her şeyden bir parça: raval, barri gotic, montjuïc, liman; dahası picasso, miró ve flamenko!
12/05/09 salı
Çok güzel bir hava! Bir an önce otelden çıkıp yakındaki El Raval bölgesinde biraz yürüdük. Las Ramblas caddesinin haritada sol tarafında kalan bu semt, bir zamanlar şehrin kötü şöhretli arka sokaklarıyken şimdi yavaş yavaş ihya olup bohemleşmeye başlamış. Daracık sokaklar, çamaşır kurutulan balkonlar, küçük dükkanlar, bir yanda harala gürele, bir yanda modern sanat müzesi ve sanırım bir üniversitenin fakültesi.
Bir kafede yaptığımız ve Engin’in dişinin kovuğuna girmeyen kontinental kahvaltının (nee sadece bir kruvasan ve kahve mi?!) ardından Mercat St.Joseph (La Boqueria) isimli ünlü pazar yerine kendimizi attık. Burada bol bol gözümüzü ve daha önceden görmediğimiz garip meyvelerden oluşan bir tabakla biraz da midelerimizi doyurduk. Bir önceki gece Los Caracoles’e rezervasyonsuz gitmenin azizliğine uğradığımız için bu akşam yemeğine yakınlardaki Crema Canela’da yer ayırttık ve Santa Maria del Pi kilisesine gittik; ancak tadilat dolayısıyla hiçbir şey göremedik.
Daha sonra daracık sokaklarını çok sevdiğim Barri Gòtic’e daldık. Burada Plaça del Rei isimli küçük meydanı mutlaka anmak gerek. Akustiği gerçekten çok iyi, zaten neredeyse her an bir sokak müzisyen grubu burada bir şeyler çalıyor. (Bu bölgedeki müzisyenler anladığım kadarıyla her gün meydan ve sokakları aralarında paylaşıyorlar, günler değiştikçe de rotasyon uyguluyorlar; birkaç kere üst üste gidince rotasyonu görmek mümkün. Ayrıca bu müzisyenler yaptıkları müziği renkli bez parçalarına sarıp CD olarak da satıyorlar, ki biz de bir tane aldık.)
Buradan Picasso müzesine geçtik. Beklediğimizden çok küçük bir müzeymiş, Picasso’nun erken dönem eserleri + milyonlarca Las Meninas şeklinde özetlenebilir. (Las Meninas, ünlü bir klasik tablo, ve Picasso bunun pek çok, gerçekten pek çok varyasyonunu yapmış.) Picasso müzesinin kemerli taş binası ve özellikle de süper müze dükkanına bayıldık. (Yurtdışındaki özellikle modern sanat müzelerinin dükkanlarını müzelerin kendisinden daha çok seviyorum galiba, Türkiye’de neden böyle mağazalar yok?) Öğle yemeğimizi El Born’da Nou Cellar isimli tesadüfen görüp girdiğimiz biraz yerel bir lokantada yedik. Gazpacho çorbası, escalivada (ızgara sebzeler), harika bir makarna ve mar i muntanya denen hem deniz mahsülü hem de et içeren ana yemekten oluşan bir yemek yedik ve burayı da beğenerek ayrıldık.
Yemekten sonra Ramblas caddesi üzerinden limana doğru yürüdük. Zaten otelimiz de bu cadde üstünde olduğu için otel odamızdan da devamlı canlı olarak izlediğimiz ve her gün defalarca önünden geçtiğimiz insan-heykeller, etraflarında kalabalık toplayan çeşitli atraksiyonlar ve fırsattan istifade kaşla göz arasında çantanızı tırtıklamaya hazır yan kesiciler (bir gün Ramblas üzerinde az kalsın bizim de başımıza geliyordu; ama Engin’in son anda fark etmesiyle ucuz atlattık).. Farklı adları olan ama kısaca Las Ramblas olarak anılan caddeler, aslında Plaça Catalunya’dan denize uzanan iki geniş bulvardan oluşuyor; bulvarların arasında yayalar yürüyor, küçük tezgahlar ve devasa ağaçlar var (şehre tepeden bakarken bunlar bir ağaç nehiri gibi gözüküyor); bulvarların diğer yanlardan ise araçlar geçiyor. Orta kısım İstiklal Caddesi gibi; her daim kalabalık, kaotik, değişken, ilginç; ama dikkati elden bırakmaya gelmeyen bir yer.
Rıhtımda biraz gezindikten sonra Transbordador Aeri denen teleferikle limandan Montjuïc tepesine çıktık. Teleferikten indiğimiz yerde şehri ayaklarımızın altında görünce hemen yan taraftaki Cafe Miramar’da oturup harika manzaraya karşı birer kahve içtik. Parlayan güneş, keyif, ve nereden çıktıysa arkada çalan Amazing Grace.. Biraz fazla oyalanmışız ki Miró müzesine biraz geç kaldığımızı fark edip hemen yola çıktık. Montjuïc otobüsünde ben (itiraf ediyorum ben) düğmeye basmayı unutunca, inmemiz gereken duraktan bir durak sonra indik ve bu vesileyle rotamızda olamamasına rağmen Olimpiyat Stadı’nı da görmüş olduk.
Miró müzesine gelince, okul gezisine çıkmış çoluk çocukla dolup taştığından olsa gerek, o kadar kalabalık ve gürültülüydü ki audioguide bile kimi yerlerde duyulmuyordu. Bu yüzden beklediğimiz kadar çok zevk alamadık ve hızlıca gezdik. Özellikle Miró’nun çeşitli malzemelerden yaptığı heykelleri çok sevdim, hatta bazılarını fotoğraflayabilmek için müze görevlisiyle kovalamaca bile oynadım. Rengarenk resimlerini çok sevdiğim Miró’nun son dönem eserleri ise bizi aştı: tuval üzerine tek bir çizgi ve resmin anlamını açıklayan bir paragraflık tanımlamalar..
Montjuïc’te ayrıca farklı bir teleferikle çıkılan kale, birkaç botanik bahçesi, MNAC müzesi ve El Poble Espagnol isimli İspanyol mimarisinden örneklerin pavyonlar şeklinde sergilendiği küçük bir köy var; ancak bunları kısıtlı zamanımız olduğu için elemek zorunda kaldık. Montjuïc bana şehrin merkezi kadar ilginç gelmedi; ama genel olarak şu söylenebilir ki tüm bu yapıların ortaya çıkmasına iki büyük organizasyon vesile olmuş: 1900lerin başında burada düzenlenen World Exhibition ve 1992 Olimpiyatları. Özellikle Montjuïc, ama genel olarak da tüm Barselona’nın çehresi böylece a’dan z’ye değişmiş, yenilenmiş.
Dönüşte Plaça d’Espagna’yı da görerek Plaça de Catalunya’ya döndük. Meydanın bir yanını kaplayan El Corte Ingles isimli devasa mağazada bir süre dolandık ve bir arkadaşımızın ilginç siparişi olan İspanyolca tabu oyununu aradık. Çabalar sonuç vermedi; biz de önce otelin, ardından da Crema Canela restoranının yolunu tuttuk.
Crema Canela, Plaça Reial’de yer alan, küçük, şirin bir lokanta. Bu akşam erken yememiz gerektiği için önceki gecelerin aksine kendimizi tam bir turist çift gibi hissettik (foreshadow: zaten gecenin diğer yarısında da fazla turistik faaliyetlerimize devam edeceğiz!). Peynirli güzel bir risotto, biftekli lazanya (ama buradaki lazanyanın bildiğimiz lazanyayla alakası yok) ve et yedik. Engin tatlı olarak küçük sufleler şeklinde farklı aromalı üç tane crema canela, ben de ev yapımı tiramisu yedim ve beğenerek ayrıldık.
Gece saat 22.30 gibi Ramblas caddesi üzerinde otelimize yakın bir flamenko barına (tablao deniyor) gittik. Çok da güzel olmayacağını önceden tahmin ediyorduk; ama daha iyi birkaç bar listemizde olmasına rağmen yakın olsun diyerek buraya gitmeye karar vermiştik. Sokakta barın önünde kuyruk olmuş bekleyen Amerikalı turist yoğunluğundan gecenin rengi zaten belli oldu; ancak parayı rezervasyonla birlikte önceden ödemiş olduğumuz için geri dönemeyerek biz de beklemeye başladık. İçeride, alçak tavanlı küçük bir salon, salonun ortasında yine küçük bir sahne ve yanyana dizilmiş sıkışık düzen sandalyeler vardı. Bir önceki flamenko vardiyası boşaldıktan sonra kuyrukta bekleyenler isimleri okunarak sırayla içeri alındı! Herkes yerleştikten sonra ışıklar söndü, 5-6 dansçıdan oluşan topluluk sahneye çıktı, bir yandan da sangrialar elden ele dağıtılmaya başlandı. Gösteriye gelince, özet olarak şunu söyleyebilirim: Flamenkodan fazla anlamam; ama o gece izlediklerimin Saura’nın Kanlı Düğün’ünden aklımda kalan flamenko görüntüleriyle uzaktan yakından alakası yoktu. Buna rağmen Amerikalılar çok beğendiler, gösterinin her saniyesinde coşkulu “Ale!Ale!” haykırışlarını dansçılardan esirgemediler. Biz ise olanları şaşkın bir şekilde izleyip derin ve tek “Ole”mizi gösterinin sona erdiği ana sakladık. Kısacası, uzak durun, en azından bizim gittiğimiz flamenko bardan (Tablao Cordobes).
--> Barcelona dördüncü gün
12/05/09 salı
Çok güzel bir hava! Bir an önce otelden çıkıp yakındaki El Raval bölgesinde biraz yürüdük. Las Ramblas caddesinin haritada sol tarafında kalan bu semt, bir zamanlar şehrin kötü şöhretli arka sokaklarıyken şimdi yavaş yavaş ihya olup bohemleşmeye başlamış. Daracık sokaklar, çamaşır kurutulan balkonlar, küçük dükkanlar, bir yanda harala gürele, bir yanda modern sanat müzesi ve sanırım bir üniversitenin fakültesi.
Bir kafede yaptığımız ve Engin’in dişinin kovuğuna girmeyen kontinental kahvaltının (nee sadece bir kruvasan ve kahve mi?!) ardından Mercat St.Joseph (La Boqueria) isimli ünlü pazar yerine kendimizi attık. Burada bol bol gözümüzü ve daha önceden görmediğimiz garip meyvelerden oluşan bir tabakla biraz da midelerimizi doyurduk. Bir önceki gece Los Caracoles’e rezervasyonsuz gitmenin azizliğine uğradığımız için bu akşam yemeğine yakınlardaki Crema Canela’da yer ayırttık ve Santa Maria del Pi kilisesine gittik; ancak tadilat dolayısıyla hiçbir şey göremedik.
Daha sonra daracık sokaklarını çok sevdiğim Barri Gòtic’e daldık. Burada Plaça del Rei isimli küçük meydanı mutlaka anmak gerek. Akustiği gerçekten çok iyi, zaten neredeyse her an bir sokak müzisyen grubu burada bir şeyler çalıyor. (Bu bölgedeki müzisyenler anladığım kadarıyla her gün meydan ve sokakları aralarında paylaşıyorlar, günler değiştikçe de rotasyon uyguluyorlar; birkaç kere üst üste gidince rotasyonu görmek mümkün. Ayrıca bu müzisyenler yaptıkları müziği renkli bez parçalarına sarıp CD olarak da satıyorlar, ki biz de bir tane aldık.)
Buradan Picasso müzesine geçtik. Beklediğimizden çok küçük bir müzeymiş, Picasso’nun erken dönem eserleri + milyonlarca Las Meninas şeklinde özetlenebilir. (Las Meninas, ünlü bir klasik tablo, ve Picasso bunun pek çok, gerçekten pek çok varyasyonunu yapmış.) Picasso müzesinin kemerli taş binası ve özellikle de süper müze dükkanına bayıldık. (Yurtdışındaki özellikle modern sanat müzelerinin dükkanlarını müzelerin kendisinden daha çok seviyorum galiba, Türkiye’de neden böyle mağazalar yok?) Öğle yemeğimizi El Born’da Nou Cellar isimli tesadüfen görüp girdiğimiz biraz yerel bir lokantada yedik. Gazpacho çorbası, escalivada (ızgara sebzeler), harika bir makarna ve mar i muntanya denen hem deniz mahsülü hem de et içeren ana yemekten oluşan bir yemek yedik ve burayı da beğenerek ayrıldık.
Yemekten sonra Ramblas caddesi üzerinden limana doğru yürüdük. Zaten otelimiz de bu cadde üstünde olduğu için otel odamızdan da devamlı canlı olarak izlediğimiz ve her gün defalarca önünden geçtiğimiz insan-heykeller, etraflarında kalabalık toplayan çeşitli atraksiyonlar ve fırsattan istifade kaşla göz arasında çantanızı tırtıklamaya hazır yan kesiciler (bir gün Ramblas üzerinde az kalsın bizim de başımıza geliyordu; ama Engin’in son anda fark etmesiyle ucuz atlattık).. Farklı adları olan ama kısaca Las Ramblas olarak anılan caddeler, aslında Plaça Catalunya’dan denize uzanan iki geniş bulvardan oluşuyor; bulvarların arasında yayalar yürüyor, küçük tezgahlar ve devasa ağaçlar var (şehre tepeden bakarken bunlar bir ağaç nehiri gibi gözüküyor); bulvarların diğer yanlardan ise araçlar geçiyor. Orta kısım İstiklal Caddesi gibi; her daim kalabalık, kaotik, değişken, ilginç; ama dikkati elden bırakmaya gelmeyen bir yer.
Rıhtımda biraz gezindikten sonra Transbordador Aeri denen teleferikle limandan Montjuïc tepesine çıktık. Teleferikten indiğimiz yerde şehri ayaklarımızın altında görünce hemen yan taraftaki Cafe Miramar’da oturup harika manzaraya karşı birer kahve içtik. Parlayan güneş, keyif, ve nereden çıktıysa arkada çalan Amazing Grace.. Biraz fazla oyalanmışız ki Miró müzesine biraz geç kaldığımızı fark edip hemen yola çıktık. Montjuïc otobüsünde ben (itiraf ediyorum ben) düğmeye basmayı unutunca, inmemiz gereken duraktan bir durak sonra indik ve bu vesileyle rotamızda olamamasına rağmen Olimpiyat Stadı’nı da görmüş olduk.
Miró müzesine gelince, okul gezisine çıkmış çoluk çocukla dolup taştığından olsa gerek, o kadar kalabalık ve gürültülüydü ki audioguide bile kimi yerlerde duyulmuyordu. Bu yüzden beklediğimiz kadar çok zevk alamadık ve hızlıca gezdik. Özellikle Miró’nun çeşitli malzemelerden yaptığı heykelleri çok sevdim, hatta bazılarını fotoğraflayabilmek için müze görevlisiyle kovalamaca bile oynadım. Rengarenk resimlerini çok sevdiğim Miró’nun son dönem eserleri ise bizi aştı: tuval üzerine tek bir çizgi ve resmin anlamını açıklayan bir paragraflık tanımlamalar..
Montjuïc’te ayrıca farklı bir teleferikle çıkılan kale, birkaç botanik bahçesi, MNAC müzesi ve El Poble Espagnol isimli İspanyol mimarisinden örneklerin pavyonlar şeklinde sergilendiği küçük bir köy var; ancak bunları kısıtlı zamanımız olduğu için elemek zorunda kaldık. Montjuïc bana şehrin merkezi kadar ilginç gelmedi; ama genel olarak şu söylenebilir ki tüm bu yapıların ortaya çıkmasına iki büyük organizasyon vesile olmuş: 1900lerin başında burada düzenlenen World Exhibition ve 1992 Olimpiyatları. Özellikle Montjuïc, ama genel olarak da tüm Barselona’nın çehresi böylece a’dan z’ye değişmiş, yenilenmiş.
Dönüşte Plaça d’Espagna’yı da görerek Plaça de Catalunya’ya döndük. Meydanın bir yanını kaplayan El Corte Ingles isimli devasa mağazada bir süre dolandık ve bir arkadaşımızın ilginç siparişi olan İspanyolca tabu oyununu aradık. Çabalar sonuç vermedi; biz de önce otelin, ardından da Crema Canela restoranının yolunu tuttuk.
Crema Canela, Plaça Reial’de yer alan, küçük, şirin bir lokanta. Bu akşam erken yememiz gerektiği için önceki gecelerin aksine kendimizi tam bir turist çift gibi hissettik (foreshadow: zaten gecenin diğer yarısında da fazla turistik faaliyetlerimize devam edeceğiz!). Peynirli güzel bir risotto, biftekli lazanya (ama buradaki lazanyanın bildiğimiz lazanyayla alakası yok) ve et yedik. Engin tatlı olarak küçük sufleler şeklinde farklı aromalı üç tane crema canela, ben de ev yapımı tiramisu yedim ve beğenerek ayrıldık.
Gece saat 22.30 gibi Ramblas caddesi üzerinde otelimize yakın bir flamenko barına (tablao deniyor) gittik. Çok da güzel olmayacağını önceden tahmin ediyorduk; ama daha iyi birkaç bar listemizde olmasına rağmen yakın olsun diyerek buraya gitmeye karar vermiştik. Sokakta barın önünde kuyruk olmuş bekleyen Amerikalı turist yoğunluğundan gecenin rengi zaten belli oldu; ancak parayı rezervasyonla birlikte önceden ödemiş olduğumuz için geri dönemeyerek biz de beklemeye başladık. İçeride, alçak tavanlı küçük bir salon, salonun ortasında yine küçük bir sahne ve yanyana dizilmiş sıkışık düzen sandalyeler vardı. Bir önceki flamenko vardiyası boşaldıktan sonra kuyrukta bekleyenler isimleri okunarak sırayla içeri alındı! Herkes yerleştikten sonra ışıklar söndü, 5-6 dansçıdan oluşan topluluk sahneye çıktı, bir yandan da sangrialar elden ele dağıtılmaya başlandı. Gösteriye gelince, özet olarak şunu söyleyebilirim: Flamenkodan fazla anlamam; ama o gece izlediklerimin Saura’nın Kanlı Düğün’ünden aklımda kalan flamenko görüntüleriyle uzaktan yakından alakası yoktu. Buna rağmen Amerikalılar çok beğendiler, gösterinin her saniyesinde coşkulu “Ale!Ale!” haykırışlarını dansçılardan esirgemediler. Biz ise olanları şaşkın bir şekilde izleyip derin ve tek “Ole”mizi gösterinin sona erdiği ana sakladık. Kısacası, uzak durun, en azından bizim gittiğimiz flamenko bardan (Tablao Cordobes).
--> Barcelona dördüncü gün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder