modernisme dolu bir gün!
11/05/09 pazartesi
11/05/09 pazartesi
Serin ve biraz rüzgarlı bir sabaha uyandık; hımm, bu durum kafamdaki Barselona görüntüsüyle hiç örtüşmüyordu. Otelde kahvaltı ettikten sonra erkenden metroyla Sagrada Familia’nın yolunu tuttuk.
Sagrada Familia, yapımına 1882'de başlanan ve inşaatı hala devam eden bir kilise. İlk plana göre Neo-Gotik stilinde olan kilisenin yapımını, başlandıktan on yıl kadar sonra Gaudi devralmış ve yaşamının sonuna kadar (43 sene) yapı üzerinde çalışmış. Kilise, İsa, Meryem Ana ve 12 havariyi temsil eden kulelerden oluşuyor, üç cephesi (façade) ise İsa'nın yaşamındaki önemli evreleri (Nativity, Passion, Resurrection) temsil ediyor ve bu evrelere ait heykellerle süslü. Bu üç cephe, görüntü olarak da birbirinden tamamen farklı. Bunlardan sadece Nativity kısmı Gaudi tarafından tamamlanmış. Kiliseyle ilgili bir başka ilginç bilgi: Gaudi kilisenin İsa kulesinin, Montjuïc tepesi haricinde Barselona'daki en yüksek nokta olmasını hedeflemiş.
Çoğunu önceden gördüğümüz fotoğraflardan ezberlediğimiz heykelleri (özellikle Subirach'ın yaptığı heykelleri çok sevdim) canlı canlı görüp biz de milyonlarca fotoğraf çektikten sonra kilisenin inşaat halindeki iç kısmına girdik; ama çok sıra olduğu için kulelere çıkmadık. Yine içeride Gaudi ve doğa benzeri bir ismi olan küçük bir sergi alanı vardı; Gaudi’nin eserlerini yaratırken esinlendiği doğal formları (konik, parabolik, sarmal şekiller, meyveler, yemişler vs. vs.) fotoğraflarla, maketlerle hem görüp hem dokunarak izleyebildiğiniz bir sergi.
Sonra bir başka Modernisme cenneti olan Hospital de Sant Pau’ya gittik. Mimarı, önceki güne damgasını vuran Palau de la Musica’nın da mimarı olan Domènech i Montaner. Hastane tek bir bina değil, kocaman bir alana yayılmış onlarca saray yavrusu binadan oluşan ve insanı gerçekten şaşırtan bir kompleks; kafamızdaki hastane imajıyla yakından uzaktan alakası olmayan bir başka alem. Şu anda da hastane olarak kullanılmaya devam ediyor. Şaşırarak gezdik. Çok fazla turist yoktu, bir yanımızdan hemşireler, diğer yanımızdan ellerinde röntgen filmleriyle hastalar geçiyordu.
Öğlen Eixample (Katalanca’da x harfi ş diye okunuyor, yani okunuşu {e’şampl}) bölgesine dönüp biraz yürüdük. Eixample, tam bir şehir planlaması örneği. Havadan çekilmiş fotoğraflarda adeta simcity’den fırlamış gibi görünüyor! İstanbul’da yaşayan biri olarak buna hayran kalmamak elde değil. Eixample’da 1850 sonrası ünlü mimarlara yaptırılmış zengin evleri var, ve bu semt Modernisme akımının adeta açık hava müzesi. Her bina turist rehberlerinde ve Modernisme Route Guidebook denilen bir rehberde yapılış yılı, mimarı vs. ile listelenmiş ve gezerken bu bilgileri alabiliyorsunuz- burada da insan ister istemez İstanbul’da böyle bir bilgi kaynağı olsa ve eski binalar bu kadar güzel korunabilse şu an Beyoğlu’nun nasıl bir yer olabileceğini hayal ediyor. Yürümeye devam.. Ve birden karşımıza methini çok duyduğumuz Cerveceria Catalana çıkıyor, saat erken olduğu için şansımızı deneyip hemen dalıyoruz içeri. Boş iki masa kalmış, zaten aç ve yorgunuz, hemen masalardan birine yerleşip kendimize farklı tapaslar seçmeye başlıyoruz. Çıktığımızda ise lokantanın önündeki kuyruk sokağa taşmış..
Öğleden sonraki ilk durağımız Casa Batlló (yaygın yanlışın aksine doğru okunuşu {batyo}), belki de bizi en çok etkileyen yerdi diyebilirim. Hatta çıkışta ziyaret defterine “keşke burada yaşasak” diye yazdık! Camların önündeki sütunların kemiğe benzemesinden ötürü “Kemik ev” olarak da anılıyor kendisi. Balkonları böcek gözü, çatısı ejderha sırtına benziyor; binanın içinde de birbirinden ilginç elemanlar var. Binanın yanı sıra Casa Batlló’yu müze olarak da çok beğendik, audioguide’dan bina hakkında detayları öğrenerek çok güzel gezdik, en son olarak da Gaudi’nin binalarındaki süper çatıların ilkini burada gördük. Burayı o kadar sevdim ki Barselona’da geçirdiğimiz sonraki günlerde de ne zaman Passeig de Gracia’dan geçsek kendime özgü “Casa Batlló’ya dışarıdan bir daha bakmak” ritüelini de geliştirdim.
Casa Batlló’nun komşusu üçgen çatılı Casa Amatller restorasyondaydı, ne şans! Daha sonra Gaudi’nin son eseri olan Casa Milà (La Pedrera)’ya geçtik; ancak sanırım yorgunluğun ve kalabalığın da etkisiyle burayı biraz keyifsiz bir şekilde gezdik ve dolayısıyla Casa Batlló kadar etkilenmedik. (Bence bir yeri gezerken insanın üzerinde yarattığı etkide o an içinde bulunduğu ruh hali, hava, kalabalık vs., en önemlisi de yorgunluk düzeyi çok belirleyici..) Terastaki Marslılarla fotoğraflarımızı çektikten sonra birden açan güneşin peşinden Park Güell’e gitmeye karar verdik ve meşhur 24 nolu otobüsle rahatça parkın içine ulaştık.
Trencadis denilen canlı ve rengarenk mozaik stili burada her yerden adeta fışkırıyordu: parktaki terasın kenarını süsleyen meşhur kıvrımlı bank, terası taşıyan kolonların üzerlerindeki mozaik tavan ve fotoğraf manyağı olmuş ejder.. Park girişindeki iki Gaudi binasını da o artık çok tanıdık hale gelen “sanki şekerden yapılmış bu binalar” duygusuyla kucakladıktan sonra bilimum hediyelik eşyayla birlikte mahallemize geri döndük.
Dışarıdan Casa turuna biraz daha devam ettikten sonra otele dönüp biraz dinlendik ve akşam yemeği için Plaça Reial taraflarına, Selmin’den duyduğumuz Los Caracoles lokantasına (kendisi salyangoz demekmiş) gittik. Fabrika gibi, kocaman bir restoran ve boş yok, içeri giren herkes de beklemeye hazır! Burada barda oturup yarım saat kadar masa bekledikten sonra bir köşeye ilişip ben deniz mahsüllü paella, Engin de tavuk ısmarladık. Bu güne dair en son hatırladığım şey, yemekten sonra mümkün olan en hızlı şekilde sızabilmek için elimizden geleni yapmamızdı.
--> Barselona üçüncü gün
Sagrada Familia, yapımına 1882'de başlanan ve inşaatı hala devam eden bir kilise. İlk plana göre Neo-Gotik stilinde olan kilisenin yapımını, başlandıktan on yıl kadar sonra Gaudi devralmış ve yaşamının sonuna kadar (43 sene) yapı üzerinde çalışmış. Kilise, İsa, Meryem Ana ve 12 havariyi temsil eden kulelerden oluşuyor, üç cephesi (façade) ise İsa'nın yaşamındaki önemli evreleri (Nativity, Passion, Resurrection) temsil ediyor ve bu evrelere ait heykellerle süslü. Bu üç cephe, görüntü olarak da birbirinden tamamen farklı. Bunlardan sadece Nativity kısmı Gaudi tarafından tamamlanmış. Kiliseyle ilgili bir başka ilginç bilgi: Gaudi kilisenin İsa kulesinin, Montjuïc tepesi haricinde Barselona'daki en yüksek nokta olmasını hedeflemiş.
Çoğunu önceden gördüğümüz fotoğraflardan ezberlediğimiz heykelleri (özellikle Subirach'ın yaptığı heykelleri çok sevdim) canlı canlı görüp biz de milyonlarca fotoğraf çektikten sonra kilisenin inşaat halindeki iç kısmına girdik; ama çok sıra olduğu için kulelere çıkmadık. Yine içeride Gaudi ve doğa benzeri bir ismi olan küçük bir sergi alanı vardı; Gaudi’nin eserlerini yaratırken esinlendiği doğal formları (konik, parabolik, sarmal şekiller, meyveler, yemişler vs. vs.) fotoğraflarla, maketlerle hem görüp hem dokunarak izleyebildiğiniz bir sergi.
Sonra bir başka Modernisme cenneti olan Hospital de Sant Pau’ya gittik. Mimarı, önceki güne damgasını vuran Palau de la Musica’nın da mimarı olan Domènech i Montaner. Hastane tek bir bina değil, kocaman bir alana yayılmış onlarca saray yavrusu binadan oluşan ve insanı gerçekten şaşırtan bir kompleks; kafamızdaki hastane imajıyla yakından uzaktan alakası olmayan bir başka alem. Şu anda da hastane olarak kullanılmaya devam ediyor. Şaşırarak gezdik. Çok fazla turist yoktu, bir yanımızdan hemşireler, diğer yanımızdan ellerinde röntgen filmleriyle hastalar geçiyordu.
Öğlen Eixample (Katalanca’da x harfi ş diye okunuyor, yani okunuşu {e’şampl}) bölgesine dönüp biraz yürüdük. Eixample, tam bir şehir planlaması örneği. Havadan çekilmiş fotoğraflarda adeta simcity’den fırlamış gibi görünüyor! İstanbul’da yaşayan biri olarak buna hayran kalmamak elde değil. Eixample’da 1850 sonrası ünlü mimarlara yaptırılmış zengin evleri var, ve bu semt Modernisme akımının adeta açık hava müzesi. Her bina turist rehberlerinde ve Modernisme Route Guidebook denilen bir rehberde yapılış yılı, mimarı vs. ile listelenmiş ve gezerken bu bilgileri alabiliyorsunuz- burada da insan ister istemez İstanbul’da böyle bir bilgi kaynağı olsa ve eski binalar bu kadar güzel korunabilse şu an Beyoğlu’nun nasıl bir yer olabileceğini hayal ediyor. Yürümeye devam.. Ve birden karşımıza methini çok duyduğumuz Cerveceria Catalana çıkıyor, saat erken olduğu için şansımızı deneyip hemen dalıyoruz içeri. Boş iki masa kalmış, zaten aç ve yorgunuz, hemen masalardan birine yerleşip kendimize farklı tapaslar seçmeye başlıyoruz. Çıktığımızda ise lokantanın önündeki kuyruk sokağa taşmış..
Öğleden sonraki ilk durağımız Casa Batlló (yaygın yanlışın aksine doğru okunuşu {batyo}), belki de bizi en çok etkileyen yerdi diyebilirim. Hatta çıkışta ziyaret defterine “keşke burada yaşasak” diye yazdık! Camların önündeki sütunların kemiğe benzemesinden ötürü “Kemik ev” olarak da anılıyor kendisi. Balkonları böcek gözü, çatısı ejderha sırtına benziyor; binanın içinde de birbirinden ilginç elemanlar var. Binanın yanı sıra Casa Batlló’yu müze olarak da çok beğendik, audioguide’dan bina hakkında detayları öğrenerek çok güzel gezdik, en son olarak da Gaudi’nin binalarındaki süper çatıların ilkini burada gördük. Burayı o kadar sevdim ki Barselona’da geçirdiğimiz sonraki günlerde de ne zaman Passeig de Gracia’dan geçsek kendime özgü “Casa Batlló’ya dışarıdan bir daha bakmak” ritüelini de geliştirdim.
Casa Batlló’nun komşusu üçgen çatılı Casa Amatller restorasyondaydı, ne şans! Daha sonra Gaudi’nin son eseri olan Casa Milà (La Pedrera)’ya geçtik; ancak sanırım yorgunluğun ve kalabalığın da etkisiyle burayı biraz keyifsiz bir şekilde gezdik ve dolayısıyla Casa Batlló kadar etkilenmedik. (Bence bir yeri gezerken insanın üzerinde yarattığı etkide o an içinde bulunduğu ruh hali, hava, kalabalık vs., en önemlisi de yorgunluk düzeyi çok belirleyici..) Terastaki Marslılarla fotoğraflarımızı çektikten sonra birden açan güneşin peşinden Park Güell’e gitmeye karar verdik ve meşhur 24 nolu otobüsle rahatça parkın içine ulaştık.
Trencadis denilen canlı ve rengarenk mozaik stili burada her yerden adeta fışkırıyordu: parktaki terasın kenarını süsleyen meşhur kıvrımlı bank, terası taşıyan kolonların üzerlerindeki mozaik tavan ve fotoğraf manyağı olmuş ejder.. Park girişindeki iki Gaudi binasını da o artık çok tanıdık hale gelen “sanki şekerden yapılmış bu binalar” duygusuyla kucakladıktan sonra bilimum hediyelik eşyayla birlikte mahallemize geri döndük.
Dışarıdan Casa turuna biraz daha devam ettikten sonra otele dönüp biraz dinlendik ve akşam yemeği için Plaça Reial taraflarına, Selmin’den duyduğumuz Los Caracoles lokantasına (kendisi salyangoz demekmiş) gittik. Fabrika gibi, kocaman bir restoran ve boş yok, içeri giren herkes de beklemeye hazır! Burada barda oturup yarım saat kadar masa bekledikten sonra bir köşeye ilişip ben deniz mahsüllü paella, Engin de tavuk ısmarladık. Bu güne dair en son hatırladığım şey, yemekten sonra mümkün olan en hızlı şekilde sızabilmek için elimizden geleni yapmamızdı.
--> Barselona üçüncü gün
1 yorum:
Barselona'nın kare seklinde ve ortada yesil bir avlu birakarak dizilmis binalardan olusan yapi bloklari mimarlik kitaplarina girmis, universitelerde okutulan cok guzel bir sehircilik ornegidir ki daha cocukken babamin kitaplarindan okuyup hayran kalmisimdir. Her ne kadar sehrin icinde gezinirken anlasilmasa da tepeden bakinca dantel hissi uyandirmaktadir ki zaten bizim dantel diye bildigimiz sozcuk aslinda Barselona'nin latince ismi olan Dantelli'den gelmektedir (bkz. Barselona Efsaneleri sayfa 321)
Yorum Gönder