas'tı. Orda yemek yemiş olmanıza sevindim. :)

Adsız dedi ki...

merhaba ayşe hanım,öncelikle blogunuz çok güzel,tebrik ederim.
mayısın ilk haftası(4mayısta)bende barcelona ve madride gidicem.sizde sanırım mayısın başlarında gitmişsiniz.hava durumuyla ilgili bilgilendirebilirseniz çook sevinirim.çok mu sıcak yada soğuk mu?üste almak için bi trençkot yada deri ceket fazla mı gelir mesela?

* ayse * dedi ki...

merhaba, teşekkür ederim..
barselona'nın ılıman bir havası var, mayıs ayı iyi bir zaman. ara sıra rüzgar olabiliyor. t-shirt üzerine ince bir ceket yeterli olur sanırım. (lahana tarzı giyinmek her zaman daha güvenli oluyor!)
iyi yolculuklar..