12.01.2011

ayşe sıcağı sıcağına amsterdam’dan bildiriyor..

.. desem de, lafın gelişi. Zira burası çok soğuk, güneş olmadığı zamanlarda, yani çoğu zaman (!) insanın içi titriyor. Senelerdir pek giymediğim tüm kalın kazaklarım ve ben Amsterdam’da olduğumuzu her daim hissediyoruz!

Bu, benim için farklı bir gezi. Gezmek için değil, iş için buradayım, yaklaşık 3 haftalığına buradayım, iş arkadaşları dışında yalnızım, daha önce görmediğim Amsterdam hakkında hiçbir şey bilmeden, üstüne üstlük pişmiş tavuğun başına gelmeyecek bazı ilginç aksiliklerin sonrasında nihayet buradayım. O yüzden bu geziyle ilgili notlarımı farklı bir tarz deneyerek günlük havasında kısa kısa parçalar halinde yazmak istedim bu sefer.


Bu, Amsterdam’da üçüncü günüm. İlk izlenim, Schiphol. Burası adeta bir şehir. Kocaman bir terminal, dev bir alışveriş merkezi, altında tren garı, dışında otobüsler, oteller, iş merkezleri. Acayip büyük, hareketli, insanı içine çeken bir yer. Gelir gelmez otele geçerim derken burada birkaç saat dolaşmaktan kendimi alamadım.

Amsterdam’ın şehir merkezine kanallar ve o harika evler damgasını vuruyor. Henüz çok az bir kısmını, onu da hızla görebildiğim bu binalar beni ilk saniyede çarptı. Üçgen çatılar, taş-kiremit görünümlü, legodan evlere benzeyen harika binalar, kocaman şatomsu yapılar, zarif kanal evleri.. Amsterdam’ın kendine özgü müthiş bir mimarisi var. Umarım haftasonuna yürüyüş yapıp bolca fotoğraf çeker ve doya doya izlerim bu binaları..

Otelim Museumplein’e yakın sayılır. Şehrin mesken bölgesinde, elit bir muhit. Bahçeli, 2-3 katlı müstakil evler, köpeklerini gezdiren hali vakti yerinde insanlar var; merkezin içinde değil ama yürüme mesafesinde. Butik bir otel sayılır. Burada ilk gün ilginç şeyler başıma geldi. Bana verilen odayı beğenmediğim için resepsiyondan elime bir tomar anahtar tutuşturdular ve seç beğen al dediler bana. Böylece neredeyse tüm oteli gezip hepsi birbirinden farklı odalar arasından bir tanesini seçtim, daha önce böyle bir şey yaşamamıştım!

Museumplein bölgesini çok sevdim, şimdilik sadece dışarıdan gördüğüm müzeler ve Concertgebouw için planlar yapmaya başladım sayılır..

Amsterdam denince akla gelenlerden ilki tabii ki bisikletliler. Genci- orta yaşlısı, öğrencisi- iş adamı, çocuklusu-çocuksuzu burada herkes bisiklete biniyor. İş yerinde takım elbiseli kocaman insanların kar kış demeden her sabah işe 4 km kadar bisiklete binerek geldiklerini öğrenmek beni şaşırttı, sanırım bu yüzden bu kadar inceler.. Özellikle sabah mesai öncesi işe giden bisikletli ordularını izlemek ilginç. Bisiklet yolları ayrılmış; ama harika binaları seyrederken yanlışlıkla bisiklet yoluna girmek başa bela olabilir; çünkü bisikletliler her yerden çıkıyor ve vızır vızır geçiyorlar. (Konuya dokunan bir karikatür: "I Am Steerin’, Damn!")

Her şeyin ötesinde bayıldığım esas konu ise elbette peynirler.. Burası bir peynir rüyası gibi! Türkiye’de küçücük bir parçası çok pahalıya satılan her türlü yabancı peynir burada sudan ucuz. Füme peynirler, krem peynirler, tekerlek şeklinde, parafinli, karabiberli, hardallı, otlu peynirler, kısaca ne ararsanız.. Bence Hollanda’da basit bir sandviç en güzel öğün olabilir. Çıtır çıtır ekmekler, tereyağları, harika peynirler ve jambonlar insanı çağırıyor.. Dönüşte bir bavul peynirle dönmek istiyorum sanırım!

3 yorum:

engin dedi ki...

Ayşe zaten 4 tane bavulla gittin,
Hala bavul diyorsun.
Sonumuz hayrolsun... :)

gulden dedi ki...

Ayşeciğim Amsterdam notların da diğer gezi notların gibi muhteşem olacağa benziyor.Gözlem yeteneğin ve gözlemlerini güzel,akıcı ve espirili bir dille yazıya dökmen çok etkileyici. Amsterdam notlarının devamını merakla bekliyoruz Anne Frank'ım benim.(Bu arada Engin'in yorumu da müthişti)

Gulcin dedi ki...

Aysecim nasil geciyor gunler? ben geldim ama simdi de Londraya gidiyorum. Sen buralarda olacaksan haftaya goruselim mi?