20.05.2013

Bir iz bırak burada (Behzat Ç’nin ardından)


Bu yazının bu blogda işi ne, diye düşünebilirsiniz. Ama Behzat Ç’nin benim için önemli bir yeri var, dahası Ankara’yla özdeşleşen bir yanı var... O yüzden bir kenara not düşmek, unutmamak istedim.


Yorgun gecelerin ardından, hep aynı yere dönerken
Islak sokaklar boyu düşündüm
Solmuş insanların yüzünden gülümseme beklerken
Tren yolları boyu düşündüm

Sanki yıllardır uzaktayım ben
Özlemlerim hep sessiz, derinden
Ama yalanlar görürüm hala, buradan bakınca şu sonsuz dünyaya
Olsun
Demek de zor artık
Çocuk düşlerimiz yok artık

Behzat Ç izlemeye çok geç başladım. Önceleri oradan buradan dizi hakkında kulağıma çalınanları hayal meyal anımsıyorum. Birkaç kere de kanallar arasında dolanırken denk gelip birkaç saniye bakmışlığım vardır; ama edindiğim ilk izlenim dizinin kaba saba konuşan adamlar, mafya ve polis içeren yeni bir Kurtlar Vadisi türevi olduğu idi. Küfürlüydü, bayağıydı. İzlemedim. Aradan aylar geçti; paralelde annemlerin diziyle ilgili coşkulu anlatımları devam etti. Onların bu kadar beğendiği bir dizi nasıl bir şey acaba diye biraz merak ettim; ama vaktim yoktu, izlemedim. Sonra ilgimi çekmeye başladıysa da aradan neredeyse bir sezon geçmişti, olaylar ilerlemişti; izlemedim.

Derken bir gün tesadüfen bir sahne gördüm dizinin orta yerinden, bir Pazar akşamı (o zamanlar Pazar akşamı yayınlanıyordu). Esra, Behzat ve Şule yan yana oturmuş, Berna’nın terastan düşüşünün videosunu izliyorlardı, Behzat ağlıyordu, arkadan Gündüz Yüzlü Kız çalıyordu. Hepsi çok iyi oynuyorlardı. O sahne beni çok etkiledi, merakım daha da kabardı.

Derken iş için bana İtalya yolları gözüktü. Tek başına, çok stresli bir iş için, şehir merkezinden çok uzakta, yapılacak hiçbir şeyin olmadığı bir yerdeydim. Beş haftalığına. Her akşam geç saatte, tükenmiş ve bezgin bir halde otel odasına gelip kafamı boşaltacak bir şeyler ararken başladım Behzat Ç izlemeye. Bölüm bir. Arkası geldi, sektirmeden her akşam ikişer bölüm izleye izleye arayı kapattım. O sinir bozucu yalnız gecelerde dizi eşlik etti bana; Behzat’ın o buhranlı halleri, evine gelip yorgun argın koltuğuna çöküp bir bira açtığı sahneler, o çocuksu, zavallı yalnızlığı yakın geldi bana; o günlerdeki halimle özdeşleştirdim.

Zamanla giderek yan karakterlere bayılmaya başladım; doğallıkları, aralarındaki uyum, sanki yazılıp oynanıyor gibi değil de arkadaş arası muhabbet sırasında gizli kamerayla çekilmiş izlenimi veren sahneler diziye daha da bağladı beni, gülümsetti, bir alışkanlık haline getirdi.

Sonra bir Ankara hissiyatı yarattı içimde. Neredeyse hiçbir dizide, filmde görmediğim bir şey vardı burada; olayın merkezi ilk kez Ankara’ydı. Sahne aralarında Boğaz’dan geçen vapurlar yerine Ulus yolundaki Hitit heykeli görünüyordu; akşam Kız Kulesi’ne değil, Anıtkabir’e düşüyordu. Karakterler Seymenler’e, Botanik Bahçesi’ne, Gençlik Parkı’na, Esat’a gidiyorlardı. Kahvaltıyı Ankara simidiyle yapıyor, acıkınca soluğu Aspava’da alıyorlardı. Bir de Pilli Bebek’in enfes müzikleriyle birleşince Behzat Ç benim için çocukluğumun Ankara’sına dair silik bir hüzün, bir özlem ifadesi oldu, içimde bir yerlere dokundu. Bu duyguyu özellikle Ankara’dan uzak yaşayan ve diziyi izleyen başka Ankaralı arkadaşlarımda da gözlemledim sonraları. Yıllar sonra Behzat Ç, mesafelere rağmen aramızda paylaşılan yeni bir ortak nokta oldu.

Tabii ki dizinin en çok öne çıkan yanı sağlam senaryosuydu; üç sezon boyunca akıllıca planlanmış detaylarla, klişelere düşmeden, sündürmeden ilgiyi hep yüksekte tutmuş senaryosu, paralelde devam eden pek çok hikayesi. Bunların aralarında da gündeme dair çok canlı, çok taze göndermeler; kimi zaman dalga geçen, dokunduran, kimi zaman iç acıtırcasına derinden söyleyen tüm o halleri. Her yeri koyu bir suskunluğun kapladığı şu günlerde bir şeyler söylemeye, bir kurgu içinde de olsa bir şeyleri dile getirmeye bu denli cesaret edebildiği için kendini ona yakın hissetti bu kadar çok insan; o yüzden şimdi bunca yazılan arkasından.

Aile içinde efsanemiz olmuş üstgeçit cinayetini unutmak mümkün mü, Behzat’ın tabak aldığı konuşmasını, Esra’nın dünyanın ekseninin 12 cm kaydığına ilişkin kuru arka sayfa haberini bu kadar romantik bir tiratla birleştirdiği o müthiş ilan-ı aşk sahnesini, belki beş kere izlediğim Akbaba’nın evi bölümünü, savcının kitaplarını toparlarken ve hapse girmeye az kala hala vazgeçmediği idealist adalet aşkını.. Ercüment Çözer, Memduh Başgan gibi kendini özleten o olağanüstü kötü adamları, “Bak” eşliğinde geçen heyecanlı kovalamaca sahnelerini, gün sonunda genelde Doktor’un Yeri’nde biten hüzünlü demlenmeleri... Bazı bölümler, diyaloglar o kadar enfesti ki, beklentiyi ve çıtayı o kadar yükseltti ki, kimi zaman tempo düştüğünde herkes dudak büktü, ortalamayı beğenmez oldu. Oyuncular o kadar iyi oynuyorlardı ki bölüm cinayetlerinde rol alan figüranlar onların yanında çok sırıttı. Behzat bir bölüm oynamadı, olay oldu. Yer yer detaylar, kişiler çok karıştı, düşündürdü, kafa patlattı, notlar aldırttı. Anımsatmak ve paylaşmak için almanaklar, testler hazırlattı. Pilli Bebek hayranı yaptı. Yıllar sonra Aspava’ya götürdü.

Menemen eşliğinde beklediğimiz final bölümü ise bana beklediğim kadar etkileyici gelmedi; aniden gelen bir ölüm gibiydi, zamansızdı, bir şeyler yerli yerinde değildi sanki.

Öyle ya da böyle Behzat Ç, çok da ihtiyaç duyulan bir dönemde Türkiye’den bir rüzgar gibi geçti gitti, söyleyeceğini söyledi, arkasında bir sızı ve güzel bir iz bıraktı. Son sahnede kırmızı Vosvosa bakarken eyvallah dedirtti.

“O çocuk var ya o sendin sanki ve deliydi
Uyusaydı büyürdü belki, ve deliydi
Derdi ki yarın bitermiş her şey ve bitti 

Ver, ver ateşe ver bizi
Bir iz bırak burada
İz bırakanlar unutulmaz.“