Prag acayip bir şehir. İnsana garip şeyler hissettiren, kendine has bir şehir. Bir yandan zarif, masalsı, büyüleyici; bir yandan da garip bir şekilde korkutucu, karanlık, kasvetli. Acayip..
O yüzden acayip bir yazı gerek şimdi. Aradan neredeyse altı aya yakın zaman geçtikten sonra fotoğraflarıma tekrar bakıp Prag ile ilgili aklımda kalanları geç de olsa yazmaya karar verdim; ama aklıma geldiği gibi, karışık, sırasız.
Prag’da çok acayip bir gece yaşadım, sanırım bu yazıya da o geceyle başlamak en doğrusu: hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri.
Prag’da unutulmaz gece – Bölüm I
Prag gezimizin benim için en unutulmaz yanlarından biri, belki de en unutulmazı Karlin Müzikal Tiyatrosu’nda izlediğimiz Jesus Christ Superstar (JCS) müzikaliydi. Ee ne var bunda demeyin; bu benim için çok önemli bir olay; hiç unutmayacağım, kişisel tarihime damga vuran bir olay. Bu sebeple, burada gezi yazısı çerçevesinden biraz uzaklaşacağım; ama JCS mutlaka kayıtlara geçmeli- hiç değilse kendim için yazmalıyım!
JCS, bence Lloyd Weber’in en güzel eseri. Yıllar önce Gethsemane şarkısıyla tesadüfen keşfettiğim, sonra dinlediğim her şarkısıyla giderek daha çok, daha çok sevdiğim, Everything’s Alright’ı eşliğinde kaç kere uyuduğumu hatırlamadığım bu rock-opera benim için dinlemekten hiç bıkmayacağım biricik bir hazine. (Müzikallere burun kıvıranlar bence bir JCS’yi bir de Hair’i hakkını vererek dinlemeli, sonra tekrar düşünmeli!) Not: JCS’yi ilk kez dinleyeceklere önerim kesinlikle 1970 Ian Gillan’ın İsa yorumu, ki olağanüstüdür, üzerine hiçbir şey tanımıyorum.
Neyse, JCS ile ilgili kısa kişisel tarihimden sonra, tekrar Prag’a döneyim.. Prag öncesi internetten etkinliklere bakarken Engin’in “burada ne bulduğuma inanmayacaksın!” sözlerinin ardından bir anda JCS reklamlarını ekranda gördüğümde hakikaten gözlerime inanamadım: Yıllardır canlı izleme hayalini kurduğum o müzikal karşımdaydı! Üstelik, büyük bir şans eseri Prag’da olacağımız tarihleri kapsayan ve sadece bir aylık kısa bir süre için sergilenecekti. Önce gösterinin Çekçe ve sadece konser versiyonu olacağı düşüncesiyle boynumu bükerek bir kenara bıraktım; ama bir yandan da içim içimi yemeye devam etti. Ertesi gün, ne olursa olsun bu gösteriye gitmem gerektiğine karar verdim. Uzunca bir ikna çalışmasının ardından zavallı Engin’i yarım ağızla da olsa Çekçe JCS’ye gitmeye razı etmeyi başardım ve yemeyip içmeyip hemen biletleri aldım. İnternet sayfalarından açıklayıcı pek bir bilgi alamadığımız için gösteri gününe kadar başımıza gelecekleri ben heyecan içinde, Engin ise “artık ne çıkarsa bahtımıza” teslimiyetçiliği ile beklemeye koyulduk.
Prag’da büyük gün gelip çattığında ve Karlin tiyatrosuna vardığımızda itiraf etmem gerek ki beklentim çok düşüktü. Şehir merkezinden uzakta, adı şehrin önemli gösteri salonları içinde pek geçmeyen, yıllar önce çok büyük bir selde neredeyse tamamen zarar görmüş bir tiyatroda, Çekçe bir gösteri.. Öyle etrafta çok fazla reklamı da yok; yani yer yerinden oynamıyor. Muhtemelen sadece basit bir konser olacak, ya da kötü bir müsamere havasında geçecekti. “O kadar büyük bir orkestra da yoktur herhalde, ya arkadan müzik verirler, ya da küçültülmüş bir orkestra olur. Üstüne bir de aktörlerin sesleri kötüyse.. Yine de neyse, en azından şarkıları biliyoruz” düşünceleri içinde yerimizi aldık. Oysa orada bizi bir sürprizin beklediğini ve bu sürprizin her geçen an daha da güzelleşeceğini o sırada henüz bilmiyorduk!
Bir kere tiyatro muhteşemdi: kocaman bir salon, balkonlar, localar, devasa bir avize.. ve sahnede dekorlar! Müzik başladıktan sonra bunun uyduruk bir konser olmadığını, tam tersine hayatımda Broadway ve West End de dahil olmak üzere izlediğim en harika prodüksiyonlardan biri olacağını yavaş yavaş anladım! Dekorlar, bazen havada uçan, bazen yerin dibine geçen oyuncular, bir belirip bir kaybolan kuleler, merdivenler.. Özellikle çarmıh sahnesi çok özenli ve etkileyiciydi. Bir de danslar.. Karlin deyip geçmemeli, özel ekrandan tüm müzikalin İngilizce altyazı-daha doğrusu üstyazısını verdiler. Ezbere bildiğim müzikali Çekçe dinlemek bana özellikle çok değişik ve etkileyici geldi; böylece sözleri bir kenara bırakıp sadece müziğin ne kadar güzel olduğunu fark ettim.
Başrolde oynayan Kamil Střihavka, Çeklerin ünlü bir rock/metal solistiymiş, uzun sarı saçlarıyla karizmatik bir İsa olmuştu, özellikle arkada tek bir elektrogitarın sesi eşliğinde salona ilk girişi çok etkileyiciydi. Tüm oyuncuların sesi güzeldi; ama özellikle Judas Iscariot rolündeki Václav Noid Bárta‘nın performansına hayran olduk. Özel müzikal sahnesinin iç kısmına yerleşmiş ve gösteri sonunda kalkan iç perdeyle beliren orkestrayı da mutlaka anmalı. Klasikten rock’a, gospel’dan baladlara her biri birbirinden farklı karakterli parçalardan oluşan bu kadar renkli bir müziği standart orkestraya ilaveten bateri, elektrogitar, keyboard ve saksafonu da içeren böylesine geniş bir enstrüman topluluğundan canlı olarak dinlemek sanırım bu hayatta çok fazla yaşayamayacağım bir deneyimdi. Kelimenin tam anlamıyla mest oldum. Kana kana su içercesine müziği dinledikten sonra dakikalarca, ellerim sızlayana kadar nasıl alkışladığımı hatırlamıyorum..
Orada fark ettim ki, çok bilinçli olmasa da, eski bir demir perde ülkesi olmalarından ötürü Çeklere karşı içimde hafif bir burun kıvırma duygusu varmış. Sanki böyle bir prodüksiyon sadece New York ya da Londra’da olabilirmiş de, Prag’da olmazmış gibi. Ama gerek o akşam JCS’nin o unutulmaz performansını izledikten, gerekse de Black Light’tan kukla tiyatrosuna, operaya kadar ne kadar çeşitli etkinliklerinin ve ne kadar çok salonlarının olduğu öğrendikten sonra Çeklere karşı içimdeki bu belli belirsiz önyargılardan utandım ve sahne sanatlarında bu denli ileride olan bu ülkeye büyük bir saygı ve hayranlık duydum. Ve tabii Avrupa’ya gidince sıklıkla yaptığım gibi İstanbul’u düşündüm.. Hani şu 2010 Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul. İki yıldır karanlıklar içinde bir hayalet gibi bekleyen AKM’siyle ve Süreyya hariç hiçbiri gerçek anlamda konser/opera salonu niteliğinde olmayan birkaç küçük mekanıyla avunan kocaman İstanbul.
Her şeyi geçtim, Haydarpaşa’sına bile sahip çıkamayan talihsiz İstanbul.
O yüzden acayip bir yazı gerek şimdi. Aradan neredeyse altı aya yakın zaman geçtikten sonra fotoğraflarıma tekrar bakıp Prag ile ilgili aklımda kalanları geç de olsa yazmaya karar verdim; ama aklıma geldiği gibi, karışık, sırasız.
Prag’da çok acayip bir gece yaşadım, sanırım bu yazıya da o geceyle başlamak en doğrusu: hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri.
Prag’da unutulmaz gece – Bölüm I
Prag gezimizin benim için en unutulmaz yanlarından biri, belki de en unutulmazı Karlin Müzikal Tiyatrosu’nda izlediğimiz Jesus Christ Superstar (JCS) müzikaliydi. Ee ne var bunda demeyin; bu benim için çok önemli bir olay; hiç unutmayacağım, kişisel tarihime damga vuran bir olay. Bu sebeple, burada gezi yazısı çerçevesinden biraz uzaklaşacağım; ama JCS mutlaka kayıtlara geçmeli- hiç değilse kendim için yazmalıyım!
JCS, bence Lloyd Weber’in en güzel eseri. Yıllar önce Gethsemane şarkısıyla tesadüfen keşfettiğim, sonra dinlediğim her şarkısıyla giderek daha çok, daha çok sevdiğim, Everything’s Alright’ı eşliğinde kaç kere uyuduğumu hatırlamadığım bu rock-opera benim için dinlemekten hiç bıkmayacağım biricik bir hazine. (Müzikallere burun kıvıranlar bence bir JCS’yi bir de Hair’i hakkını vererek dinlemeli, sonra tekrar düşünmeli!) Not: JCS’yi ilk kez dinleyeceklere önerim kesinlikle 1970 Ian Gillan’ın İsa yorumu, ki olağanüstüdür, üzerine hiçbir şey tanımıyorum.
Neyse, JCS ile ilgili kısa kişisel tarihimden sonra, tekrar Prag’a döneyim.. Prag öncesi internetten etkinliklere bakarken Engin’in “burada ne bulduğuma inanmayacaksın!” sözlerinin ardından bir anda JCS reklamlarını ekranda gördüğümde hakikaten gözlerime inanamadım: Yıllardır canlı izleme hayalini kurduğum o müzikal karşımdaydı! Üstelik, büyük bir şans eseri Prag’da olacağımız tarihleri kapsayan ve sadece bir aylık kısa bir süre için sergilenecekti. Önce gösterinin Çekçe ve sadece konser versiyonu olacağı düşüncesiyle boynumu bükerek bir kenara bıraktım; ama bir yandan da içim içimi yemeye devam etti. Ertesi gün, ne olursa olsun bu gösteriye gitmem gerektiğine karar verdim. Uzunca bir ikna çalışmasının ardından zavallı Engin’i yarım ağızla da olsa Çekçe JCS’ye gitmeye razı etmeyi başardım ve yemeyip içmeyip hemen biletleri aldım. İnternet sayfalarından açıklayıcı pek bir bilgi alamadığımız için gösteri gününe kadar başımıza gelecekleri ben heyecan içinde, Engin ise “artık ne çıkarsa bahtımıza” teslimiyetçiliği ile beklemeye koyulduk.
Prag’da büyük gün gelip çattığında ve Karlin tiyatrosuna vardığımızda itiraf etmem gerek ki beklentim çok düşüktü. Şehir merkezinden uzakta, adı şehrin önemli gösteri salonları içinde pek geçmeyen, yıllar önce çok büyük bir selde neredeyse tamamen zarar görmüş bir tiyatroda, Çekçe bir gösteri.. Öyle etrafta çok fazla reklamı da yok; yani yer yerinden oynamıyor. Muhtemelen sadece basit bir konser olacak, ya da kötü bir müsamere havasında geçecekti. “O kadar büyük bir orkestra da yoktur herhalde, ya arkadan müzik verirler, ya da küçültülmüş bir orkestra olur. Üstüne bir de aktörlerin sesleri kötüyse.. Yine de neyse, en azından şarkıları biliyoruz” düşünceleri içinde yerimizi aldık. Oysa orada bizi bir sürprizin beklediğini ve bu sürprizin her geçen an daha da güzelleşeceğini o sırada henüz bilmiyorduk!
Bir kere tiyatro muhteşemdi: kocaman bir salon, balkonlar, localar, devasa bir avize.. ve sahnede dekorlar! Müzik başladıktan sonra bunun uyduruk bir konser olmadığını, tam tersine hayatımda Broadway ve West End de dahil olmak üzere izlediğim en harika prodüksiyonlardan biri olacağını yavaş yavaş anladım! Dekorlar, bazen havada uçan, bazen yerin dibine geçen oyuncular, bir belirip bir kaybolan kuleler, merdivenler.. Özellikle çarmıh sahnesi çok özenli ve etkileyiciydi. Bir de danslar.. Karlin deyip geçmemeli, özel ekrandan tüm müzikalin İngilizce altyazı-daha doğrusu üstyazısını verdiler. Ezbere bildiğim müzikali Çekçe dinlemek bana özellikle çok değişik ve etkileyici geldi; böylece sözleri bir kenara bırakıp sadece müziğin ne kadar güzel olduğunu fark ettim.
Başrolde oynayan Kamil Střihavka, Çeklerin ünlü bir rock/metal solistiymiş, uzun sarı saçlarıyla karizmatik bir İsa olmuştu, özellikle arkada tek bir elektrogitarın sesi eşliğinde salona ilk girişi çok etkileyiciydi. Tüm oyuncuların sesi güzeldi; ama özellikle Judas Iscariot rolündeki Václav Noid Bárta‘nın performansına hayran olduk. Özel müzikal sahnesinin iç kısmına yerleşmiş ve gösteri sonunda kalkan iç perdeyle beliren orkestrayı da mutlaka anmalı. Klasikten rock’a, gospel’dan baladlara her biri birbirinden farklı karakterli parçalardan oluşan bu kadar renkli bir müziği standart orkestraya ilaveten bateri, elektrogitar, keyboard ve saksafonu da içeren böylesine geniş bir enstrüman topluluğundan canlı olarak dinlemek sanırım bu hayatta çok fazla yaşayamayacağım bir deneyimdi. Kelimenin tam anlamıyla mest oldum. Kana kana su içercesine müziği dinledikten sonra dakikalarca, ellerim sızlayana kadar nasıl alkışladığımı hatırlamıyorum..
Orada fark ettim ki, çok bilinçli olmasa da, eski bir demir perde ülkesi olmalarından ötürü Çeklere karşı içimde hafif bir burun kıvırma duygusu varmış. Sanki böyle bir prodüksiyon sadece New York ya da Londra’da olabilirmiş de, Prag’da olmazmış gibi. Ama gerek o akşam JCS’nin o unutulmaz performansını izledikten, gerekse de Black Light’tan kukla tiyatrosuna, operaya kadar ne kadar çeşitli etkinliklerinin ve ne kadar çok salonlarının olduğu öğrendikten sonra Çeklere karşı içimdeki bu belli belirsiz önyargılardan utandım ve sahne sanatlarında bu denli ileride olan bu ülkeye büyük bir saygı ve hayranlık duydum. Ve tabii Avrupa’ya gidince sıklıkla yaptığım gibi İstanbul’u düşündüm.. Hani şu 2010 Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul. İki yıldır karanlıklar içinde bir hayalet gibi bekleyen AKM’siyle ve Süreyya hariç hiçbiri gerçek anlamda konser/opera salonu niteliğinde olmayan birkaç küçük mekanıyla avunan kocaman İstanbul.
Her şeyi geçtim, Haydarpaşa’sına bile sahip çıkamayan talihsiz İstanbul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder