21.11.2017

Kanada’da ilk altı ayımız

“Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”
Şems-i Tebrizi


Bu bir gezi yazısı değil; ama hayatımdaki önemi itibariyle bir notu hak ediyor.

Bugün itibariyle Kanada’da altıncı ayımızı tamamladık- zaman nasıl da hızlı akıyor! Hayatımda böyle bazı milat noktaları var, sadece mekanların değil, ona paralel olarak daha bir çok şeyin tepeden tırnağa değiştiği. Mesela Ankara’dan İstanbul’a gelişim, şehir değişikliğinin ötesinde hem evimden, hem ikinci yuvam olan ODTÜ’den ve akademik hayattan ayrılış, hem de İstanbul’a, özel sektöre, kendi başıma bir evi çekip çevirme işlerine ve evliliğe geçiş demekti benim için. Şimdi ise Kanada- yeni ülke, yeni ev, yeni hayat, her şey ama her şey yepyeni. Bir arkadaşım demişti ki göçmen olmak biraz bebek olmaya benziyor. Çevreni keşfetmen, yürümeyi, konuşmayı, kuralları, her şeyi ama her şeyi sıfırdan öğrenmen gerekiyor. Konfor alanından çıkınca insan eskiden otomatiğe bağlayıp yaptığı çoğu şeyde önce bir zorlanıyor; sürekli bir keşif hali içinde, algılarını hep açık tutarak ve sürekli yeni bir şeyler fark ederek bir öğrenme sürecinden geçiyor.
Doğa yürüyüşü

Açıkçası ilk altı ayımız beklediğimden kolay geçti; geriye dönüp baktığımda iyi adapte olduğumuzu düşünüyorum. Her şeyi planlı, kontrol ve güvence altında olsun isteyen benim gibi biri için, her tarafı belirsizliklerle örülü bu süreç belki de en güzel hayat derslerinden biriydi. Büyük bir projeydi ve altından kalktık bir şekilde. Bence bunda en büyük etken, buraya kafaca hazır olarak gelmekti. Beklentilerimizi doğru koymanın, bizi bekleyen zorluklara, belirsizliklere hazır olup bunlardan yılmamanın etkisi. Aile olarak gelmek de çok fark ediyor; böylece öncelikler daha siz koymadan kendi kendine belirleniyor. Bir de şu var: doğrusunu söylemek gerekirse bence küçük bir çocukla domestik bir yaşam, dünyanın neresine giderseniz gidin üç aşağı beş yukarı benzer şeyleri yapmayı içeriyor; o yüzden A noktasından B noktasına çok büyük bir farklılık da hissetmiyorsunuz (tabii sevdiğiniz insanlara uzak olmayı saymazsak!). Tüm bunlara ilave olarak, Kanada’ya gelişimizde mevsimin yaz olması, burada bize destek olan, ihtiyacımız olacak bütün bilgileri ve püf noktaları bize hap gibi sunan ve bizi yalnız bırakmayan dostlarımızın bulunması işimizi çok çok kolaylaştırdı.

Evimizin açılışı!
Altı ay içinde evimizi tuttuk (aslında gelmeden tutmuştuk bile!), yerleştirdik, çevreyi biraz keşfettik, Ateş’i okula başlattık, ehliyetlerimizi ve arabamızı aldık, ben iş buldum ve ailemizi büyütmeye karar verdik! Kısa süre için iyi bir performans sayılır :)

Aşağıda da unutmadan başlarda bize yeni ve ilginç gelen bazı şeyleri not etmek istedim, yıllar sonra baktığımızda dönüp hatırlamak için. Aklıma geldiği gibi, kısa kısa:

·         Doğa – Buranın tartışmasız çok güzel bir doğası var. Kanada diyince ilk aklıma gelen şey sanırım bu. Henüz milli parklara falan çok yolumuz düşmese de, GTA (Greater Toronto Area) içinde, herhangi en basit sokakta dahi her yer yemyeşil, her yer yürüyüş parkurlarıyla, küçüklü büyüklü parklarla, korularla dolu. Bu, bize İstanbul’dan sonra o kadar iyi geldi ki anlatamam. İki ağaç görmek ve temiz hava almak için kilometrelerce yol tepip bir sürü kalabalık, otopark çilesi derken binbir eziyet çekerek Belgrad ormanlarına gitmenin en basit alternatifi şu an gerçekten sadece ve sadece 1,5 dakika yürüyerek evimizin arkasındaki ravine’e inmek (Ravine, Toronto bölgesine özgü, içi ağaçlarla kaplı küçük bir vadi turu). Dahasını isterseniz gidilebilecek binlerce park, göl, kamp alanı var. Kanadalılar da bu doğanın hakkını veriyorlar; sürekli dışarıda outdoor aktiviteleriyle meşguller, doğayla çok iç içe ve spora düşkün insanlar.
Ravine
·         Bulutlar – Yeni bir yere gidince ilk önce bulutlar ilgimi çeker benim. Her şehrin kendine özgü bulutları, kendine göre bir günbatımı vardır. Ve buraların bulutları da, gün batımları da muhteşem. Bazı günler sanki bir tablonun içindeymişim gibi hissediyorum. Özellikle şehirlerarası yollarda giderken bazı noktalarda insan kocaman, bomboş ve çok farklı bir coğrafyada olduğunu tüm netliğiyle fark ediyor; o geniş boşluk, uçsuz bucaksızlık bir yandan sizi küçük ve yalnız hissettiriyor, bir yandan da çok etkiliyor.

·         Büyüklükler – Kanada dünyanın ikinci büyük ülkesi. Burada her şey büyük. Yollar, mesafeler, arabalar, kamyonlar, otoparklar, porsiyonlar, kağıt havlular bile..

Engin'in bisikleti
·      Yollar, trafik sistemi – Toronto trafiği çoğu zaman İstanbul’u aratmasa da temel bir fark var: Trafikte kurallar var ve insanlar bunlara uyuyor! Bazı kurallar bizden farklı: sola dönüşler, kırmızıda sağa dönebilmek, adım başı stop sign'lar vs. Bazen kırmızıda geçip yeşilde durmanız gerekebiliyor. Bisikletliler çok çok yaygın. Okul otobüsleri için özel kurallar var.Yollardaki işaretlemeler, çizgiler, her şey çok düzgün, kurallara uyduğunuz sürece aslında burada araba kullanmak çok rahat. Türkiye’de tekrar araba kullanmak zorunda kalırsam çok bocalayacağıma eminim. Kanada’da arabasız bir yaşam, downtown’da oturmuyorsanız ve de hele çocuklarınız varsa çok mümkün değil. Biz başta yaklaşık 3 ay arabasız yaşadık, ihtiyacımız olduğunda araba kiralıyor, diğer zamanlar yürüyerek, otobüse veya trene binerek idare ediyorduk. Ama bunu duyanların gözleri yuvalarından fırlıyordu: “Nee? Arabanız yok mu?” Burada arabası olmayan çok az bir kesim var, ya 16 yaşından küçükler ya da çok çok yaşlılar. Arabalar büyük, bagajlar büyük, bir de arkalarına koca koca römorkumsu nesneler takıp çadırlar, bisikletler, şunlar bunlar koyup geziyorlar. 


·         Çocuk güvenliği – Trafik demişken çocuk oto koltuğu burada olması gerektiği kadar önemli bir konu. Bu konuda Türkiye’de çoğu zaman saçımı başımı yolduran hiçbir duruma burada rastlamak mümkün değil. Oto koltuksuz çocuk yolcu taşımak yasak, bu kadar. Oto koltuğu bulundurmamanın, oto koltuğunuz olsa da koltuğun Kanada’da üretilip Kanada standartlarını sağlamaması ya da son kullanım tarihinin geçmiş olması (evet böyle bir şey de var) durumunun cezası büyük. Oto koltuğu aldığınızda bağlı olduğunuz region’ın düzenlediği oto koltuğu montaj kurslarına katılabiliyorsunuz, ya da itfaiye merkezlerinden ya da sigortacınızdan (evet bu ikisi şaka değil) doğru montajla ilgili yardım ve destek alabiliyorsunuz. Yine bebek mobilyaları konusunda bir dolu düzenleme var, standartlara uymadığı için satışı yasaklanan bir sürü yatak ve beşik türü vs. Taşıma şirketleri bir problem olması durumunda cezası büyük olduğu için asla çocuk mobilyası montajı yapmıyor, ya başınızın çaresine bakmanız ya da yüksek bir ücret karşılığı konuda özelleşmiş bir usta çağırmanız gerekiyor. Yine başka bir fantastik durum, görüşmeye gittiğim bir okulun çocukları sık sık çevredeki boş alanlara çıkardığını ama asla ve asla çocuk parkına götürmediklerini söylemesi oldu; çünkü parklardaki kaydıraklar güvenlik denetiminden geçmiyormuş, bir kaza olursa bunun sorumluluğunu nasıl alırlarmış! Bütün bunlar benim gibi biri için bile biraz sürreel geliyor kulağa..

·         Çöp meselesi – Türkiye’de çöpünü yere ve denize atmayan insanları öpüp başımıza koyma noktasındayken, Kadıköy gibi Türkiye’nin en kalifiye yerlerinden birinde yaşarken bile geri dönüşüm çöplerini ayırıp ayırıp akıbetleri konusunda sürekli hayalkırıklığı yaşarken, burada sonunda bu konuda içim bir nebze olsun rahat. Burada çöp, her medeni Batı ülkesinde olduğu gibi çok önemli bir konu. Öyle tek bir çöp kutum olsun, hepsini düşünmeden oraya atayım, sonra her gün birileri alsın götürsün yok. Çöp meselesini hatmetmeniz, çöplerinizi tiplerine göre ayrıştırmanız ve sadece bağlı olduğunuz yerel yönetimin belirlediği düzene göre dışarı çıkarmanız gerekiyor. Geri dönüşüm ve organik çöpler haftada bir, niteliksiz çöpler, bahçe atıkları vs. ise iki haftada bir toplanıyor, bir sürü kural ve kısıtlama var. Bu süre boyunca çöplerinizi kendi evinizde, özel çöp kutularında, organik çöpleri kompost yapılabilecek özel poşetlerde biriktirmeniz gerekiyor. Çöpleri çöp günü dışında kesinlikle dışarıda bırakamazsınız, başkasının çöp kutusuna bir şey atamazsınız, çöpleri uygun şekilde saklamazsanız çöp karıştırmada çok becerikli rakunların gazabına uğrayabilirsiniz; bu yüzden ya özel çöp odalarında biriktirmeniz ya da garajinızda buna göre bir düzenleme yapmanız gerekiyor. Çöp konusunda ta küçük yaştan bilinçlendirme yapılıyor. Preschoollarda daha konuşmayı bilmeyen çocuklar bile geri dönüşüm çöplerini ayırmayı öğreniyor, ofislerde herkesin masasında ayrı ayrı normal ve geri dönüşüm çöpleri var. İlk geldiğimizde çöp konusunda bayağı bir katalog okuduk, farklı bir ambalaja denk gelince, “Bunu ne yapacağız şimdi?” diye az kafa patlatmadık doğrusu.

·         Sağlık sistemi – Buradaki hayat tarzı genelde Amerika’ya çok benzese de sanırım en büyük farklılık sosyal devlet olanakları. En önemlisi de tamamen eyalatler tarafından karşılanan sağlık hizmetleri. Burada yaşayan herkes sağlık sistemine üye; göz, diş ve ilaçlar dışındaki her şey devlet tarafından karşılanıyor ve özel sağlık kuruluşu yok. Hizmetler tamamen gereklilik ve önceliklendirme esaslı, gereksiz hiçbir servisi alamıyorsunuz. Aile doktoru sistemi var ve herhangi bir uzmana görünmek için önce aile doktorunun sizi sevk etmesi gerekiyor. Bizim henüz ihtiyacımız olmasa da çevremizden duyduğumuz, acil bir şey olmaması durumunda en basit uzman muayenesi için bile aylarca beklenebildiği.  

White Oaks Public Library
·         Community center’lar ve kütüphaneler – Sanırım Kanada’da en çok sevdiğim şeylerden biri bu. Buraya gelip ikametgahımızı kanıtlayacak belgelerimiz olduğu anda ilk yaptığımız şeylerden biri kütüphane kartı çıkartmak oldu, ve de ne iyi oldu! Evimize yürüme mesafesindeki kütüphaneyi tüm yaz boyu birkaç günde bir ziyaret ettik, gerek ödünç alabileceğiniz şeyler (kitap, dvd, oyun, çocuk aktivite çantası, e-kitap, audiobook..), gerek orada, özellikle çocuk oyun alanında geçen zamanlar, gerek grup etkinlikleri ve diğer hizmetleri (3d printing mesela) düşünüldüğünde kütüphane harika bir kamu hizmeti. Commuity centerlar ise bambaşka bir olay. Her mahallede en pahalısı seans başı 4 dolar olan bir sürü etkinliği yapabileceğiniz kompleksler var; yüzmeden tutun, buz sporlarına, jimnastik, kaya tırmanışı, uzakdoğu sporları, el işleri, yemek kursları, çocuklara ve yaşlılara özel programlar.. ne ararsanız istediğiniz dersi alabileceğiniz merkezler bunlar. Sanırım kışın daha da sık ziyaret edeceğiz kendilerini.

·         Vergiler – Kanada’da bir söz var, “Hayatta iki şeyden kaçamazsın: ölümden ve vergilerden.” Evet, burada hayat çok çok pahalı. Gelir vergisi, KDV, cart vergisi, curt vergisi.. Sonuçta aldığınız tüm kamu hizmetleri vergilerle karşılanıyor, bu da hayatın bir gerçeği. Başlarda en gıcık olduğumuz şey, hiçbir şeyin son fiyatını görememek ve kasada sürekli bir şok yaşamaktı. Neden KDV dahil fiyatı yazmıyorsunuz diye sorduğunuzda alacağınız cevap ise hazır: “Tax is for the government!” Oldu canım.

·     Sigorta – Vergiler gibi sigorta primleri de cebinizden çıkan en büyük kalemlerden biri. Buradaki sigorta sistemi Türkiye’dekinden epey farklı, çok detaylı. Trafik sigortası yaptırmadan araba satın almayı bile düşünmeyin, galeriden dışarı bir adım atamazsınız. Araba sigortası sadece araba üstüne değil, araba-şoför ikilisi üstüne yapılıyor- yani sigortalı arabanızı bir arkadaşınız kullanamıyor. Araba sigortasının primi pek çok parametreye göre değişiyor: ehliyetinizin kategorisi, aracınızın modeli, güvenlik istatistikleri, özel güvenlik paketlerinin olup olmaması ve hatta yaşadığınız bölge!! Ev sigortası da ilginç.. Temel motivasyon ve en büyük kalem, kendinizi kışın evin önünden geçerken kayıp düşen ya da evinize gelip yediği yemekten zehirlenen ve buna karşı size milyon dolarlık dava açabilecek birilerine karşı korumak! (Sonuncusu bir şehir efsanesi olabilir tabii- umarım başımıza gelmez ve doğruluğunu test etmek zorunda kalmayız!!) Her şeyin sigortası, her sigorta kalemini de belirleyen yetmiş sekiz kriter var, çılgın bir sektör.

·    Kredi skoru – Black Mirror dizisinin, insanların alnının üstünde her hareketleriyle sürekli güncellenen sosyal medya puanlarının yazıldığı bir bölümü vardı. Kanada’da da aynen bunu andıran bir sistem var. Herkesin bir kredi skoru var, gizli sicil bilgisi gibi bir şey. Her yaptığınız finansal işlem bu skoru etkiliyor ve sistemde yapabileceğiniz her şey yine bu skorla belirleniyor; kredi/leasing mi alacaksınız, mortgage mı, kredi kartı mı, önce kredi skorunuz sorgulanıyor. Yeni gelen biri bu sistem içinde kredi içeren çoğu işlemi yapamaz örneğin, tarihçesi olmadığı için. Sizden beklenen, uslu bir vatandaş gibi dikkatlice kredi skorunuzu yönetmeniz, borçlarınızı zamanında ödemeniz, sisteme nizami izler bırakmanız. Normalde kredi skoru insanlara açıklanmıyor, sadece ücret karşılığı öğrenilebiliyor. Ödenmeyen bir borç, şüpheli bir işlem ise skorunuzu alt üst etmeye yetiyor; gereksiz başvurularda, sorgulamalarda bile kredi skoru düşürülüyor. Sistemin insanların üstündeki gizli, korkutucu eli. Nerede peynir ekmek gibi kredi kartı dağıtılan Türkiye!

·     Bankacılık – Buna karşılık banka sistemi Türkiye’yle karşılaştırıldığında bize çok ilkel geldi. Online işlem yaparken geçerli güvenlik kuralları, yapabileceğiniz işlemlerin kısıtlılığı vs. Sonracığıma, burada çek defterimiz var! (Türkiye’de en son ne zaman çek yazan birini gördüğümü düşünüyorum da pek hatırlayamadım!!) Ev kiramızı çekle ödüyoruz. Çok yaygın bir ödeme aracı, faturaları, okul ödemelerini vs. çekle yapan yapan bir sürü insan var. Yeni bir ödeme tanımlayacağınız zaman boş çek vermeniz isteniyor. İnsanlar çekle yaptıkları işlemleri aylık işlem özeti gibi çek defterlerinin arkasına not ediyor falan. Bir 20-30 yıl geriye ışınlanmış gibi hissediyorum bazen!

·     Piyasa, iş hayatı - Kanada, bazı açılardan Amerika’ya, bazı açılardan İngiltere’ye benziyor- ikisinin bir harmanı gibi. Gerek yönetim sistemi, gerek piyasası, gerek yaşam biçimi açısından. İş hayatına gelince, verginiz karşılığında aldığınız kamu hizmetleri sosyal bir devlet görünümü verse de iş hayatı tamamen kapitalist. İş bulmak çok zor ve iş güvencesi yok. Çoğu iş kısa vadeli, kontratlı, birini işten atmak çok kolay. Buna karşılık devletin verdiği işsizlik maaşları, doğum izni gibi konularda Kanada Amerika’dan çok daha iyi elbette ve duruma biraz olsun denge getiriyor. Ben iş aramaya başladıktan 1,5-2 ay sonra iş buldum ve şanslı olduğumu düşünüyorum. Özellikle ilk işi bulmak önemli bir aşamaymış, öncesinde ne yapmış olursanız olun Kanada deneyimi sahibi olmamanın çok büyük bir etkisi oluyor.
·         Do-it-yourself yaşam biçimi- İnsan emeği pahalı olduğu için ev temizliği, bebek bakiciligi, tamirat gibi işleri insanlar genellikle kendileri yapıyorlar. Sistem buna göre kurulmuş. Bu, hayatın her boyutunda geçerli. İş yerlerinde ve okullarda öğle yemeği yok, büyüğünden küçüğüne herkes minik minik beslenme çantalarıyla, sefer taslarıyla geliyor. Evlerini kendi temizliyor, minik tamiratlarını, boyalarını, ev taşımalarını kendileri yapıyorlar.

·         Waiting lists – İnsanlar planlı. Seyahatlerini, aktivitelerini, her şeylerini önceden planlıyorlar. Her konuda bekleme listeleri var, okul öncesi kreşlerden aile doktorlarına, ebelere kadar. Yine standart bir söz, “Hamile kaldığında eşinle konuşmadan önce ebe ve kreş aramaya başla!”

·         Buzlu su ve kamış – Bir lokantada gelen standart suyun yandaşları. En soğuk günde bile her şeyin içine buz doldurmak ve her bardağa mutlaka plastik kamış koymak zorundalar!! Bunları istemediğinizi her seferinde hatırlatmanız gerekiyor.,

·         Plastik torbalı sütler – Kanada’ya özgü bir başka ilginçlik. Karton kutuda sütler olsa da en yaygın sütler toplam 4 lt. olacak şekilde paketlenmis 3 plastik torbadan oluşuyor. Bunları tam o torbaların sığacağı plastik sürahilere koyup saklıyor/servis ediyorsunuz.

Barbekümüz!
·         Barbekü – Buranın milli meselesi gibi bir şey. Özellikle yazın, sürekli bir barbekü olayı var. Bizdeki en büyük mangal, buradaki barbekülerin yanında fino gibi kalır. Dışarıdan bakarken dikkat ediyorum - minicik minicik balkonlu condoların bile çoğunda barbekü var, çok ilginç. Barbeküler genelde lpg’li, içine odun aroması, kömür aroması veren aparatlarla yakılabiliyor. Marketlerde her şey barbeküye göre düzenlenmiş. Köfteler, sosisler, domuz pirzolaları, kılçığı çıkarılmış fileto balıklar, tek tek alüminyum folyoya sarılmış patatesler.. Yüzlerce çeşit barbekü araç gereci, eldivenler, önlükler.. Barbekü için bir dünya. Evlerdeki barbeküler yetmezmiş gibi, bir de yazları Ribfest denen etkinlikler oluyor. Her haftasonu başka bir lokasyonda panayır alanı gibi düzenlemeler yapıyorlar, burada onlarca etçi stant açıp soslu pirzola satıyor, yarışmalar yapıyorlar. Tam bir çılgınlık.

·         Mikrodalga hayatlar – Her yer mikrodalga. Ofislerde ve evlerin çoğunda mikrodalga var, marketlerde satılan yiyecekler mikrodalgaya göre hazırlanmış. Yine Amerikan tarzı bir şey. Ofisteki Kanadalılara soruyoruz, “Evde ne pişiriyorsunuz?” Et, tavuk değilse, ya sandviç, ya mikrodalga yemeği ya da patates yiyorlar! Yer gök patates.
Kanada spesiyalitesi: Poutine!
·         Take-away – Porsiyonlar büyük, genelde dışarıda yediğiniz yemekleri bitiremiyorsunuz. Bunlar için küçük bir kutu isteyip kalanı eve götürmek, ertesi gün ısıtıp ofiste yemek standart bir uygulama.

Her daim fasülyeye aş ererim!
·         Yiyecekler – Lokantalarda yan yemek olarak “veggies” isterseniz genelde gelen şey brokoli, havuç, soğan ve biber- buradaki sebze kavramı bununla sınırlı. Bunu bulabilirseniz şanslısınız. Oysa yazın Ontario’nun yerel sebze ve meyveleri çok güzel ve çeşitli. Yerel çiftliklerde yetişen çilekler, muhteşem üzümler, kütür kütür elmalar, Türkiye’de zar zor bulduğum kuşkonmaz, envahi çeşit mantar.. Bunlardan bol bol yedik ve çok sevdik. Barbunya bulduğumda torba torba alıp kasadaki görevlinin “Fasulyeyi seviyorsunuz anlaşılan. Bu nasıl pişiriliyor, bana anlatır mısınız?” şaşkınlığına az maruz kalmadım- kasada zeytinyağlı barbunya tarifi vermek de nasip oldu!! Burada ıspanak ve kuru bakliyatlar harika, etler de nispeten ucuz. Ama yukarıdaki yerel birkaç yaz sebze meyvesi dışında neredeyse her şey ama her şey dünyanın bir yerlerinden ithal. Bunun uzun dönem sağlığımız üstünde nasıl bir etkisi olacak bilmiyorum- ama sanırım Türkiye’yle ilgili ailemden sonra en çok özlediğim şey, otlar ve mevsiminde meyve-sebzeler olacak. Yazın şöyle leziz bir Ayşekadın fasülyesi, börülce, sonbaharda ayva, kışın kalın beyaz kabuklu Washington ve Yafa portakallarım, baharda kütür kütür yeşil erik, Ateş’in favorisi şevketibostan, bayıldığım cibes.. Bunları burada bulamayacağız, evet, biliyorum, ne yapalım, onlar da Türkiye’ye ait özlemlerimizden olsun.. Bir başka hayalkırıklığı da balıklar. Ben Kanada’yı balıkçı bir ülke olarak hayal ediyordum; ama bulduğumuz balıklar genelde dondurulmuş, yavan okyanus balıkları, çeşit çok çok az. Sürekli somon yiyip gözümüzde tüten kalkanları, lüferleri, palamutları düşlüyoruz – bir balık delisi olarak İstanbul’daki balıkçımı, kafalı balık yemeği ve balık kılçığı ayıklamayı çok ama çok özledim!

·         Costco!! - Ne yalan söyleyeyim, Kanada’ya gelmeden önce Costco’yu hiç duymamıştım. Amerika’da, Ingiltere’de de varmış ama buradaki gibi çılgınlık boyutunda mi bilmiyorum. Kanada’ya ilk geldiğimizde en sık duyduğumuz kelime “Costco” olabilir. Markaları ve nerde ne satılırı öğrenmeye çalışırken sürekli “Aa bunu Costco’dan aldım”, “X ürününü mutlaka Costco’dan almalısın”, “Costco’da bunlar çok ucuz” gibi reklam kokan replikler duyuyorduk çevremizdeki herkesten, her türlü alakasız şey için. Bebek bezinden cherry domatese, klimadan araba sigortasına kadar, her telden. Bu Costco da neyin nesiydi? Neden üyeliği 110 dolardı? Ama zaman kaybetmemeli, hemen Costco’ya üye olmalıydık, yemeden içmeden oraya uğramalıydık. Eh, madem çok ısrar ediyorlardı, biz de gittik, gördük. Bir süre yine bir şey anlamadık. Altı üstü bir market- ama sadece üyeler girebiliyor ve diğer marketlerden farklı özellikleri var. İade sistemi efsane. Aslında dışarıdan baktığınızda çirkin, düzensiz, hangar gibi mağazalar, devasa boyutlu ürünler (mesela kıyma en az 3 kiloluk paketler halinde satılıyor, kulak pamuğu 500lü falan!), çılgın bir kalabalık. Nesi var buranın diye bir süre ambale olmuş vaziyette gezdikten sonra sanırım alışma dönemini geçerek biz de Costcocu olduk. Artık belli aralıklarla mutlaka Costco’ya gidiyoruz, ne Costco’dan alınır biliyoruz, mağazaya girince kaybolmadan istediğimiz reyonları bulabiliyoruz, eh, daha ne olsun! Yaşasın Costco! :D

·         Kozmopolit dünya – Kanada bence bir göçmen olarak en rahat yaşanabilecek, ayrımcılığın en az olduğu yerlerden biri. Elbette burada da istisnalar olabilir; ama başka yerlere bakıyorum da, Avrupa’da durum gittikçe kötüye giderken, Amerika’da Trump kabusu sürerken burası henüz bozulmamış bir mozaik gibi. Gerçekten kendinizi bir grubun dışındaki ayrık otu gibi hissetmiyorsunuz, ya da Toronto çevresinde, benim bulunduğum çevrelerde bunu çok hissetmiyorum. İstisnalar olabilir tabii ki ama bu ülkenin kuruluş felsefesi ve temel direği göçmenler. Göçmenlerin hakları herkesle eşit. Zaten düşündüğünüzde First Nations denen yerliler dışında buradaki herkes bir şekilde, bir zaman, bir kuşak, bir yerlerden gelmiş. Her milletten insan var, her dili duyuyorsunuz, her kültürün yemeğini bulabiliyorsunuz. Ateş’e bakıyorum da, daha şimdiden bir sürü Anglosakson, Çinli, Hintli, Pakistanlı vs. arkadaşı var ve böyle bir ortamda büyüyecek olması onun için en büyük şans.

·         Bitmeyen belirli günler ve haftalar – Amerikan etkisi, sürekli bir pazarlama kampanyasının içinde yaşanıyor burada. İçinde bulunduğunuz t anının mutlaka bir önemi var. Ya Anneler Günu yaklaşıyor, ya Babalar Günü, ya Canada Day, ya Thanksiving, ya Halloween, ya Black Friday, ya Christmas. Sürekli değişen isimler altında indirimler, flyerlar, süslemeler, hep bir pazarlama bombardımanı. Yeter ki tüketin durun. Bu, Kuzey Amerika kültüründe bana en ters gelen, en uzak durmak istediğim şey sanırım.

Pofuduk
·         Fauna – Geçen sene Kanada’ya kısa bir ziyaret için ilk gelişimizde Toronto’da ilk kez sincap gördüğümde gösterdiğim tepkiyi hatırlıyorum: “Aaaaaaaaa sincap!” Sevinç dolu, çocuksu bir çığlık, aman kaçmasın, resmini çekelim isteği. Oysa şimdi ne komik geliyor. Her yer sincap. Sincaplar dile gelip konuşsa o kadar ilgimizi çekmeyebilir şimdi- Boğaz Köprüsü’nden geçerken kafasını çeviren İstanbullu sendromu bir nevi. Buranın hayvanları çok değişik, adeta canlı bir hayvanat bahçesi. Sincaplar çeşit çeşit, siyah olanlari beğenmiyorum, grimsi olanlar ve chipmunk denen minik bir cinsi seviyorum. Evimize ilk yerleştiğimiz günler bahçemizde bir tavşan yuvası vardı, her gün izliyorduk Ateş’le, sonra taşınmaya karar verdi. Rakun ve kokarcalar da yaygın, ama bunları görmek çok hayra alamet değil. Çakal, tilki de varmış; ama bize henüz denk gelmedi. Yazın birkaç ay ravine’deki yürüyüş yolunun bir kısmı çıngıraklı yılan tehlikesi yüzümden kapatıldı. Yazın dönem dönem devasa boyutlu ama kurnazlıkta kafasız sivrisineklerle, ağaçlardan yağmur gibi yağan tırtıllarla, kene alarmlarıyla geçti. (Hiç sevmediğim çiyanlar ise her dönem etrafta dolanmaya devam ediyor) Sonra gökyüzünde kuş geçişleri başladı. Bu, Engin’in uzmanlık alanına giriyor; ama benim gibi kuş bilgisi giriş seviyesinde olan biri için bile kartallar, şahinler, ağaçkakanlar, robinler içinde yaşamak, sürekli değişik kuş sesleri duymak doğrusu çok güzel. Kütüphanemizin bahçesinde 20-30 tane Canada goose tüm yaz dolandı durdu, hala buraları terk etmediler. Ateş’in açık ara en sevdiği hayvan ve bu seneki trick-or-treat kostümü ise kunduz oldu. Ama bir tek hayvan yok etrafta, ve İstanbul’dan sonra eksikliği çok hissediliyor: kedi!

Canada geese
·         Hokey – İşte benim için en kısa başlık, zira bu konuda bilgim: Sıfır!!! Tek bildiğim, çok çok çok önemli bir konu olduğu :)

·         Garip hava olayları – Adını daha önce duymadığım garip hava olayları var burada, mesela bir tanesi efsanevi freezing rain. Özel koşullarda gerçekleşen, yağmurun gökyüzünden düşerken donup yerleri, ağaçları görünmez bir film gibi kapladığı, elektrik hatlarını falan bıçak gibi kestiği garip bir olay(mış). Bakalım daha neler göreceğiz!

·    Have a good one! – Bir dükkandan, lokantadan ayrılırken bu son cümleyi duymanız büyük olasılık. Tembel işi. Artık good morning mi, good afternoon mu, good evening mi, ne isterseniz size kalmış. Çok uğraşmıyorlar, just fill in the blanks!

·      Good night – Hala akşamüstleri her duyduğumda içimden “Sen ne diyorsun ya?” dedirten ayrılık nidasi. İngilizlerden falan bunu hiç duymazdım mesela, onlar ‘good evening’ derlerdi. Burada insanlar tavuk gibi; çok erken kalkıyor, çok erken yatıyorlar. Benim gibi gecenin bir yarısında ayakta olan baykuşların anlayamayacağı bir konu sanırım. Ondan mıdır nedir, ofisten çıkarken saat 4’ten sonra millet birbirine iyi geceler diliyor, sabah saat 11’de ise bir yere telefon ettiğinizde “Good afternoon!” diyebiliyorlar. Kendimi sürekli bir jetlag hali içinde yaşıyor gibi hissediyorum.

Eminim bize farklı gelecek, alışmamız gerekecek daha bir sürü şey olacak. Bunların en başında ise kış geliyor. Ocak ayında, çok karlı bir günde doğmuş bir Ankaralı olsam da, şu an için karı ve kışı sevdiğimi düşünsem ve kendi kendime “Aynı New York gibi işte, hiç farklı değil, Ankara’dan da azıcık, birazcıcık soğuk” diyip dursam da tedbiri elden bırakmıyor, bu konuda biraz endişeli olma hakkımı saklı tutuyorum, bakalım. Tüm kostümlerimiz hazır, gardımızı aldık, Kanada’ya yerleşen İzmirli’nin anılarındaki gibi ilk karın düşmesini bekliyoruz. Kendimizi Ontario’nun kışının ellerine bırakıp ilk senemizde biz çömezlere kolay yerden sormasını dilemekten ve önümüzdeki senelerde daha haşır neşir olacağımız kış aktivitelerine alıcı gözle bakmaya başlamaktan başka bir şey gelmiyor elden!