Amsterdam kaçamağımda sona doğru yaklaşırken kesinlikle parmak basmam gereken özellikle üç konu daha var: insanlar, ulaşım ve yemekler! Kısa kısa..
İnsanlar
Amsterdam genç, canlı bir şehir, bu da her şeyden çok insanlardan kaynaklanıyor.
Amsterdamlılar, veya tanıdığım kadarıyla Hollandalılar bende genel olarak çok olumlu bir izlenim bıraktı. Sokakta gördüğünüz insanlar genellikle güleryüzlü ve çok yardımseverler. Çok iyi İngilizce konuşuyorlar, iletişim kurmamak biraz zor! Bir şey sorduğunuzda hemen ilgileniyor, konuşuyor, gülümsüyorlar, diğer Avrupa şehirlerindeki o burnu havada soğukluğa burada fazla rastlamadım. Belki bunda insanların çok farklı kültürlerle birlikte yaşamaya alışık olmalarının bir etkisi vardır. Özellikle Amsterdam gerçekten uluslararası bir şehir, burada turistler dışında da çok fazla yabancı var. Özellikle dikkat çekici bir Uzakdoğulu ağırlığı fark ediliyor..
Burada süt ve süt ürünleri deliler gibi tüketiliyor ve sonuçlar sanırım ortada! Hollandalılar genel olarak çok uzun boylu, çok kocamanlar; insan onların yanında kendini yer cücesi gibi hissediyor. Ofiste 1,78 boyundaki bir kadının kendini yeni nesilin yanında küçücük hissettiğini duyunca çok güldüm.. Süt içmeyi sevmeyen ve sütün boy uzattığına inanmayan çocukları lütfen Hollanda’ya alalım!
Gördüğüm kadarıyla insanlar spora çok düşkün. Sabah akşam bisiklete bindikleri yetmezmiş gibi konuştuğum kişilerin çoğu haftasonu için planladığı spor etkinliklerinden bahsediyor: basketbol, paten vs. Yeterli kar olması durumunda her sene ülkenin kuzeyindeki Friesland’de yapılan
11 City Tour isimli çok meşhur bir paten yarışları varmış, anladığım kadarıyla çok geleneksel bir aktivite ve onlar için çok önemli.. Ne zaman hava durumuyla ilgili bir laf açılsa konu bu yarışa geliyor, “Umarız bu sene bol kar yağar da paten yarışını izleriz” diye ekliyorlar.
Bir de Ajax konusu var, ilgi alanıma girmediği için pas geçiyorum..
Ulaşım
Amsterdam’ın merkezi nispeten küçük sayılır. Şehir içinde pek araba yok, yürüyerek veya bisikletle, onun dışında da genelde tramvay ve kanal tekneleriyle ulaşım sağlanıyor. Centraal’dan kalkan tramvaylar şehir merkezinin neredeyse her noktasını dolaşıyor. Ben bu gezide otelimin çok yakınından geçen ve merkezdeki her yere gidebildiğim efsane 5 numaralı tramvayın abonesi oldum! Tramvay sistemi genellikle çok etkin işliyor. Neredeyse her gün tepe tepe kullanmama rağmen sadece bir kere sistemin aksadığını gördüm- orada da yaklaşık bir saat boyunca genel sistem arızalandığından tüm tramvay ulaşımı durdu!
Merkez-havaalanı ulaşımı için bence araba çok iyi bir seçim değil; çünkü özellikle sabah ve akşam iş çıkış saatlerinde yoğun trafik olabiliyor. Havaalanından kalkan trenler Centraal, Station Zuid gibi merkezi istasyonlara çok kısa sürede ulaştıklarından kesinlikle arabadan daha iyi bir alternatifler.
Sular üzerinde kurulu Amsterdam’da diğer Avrupa şehirlerindeki gibi bir metro sisteminden bahsetmek zor. Gerçi bir metro var; ama şehrin merkezinden değil, biraz çevresinden geçiyor. Bir de merkeze metro yapmak için bir proje devam ediyormuş; ama aynen bizim Ankara metrosunda olduğu gibi tahmini bitiş tarihi meçhul bir proje, ertelendikçe erteleniyormuş.
Bilet sistemine gelince, o konu biraz karışık.. Eskiden kullandıkları
strippenkart isimli bir sistemleri varmış.
Undutchables kitabında ironik bir şekilde bahsedildiğine göre, insanlar tam bu sistemi çözmüş, işte o zaman şehir idaresi sistemi değiştirmenin zamanı geldiğine karar vermiş! Şimdi
ov chipcard adı verilen yeni bir sistem kullanılıyor. Bizdeki akbil benzeri bir şey; ama elbette o kadar basit değil!
Meraklısına, benim anladığım kadarıyla ov chipcard çeşitleri:
1- Gerçek ov chipcard: Kimlik gibi, kişiye özel bir kart, Amsterdam’da yaşayanlar için. Önce kart için sabit bir ücret ödeniyor ve sonra da karta istendiği kadar kredi yükleniyor. Mantığı ise mesafe bazlı ücretlendirme, Londra’daki oystercard gibi. Her yolculukta belirli bir baz ücret kesiliyor, üzerine de check-in check-out arasındaki mesafeye göre değişken bir ücret uygulanıyor.
2- Anonim ov chipcard: Yukarıdakinin kimliksiz olanı, Amsterdamlıymış gibi yapmak isteyen turistler için- yani bu benim kartım!
3- Disposable ov chipcard: Kağıttan yapılma, kimlik ücreti olmayan en basit kart. Bunların da 1 haftalık (her yerde bulunmuyor), 1 günlük ve 1 saatlik (bunlar her yerde var) çeşitleri var.
Bu kartlar GVB araçlarında, yani otobüs, tramvay ve metroda geçerli. Her yolculukta check-in, check-out yapmak gerekiyor. Yukarıdaki ilk ikisi için anladım da, zaman limitli üçüncü çeşit kartlarda niye ısrarla check-in check-out istediklerini çözemedim. Gece otobüsleri konusu ise muamma. Bu kartların trenlerde geçip geçmedikleri ise başka bir muamma. Benim üç hafta sonunda anladığım, disposable kartlar trenlerde geçmiyor, diğerlerinin geçmesi için kartta minimum 20 euro kredi olması gerekiyor! Neden? Kimse bilmiyor. Herkes başka bir şey söylüyor, neyse fazla kurcalamamak lazım!
Trenlere tek bilet alınabiliyor. Tren bilet makinaları var, burada bozuk para ya da kredi kartıyla bilet alınabiliyor. Ekranların hepsi İngilizce olmadığı için internette bu ekranların simülatörlerini bulmak mümkün! Uğraşmayayım, gişeden alayım derseniz bunun karşılığında bilet başına 0,5 Euro fazladan ödemeniz gerekiyor.
Trenlere toplu bilet alayım derseniz onların ücretlendirmesi ayrı. Burada da zone sistemi var. Sezonluk bilet almak için bir baz zone, bir de kaç seyahat edeceğiniz komşu zone sayısı seçiyorsunuz. Bir karmaşa bir karmaşa. Bu sistemle ilgili siteyi incelediğimde aklıma hemen üniversitedeki
Travelling Salesman problemleri geldi! Biraz daha zorlasalar işi oraya kadar götüreceklermiş! Eğer Hollandalılar bu sistemi anlıyor ve etkin kullanıyorlarsa bence şapka çıkartmak lazım! Abartmadığımı kanıtlamak için bağlantı
burada.
Bence tüm ulaşım sistemini biraz fazla karıştırmışlar. Kısa zaman kalıyorsanız çok sorun değil; ama daha uzun zamanda Amsterdam’da ulaşımı ucuza getirmek ve neye ihtiyacınız olduğuna karar vermek için sistemi biraz anlamak gerekiyor.
Yemekler
Hollanda mutfağında çorbalar (ör. erwtensoep), sandviçler, patates kızartması vs. dışında çok öne çıkan bir yemek yok. Ama Amsterdam’da pek çok farklı mutfaktan güzel restoranlar bulmak mümkün. Adım başı İtalyan ve Arjantin lokantaları var. Özellikle bu Arjantin işini pek çözemedim; sanırım zamanında bir Arjantinli buraya gelip bir steakhouse açmış ve çok büyük bir başarı kazanmış. Onun peşinden gidenler de Amsterdam’da böyle bir Arjantin furyası başlatmışlar. Aslında bu lokantaların çoğunun Arjantin ile ilgisi yok, sadece adları böyle, işletmeleri tamamen başkalarına ait, garsonlar ise her yerden. Örneğin Toro Dorado’daki garsonlarımızın biri Nepalli, biri Portekizliydi!
Burada kaldığım süre boyunca denediğim değişik mutfakları sayarsam belki Amsterdam lokantalarının ne kadar çeşitli bir yelpazeye yayıldığına bir örnek olur: İtalyan, Arjantin, Meksika, Thai, Çin, Hint, Japon.. Bir de çok fazla Endonezya lokantası gördüm; ama henüz denemeye fırsat olmadı. Tam merkezde olmasa da pek çok bölgede çok fazla Türk lokantası da var. Dahası, Muntplein’a yakın bir Güllüoğlu’na rastladım!
Not. Çok uzun ve garip
Reguliersdwarsstraat isimli sokakta yan yana pek çok güzel ve hesaplı restoran bulmak mümkün.
Monnickendam
Özel olarak bahsetmek istediğim iki restoran var. Birincisi arabayla gittiğimiz Volendam şehrindeki bir otel restoranı,
Spaander. Volendam otantik bir balıkçı köyü.
Spaander ise bu çevrede yıllardır bilinen, klasik bir restoranmış. Bu çevrelerde fümesi meşhur bir cins yılan balığı yaygınmış, adı
paling.
Spaander restoranında
paling ve yine Hollanda’da çok tüketilen
herring (ringa) yedik ve clam chowder’a benzer harika ötesi bir balık çorbası içtik, bu üçünü unutamıyorum!
Bambaşka bir tarz, ama mutlaka bahsetmem gereken bir başka lokanta:
Pasta e Basta. Burası popüler bir mekan, günlerce yer bulamadım ama son hafta talihim açıldı ve rezervasyonla güzel bir masa ayarlayabildim.
Burası çok ilginç bir restoran (babamın kulaklarını epeyce çınlattım). Garsonlar size menüyü veriyorlar, istediklerinizi seçiyorsunuz, derken tam sipariş verecekken garson gelip “Pardon, şu andan itibaren konuşamayacağım, birazdan görüşürüz” gibi garip bir şey söylüyor, siz de anlamadan şaşıp kalıyorsunuz. Sonra mikrofonlu biri çıkıp “Lütfen şimdi konuşmayı bırakın” diye anons yapıyor ve sahneye garsonlardan biri çıkıp şarkı söylemeye başlıyor. Jazz, pop, opera aryaları.. Bir şarkı bitince 10-15 dakika hayat normale dönüyor, konuşma izni çıkıyor, garsonlar servise devam ediyor. Ama bir sonraki anonsta eğer şarkı mikrofonsuz söylenecekse tekrar susulup aynı süreç tekrarlanıyor, çok alem!!
Garsonların hepsi güzel sesli, gece boyunca sırayla şarkılar söylüyorlar.. İşin komiği, bir şarkının ortasında herkes şşt pşşt diye susturulurken lokantanın güvenlik alarm sistemi ötmeye başlamasın mı! Alelacele şifre girip alarmı susturdular; ama içimden kıs kıs güldüm, demek ki bu Pronet sülalesi her yerde aynı derecede ızdıraplı! Neyse, yemekler genel olarak güzel. İtalyan tarzı makarnalar, risottolar vs. var, özellikle deniz mahsullü makarnaları güzeldi.. Bir de açık büfe başlangıçlar var ki gece boyunca çalan kuyruklu piyanonun üstünden alınıyor. Kısacası
Pasta e Basta, yemekleri, müzikleri ve ambiyansı ile bayağı ilginç bir yer. Sadece akşamları açıklar ve rezervasyon kesinkes şart.
Peynirlerden daha önce bahsetmiştim; ama burada en sevdiğim şeylerden biri olduğu için tekrar değinebilirim.. Dönüş için planladığım ganimetler arasındaki bazı peynirler:
Gouda, Edam, Milner, Maasdammer, Old Amsterdam, Kantenaar.. Bir not, buradaki peynirler yaşlarına göre sınıflandırılıyor. Bizdeki eski kaşar-yeni kaşar ayrımı gibi burada daha detaylı bir derecelendirme var. Aynı peynirin gencini, orta yaşlısını, yaşlısını bulmak mümkün. Peynir yaşlandıkça sertleşiyor, kuruyor ve bu yüzden aynı gramajda daha çok yağ içeriyor. 45+, 48+ şeklinde numaralandırılan peynirler gerçekten çok yağlı ve çok kalorili imiş; ama ne gam!
Bir de son olarak
drop’tan bahsetmeliyim sanırım. Aslında yıllar önce tanışmıştım drop’la. Hollanda’dan gelen biri “Bakın bu Hollanda’nın en önemli spesiyalitesidir, mutlaka tadın” diyerek ikram etmişti bunu. O zaman bu zaman adını unutmuşum; ama tadını asla!! Sadece mikroskobik bir parça drop tatmak bile beni derhal o güne götürdü, tüm eski kötü anılarımı bir anda ateşledi! Bu, tarif etmesi zor bir tat.. Dışarıdan çok koyu renkli, harika bir bitter çikolata gibi görünüyor; ama bu sadece bir aldatmaca!! Ağzınıza attığınızda kayış gibi ve garip bir şekilde tuzlu bir şeyle karşılaşıyorsunuz.. Gerçi dropun başka çeşitleri de varmış, az tuzlu, hatta tatlı vs. Bazıları seviyor; ama ben kesinlikle minicik bir parçasını bile yutmayı henüz başaramadım; bu hayat için bu kadar drop macerasının yeterli olduğuna karar verdim. Beğenene..
Çıkınımı toplarken..
Amsterdam konulu yazı dizimi (!) böylece tamamlamış bulunuyorum.
Kısa bir değerlendirme: Soğuk havaya rağmen dolu dolu bir üç hafta geçirdim..
Bu sürenin sonunda şaşkın ördek gibi bisiklet yollarına girmemeyi artık öğrendim; uslu bir Hollandalı gibi tramvaylarda check-in & check-out yapmaya alıştım.. Artık sabahları uyandığımda kapkaranlık olan ve bir türlü aydınlanmak bilmeyen havaya da, akşam erkenden kapanan ve bazılarına hiç denk gelemediğim dükkanlara da fazla hayıflanmıyorum. İnsanların çalıştığı ve yaşadığı yerlerin ayrı şehirler gibi görünseler de genelde birbirlerine İstanbul’daki bazı semtlerden çok daha yakın olduğunu sonunda algıladım, artık fazla şaşırmıyorum.
h şeklinde okunan
g harflerini garipsemiyorum (
‘fan Hoh’,
‘Houda’ peyniri,
‘lohin’!!).. Çok mükemmel olmasa da sanırım
‘zuid’ (south) kelimesini artık doğru telaffuz edebiliyorum- bu benim gurur meselemdi, bunu İngilizce’ye sığınmadan söylediğimde insanların beni anlaması gözlerimi yaşartıyor!!
Oscar konuşması gibi olacak ama, aldığım tüm peynir ve lale soğanlarını bavuluma sığdırmaya çalıştığım şu son dakikalarda, başta bu gezi için bana sponsor olan şirketime (not: isim vermiyorum, reklam yapmıyorum!), geçen haftasonu bana eşlik eden anneme ve babama, bizi Amsterdam yakınındaki Monnickendam ve Volendam’da kısa bir gezintiye çıkaran İbrahim Güngen ve eşi Carla’ya, ayrıca yorumları için Gülçin’e çok teşekkür ederim!