23.01.2011

amsterdam günlükleri – 3

Havadan sudan!

Burada kala kala artık buz gibi havaya da, kat kat giyinip dolaşmaya da sanırım alıştım; ama tekrar belirtmeden geçemeyeceğim: bu mevsimde, özellikle nemli ve rüzgarlı havada soğuk gerçekten insanın içine işliyor. Yine de, bu üç hafta boyunca farklı havalara da rastladım: Sağanak yağmur, çok hafif serpiştiren kar, rüzgar ve sadece bir gün için olsa da çok parlak ve bana güneş gözlüğü taktırtan güneşli hava! Buraların havasının çok değişken olduğunu söylüyorlar, katılıyorum!

Buradaki esas konu ise su. Hollandalıların esas meselesi, en büyük mücadeleleri, onları dünya için çok önemli hale getiren esas şey, su. Bütün ülke aslında kocaman bir delta gibi. Ama toprak çok değerli ve az olduğu için Golden Age döneminden bugünlere kadar denizi boşaltıp kurutmuş ve lock’lar, dijk denen insan yapımı yükseltiler vs. ile deniz seviyesinin altında bitek topraklar kazanmışlar. Hatta Amsterdam’ın kuzeyinde kara içine doğru giren çok azgın açık denizi kapatıp bir iç deniz yaratmışlar, sonra da yavaş yavaş bu iç denizi de boşaltıp topraklarını genişletmişler. Çok acayip bir ülke, acayip bir mühendislik harikası, acayip bir çaba. Haritadan bakıp ne kadar büyük bir alanın bu şekilde kazanıldığını düşününce insanın ağzı açık kalıyor. Konuya uygun düşen popüler bir söz: “God created the world, but the Dutch created the Netherlands.”.

Şehir dışına çıkıp biraz yol aldığınızda gördüğünüz en çarpıcı şey şu: Her yer dümdüz. Ama gerçekten dümdüz, alabildiğine.. (Tek yükselti, birkaç metrelik insan yapımı dijk’lar) Örneğin Schipol ve çevresi aslında deniz seviyesinin altında, oralar da bu şekilde boşaltılarak yapılmış. İşin garibi, tüm bunlara rağmen yağmurda buraları seller götürmüyor, bizdeki gibi her çiseleyen yağmurda felaketler yaşanmıyor!

Kanallar, evler..

Amsterdam’da romantik bir fotoğraf karesi: Bir kanal, iki yanında güzel evler, arada kavisli bir taş köprü, kanaldan geçen bir gezi teknesi ve her yerde park etmiş bisikletler.. İnsan ilk gördüğünde hemen fotoğraf makinasına sarılıyor; ama sonradan bunun bütün şehri kaplayan ve sürekli tekrarlayan bir pattern olduğunu fark ediyorsunuz. Her yer böyle. Ben iki gün içinde kaybola kaybola da olsa (!) tüm merkezi arşınladım; dere tepe düz gittim diyeceğim ama bizim bu deyimimiz de tepesiz Hollanda için biraz ironik kaçıyor!!

Amsterdam şehrinin merkezi bence koskocaman bir inşaat projesi gibi; resmen sular üzerine bir şehir kurulmuş. Gezerken yer yer durup düşünüyorum: üzerinde yürüdüğüm bu sokaklar bir zamanlar deniz ya da nehrin bir parçasıymış ve gördüğüm bütün o güzel evler aslında tahta kazıkların üzerinde duracak şekilde yapılmış… Ne garip!

Burada Venedik’ten çok daha fazla kanal var. Grachtengordel dedikleri üç büyük kanaldan oluşan bir çember şehir merkezini sarıyor ve burada çok güzel kanal evleri var.. Bunun dışında şimdinin bazı meşhur caddeleri de, örneğin Rokin ve Damrak, eskiden kanalmış. Amsterdamlılar yere ihtiyaç duydukça suyu boşaltıp şehri genişletmişler yani.. Meşhur Dam Meydanı da adından anlaşıldığı gibi eskiden bir barajmış, düşününce acayip geliyor. (Not: Amsterdam isminin de buradan geldiği söyleniyor; Amstel Dam ~ Amstel nehri üzerinde yapılmış baraj)

Dam Meydanı


Kanal evlerinin çoğu küçücük görünüyor, kutu kutu pense gibi.. Evlerin çok güzel pencereleri, üçgen çatıları, süslü cepheleri var.. Özellikle, tam Türkçe karşılığını bilmediğim, gable denilen üçgen şekilli çatı- çatı cepheleri göze çarpıyor. Yanyana yan yana dizilmiş, çok farklı bir estetiği olan ve çoğu 1600-1700lü yıllardan kalan karakteristik evler.. Hediyelik eşya satan dükkanlardan buzdolabının üzerine yan yana dizmek için bolca kanal evi şekilde magnet alıyorum, hangisini nasıl konumlandıracağımı hayal ederek, renkleri ve tarzları dengeleyerek.. Sonra düşünüyorum da, birileri de Amsterdam’ı sanki böyle tasarlamış; minik minik evleri bir ondan bir bundan diyerek yan yana dizmiş ve tüm o kanalları böylece döşemiş gibi.

Kanal evlerinin bazıları ileriye doğru çıkmış, bazıları eğrilmiş, çok ilginç. Bunların en meşhuru yana doğru eğrilmiş Sluyswacht; buralar için bir nevi Pisa kulesi denebilir ve içinde hala aktif bir cafe var! Evlerin üzerinde durduğu ahşap kazıklar da zamanla çürüyormuş. Ancak bunları esas çürüten şey, su değil; tam tersi su seviyesinin düşmesiymiş. Havayla temas eden ahşaplar hızla çürüdüğünden şehir yönetiminin su seviyesini belli aralıklarda tutma gibi garip bir görevi de varmış!

Son olarak, kanal evleriyle ilgili ilginç bir nokta: Evler genelde iki üç katlı ve en üst katta dışarıya doğru büyük kancalar var. Neredeyse tüm evlerde bu garip kancaları görmek mümkün. Önce bunların mantığını anlayamadık; ama sonradan öğrendik ki bu kancalar aslında eşya taşımak için kullanılıyormuş! Evler ve özellikle evlerin içindeki merdivenler çok dar olduğu için üst katlara mobilya taşımak ancak dışarıdaki bu kancalar ve onlara takılı halatlar sayesinde mümkün olabiliyormuş..

1 yorum:

Gulcin dedi ki...

Aysecim cok guzel bir yai olmus. Senin gozunden yasadigimiz yerleri okumayi cok sevdim ben :)

Ufacik bir katki: Amsterdamda eski donemlerde vergilendirme evin oturdugu arazinin on cephesinin genisligine gore yapiliyormus. Bu yuzden evler dar, kimi zaman derin ve bir kac katli olarak planlanmis. Ev icindeki yasama alanini genis tutmak icin de merdivenler dar yapildigindan o kancalarla esyalar tasinirmis.

Sevgiler :)