9.09.2013

BiRiCiK BüRüCeK

James Bond’un son filmi Skyfall’un Türkiye’de geçen bölümünde, Kapalıçarşı’nın çatısı üzerinde motosikletle kovalamaca oynamayı tamamlayan Bond, Sirkeci’den bir trene atlar ve adrenalinden dolayı nereye doğru yol aldığının farkına varamasa da az sonra kendini çam ormanları arasındaki derin bir vadinin üzerinde uzanan, devasa ayaklı, kemerli bir köprünün üzerinde bulur. Sıradan bir izleyici için Jamesciğin tren-üstü tepetaklak aşağı düşmesinden öte bir şey ifade etmeyen bu sahnenin benim için manevi önemi büyüktür; zira hep hayal ettiğim bir şey burada gerçek olmaktadır: İstanbul’dan Bürücek’e- hem de trenle- kolaylıkla erişebilmek!

(Not: Ben kendisini bir türlü canlı göremesem de, yukarıda bahsi geçen ve başka isimleri de olan Varda Köprüsü’nün fotoğrafları için buraya bakınız.)

Filmden gerçeğe dönersek... Bürücek de nedir, neresidir derseniz, tanımlaması biraz uzun.


İlk duyan için kulağa garip gelebilecek bu şirin isime sahip yer, Adana’nın bir yaylasıdır.


Torosların eteğinde, Pozantı’ya ve daha çok bilinen abisi Tekir yaylasına yakın; ama maalesef İstanbul’a epeyce uzak bir yerdir. 

Bürücek, annemin doğduğu yerdir. Ailenin anne tarafında neredeyse herkesin burada bir yayla evi olduğu için ağaçlar arasındaki ana yoldan yapılan yürüyüşlerin bana aile soyağacının içinden geçer gibi hissettirdiği yerdir.

Bürücek, çamdır (ya da sedir!), kozalaktır, sincaptır, mangaldır, ailedir...



Serin serin oturmak, şu karşıki heybetli dağları hülyalı hülyalı izlemek, akşamları üzerine bir şal almaktır.

Bir türlü istendiği kadar yakına gelmeyen sincapları beklemek, olur da şeref verirlerse sessizce ve hayranlıkla her hareketlerini izlemektir.

Evin en değerli demirbaşı ve babamın gözdesi olan mangal ve onun şerefine boy boy buz kutuları içinde ta Ankara’dan taşınan leziz etler, alüminyum folyoya sarılarak hazırlanan patates ve soğanlardır!

Hep yanlış zamanda duşa girmek, tekrar tekrar dumanaltı olmaktır.

Uyanık olunan her an bir şeyler yiyip içmek; dahası, öğünlerin sonlarına yaklaşırken ara vermeksizin bir sonraki öğünde ne yenileceğini planlamak, hiçbir şeyden eksik kalmamaktır. 

Size eşlik etmeye can atan ve ağzının tadını bilen arılara karşı verilen mücadeledir.

Sabah erkenden ya da yemek aralarında “lomo” kaçırma pahasına yapılan; ama fırsat bulunup bir türlü trekking seviyesine getirilemeyen yürüyüşlerdir (ki maalesef bu sırada yıldan yıla artan çirkin binaları ve yapılan tahribatı yakından izlemek de kaçınılmazdır) 


Geceleri, hele bir de elektrik kesilirse güzellikleri daha da ortaya çıkan ışıl ışıl bir yıldız denizini izlemektir.

Derin derin uyumaktır, huzurdur.

Uzaktan gelen kuş ve sincap sesleriyle ara ara kesilen sessizliktir; geri kalan zamanlarda ise ya güzel bir müzik ya da karambollü ama neşeli bir kalabalığın sesi.

Bol bol muhabbet etmek, eski hikayeleri dinlemek, kaybedilenleri  özleyip  kadeh kaldırmaktır.

Kalabalığı bulmuşken bırakın kinge dördüncü aramayı, yoğun talepten ötürü sırayla oynanan yedekli takımlara, tavla turnuvalarına terfi etmek, frap, ohel artık ne olursa arka arkaya oynamak, hatta son dakika oyunları yüzünden uçak kaçırma noktasına gelmektir!


Bürücek, aile fotoğraflarında önemli yer tutan bir bölümdür.
Kuşaklar öncesinden kalan ve artık kimin kim olduğunu sadece birkaç kişinin bildiği o çok eski siyah beyaz fotoğraflarla başlayıp yetmişli yılların ekose desenli, sivri yakalı gömlekleri ve ispanyol paça pantalonlarıyla devam eden, herkesin hayatından bir bölüme bir şekilde dokunan, ya bebeklik, ya çocukluk ya da “işte o eski zayıf günleri”nin bir köşesinden yakalayıp kaydını tutan ve oralardan günümüze kadar gelen; kişileri değişse de havası benzer, genel özelliği kalabalık ve çokça sofra başında verilmiş dumanlı pozlardan oluşan bir aile albümüdür. Yalnız, bu albümde sincaplar bir türlü yer almaz; ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın onların doğru düzgün bir fotoğrafını çeken olmamıştır.

Bürücek, yolda bir ağacın üzerinde asılı duran ve kimbilir kaç karlı kış görmüş “Hanefi Özbilen yurdu” tabelasıdır. Ertekin Dayı’dır.

Bürücek nostaljidir; herkesin küçük büyük bir şekilde yer aldığı bir aile hatıratıdır. Her kelimesi ve detayı tüm dinleyiciler tarafından ezbere bilinse de her toplanmada hiç sıkılmadan tekrar tekrar anlatılıp gülümseten o küçük anı kırıntılarıdır. Elektriğin ve buzdolabının olmadığı günlerden başlayıp çocukların bağbozumunda çıplak ayaklarıyla üzüm çiğnediği ve dayımın sabah erkenden koç yumurtası peşine düştüğü günlere; iplere dizilen cevizli sucuklardan Tekir’den alınan ve yengemin afiyetle yediği kaçak sucuklara uzanan hikayeler...

Bürücek, televizyon yerine mangal üstünde közlenmeye yatan nefis kokulu patlıcanların patır patır patlamalarının hep birlikte gülerek izlendiği, işte bu kadar basit ve güzel, kısacık ve çok özlenen bir kaçamaktır.


Hiç yorum yok: